22 Aralık 2016 Perşembe

Sen Mevlâ’yı sevende

Alvar İmamı ne güzel söyler:
Sen Mevlâ’yı sevende
Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de
Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında
Canlar feda eylesen
Emrince hizmet etsen
Allah ecrin vermez mi?
Sular gibi çağlasan
Eyyub gibi ağlasan
Ciğergâhı dağlasan
Ahvalini sormaz mı?
Rica ederim, onun uğrunda yüreğinizi parçalamadan yüreği parçalanmış insanlara lütfedilen şeyleri beklemeyin. O bazen ekstradan da lütfedebilir; ama umumiyetle aldığınız risk kadar, gösterdiğiniz gayret ve cehd kadar mükâfat vardır. Hele siz bir gecenize gündüz boyası çalın, o da sizin gecenizi gündüz yapsın. Siz dünya gecelerinizi gündüz yapın, o da ahiret karanlıklarını aydınlığa tebdîl eylesin.
Allah, eşiğine baş koyan yüzleri çiğnetmez ve mahcup etmez; yeter ki siz yürekten ona yönelin ve “...Edemem, sensiz asla edemem!” deyin

Temkin

Temkinli yaşamalı insan. Ayaklarının sağlam bir zemin üzerinde olduğu, kulluk yolunda rahat yürüyebildiği, şeytanın ona tesir edemeyeceği şeklindeki bütün düşünceleri “Hayır, bunlar öyle görünüyor olabilir; fakat her an o zemin çökebilir; her lâhza ayaklarım beni yolda koyabilir; şeytan bir yerden yolunu bulup duygularımı kirletebilir” türünden temkin ifadeleriyle tadil etmeli. Mesela, az önce de ifade ettiğim gibi, gece karanlığında, bir binada tek başına “Ya Rabbi!” deyip ağladığı anda bile “Belki birazdan birisi kapıdan içeri girer de beni duyar ve ‘Şu adamın ihlâsına bak!’ der” gibi bir duyguya kapılmışsa insan, o an duasını, ağlamasını kesmeli; riya ile o temiz sayfayı kirleteceğine, onun bir kısmını eksik bırakmalı.
Nitekim, seleflerimizin hayatına bakarsanız bu ölçüyü gösteren pek çok misal görürsünüz. Mesela, İbrahim b. Yezid En-Nehaî, Kur’ân okuduğu bir sırada kapısı çalınınca önce Kur’ân-ı Kerim’i rafa kaldırıyor, sonra kapıyı açıyor. Ev halkı neden öyle yaptığını sorunca da “Beni o halde görürlerse her zaman Kur’ân okuyorum zannederler” diyor ve öyle bir görüntüyü riya kabul ediyor.
Bu kadar hassasiyetin bir vehim ve vesvese olabileceği de akla gelebilir; fakat halis bir mü’mine yakışan, sadece Allah’ın rızasını gözeterek amel etmeyi namus meselesi bilmesidir. Allah’a ve ahirete inanan bir insan, ibadet ü tâati Allah’a tahsis etme hususunda vesvese derecesinde hassas davranmalı, bunu bir namus meselesi olarak telâkki etmelidir. En iyi söz söylediği zaman bile, eğer içine riya ve dolayısıyla şirk ifade eden söz ve davranışlar bulaşıyorsa, konuşmasını hemen kesmesini bilmelidir. Kaleminden Hz. Davud’un mezâmiri gibi enfes mısralar döküldüğü bir sırada dahi, eğer niyetinde bir kirlenme görüyorsa kalemini anında kırmalıdır. Kırmalıdır, çünkü o ebediyete talip olmuştur. Ebedî bir hayata talip olanın da bu hedef uğruna duygu ve düşüncelerini ömür boyu temiz tutmaya çalışması gerekir. 

Rummân arzusu

Mev’izelerde bir menkıbe anlatılır: Bir çilehanede dervişler günlerini ibadetle geçiriyorlar. Bir erbaîn, iki erbaîn, üç erbaîn... Ancak ölmeyecek kadar yiyip içmek, sadece ibadet ü tâatte bulunup elden geldiğince dışarıya çıkmamak orada bir prensiptir. El ayak, göz kulak, dil dudak, tamamen ibadetle meşgul edilir. Uyku da azaltılır, bir günde sadece bir saat kadar başlar bir yere konarak geçiştirilir, ihtiyaç defedilecek kadar uyunur. Zaten çok yeyip içmeyince de az uyumaya alışılır.
İşte böyle bir çilehane ehlinden birisinin içine rummân (nar) arzusu düşüyor. Bunu bir türlü kafasından atamıyor. Aslında nar, Allah öbür nârdan (cehennemden) muhafaza buyursun, sevilecek bir meyvedir; fakat öyle, gönül bağlanan haneyi terk ettirecek kadar olmasa gerek. Nar isteği yerine başka şeyler de düşünülebilir elbette. Tam kapıyı açıp dışarı çıkıyor, bir de bakıyor ki kapının önünde yara bere içinde yatan birisi var. Yara bere içinde; ama hâlinden çok memnun, çok müteşekkir, yüzünden behcet akıyor. “Elhamdülillah Rabbi!” diyor yatan adam. Bizimki “Yâhu bu hâlinle böyle içten hamd ü senâ da ne?” deyince “Allah’a hamdolsun” diyor, “Hiçbir zaman rummân arzusuyla Rahmân’ı terk edip onun huzurundan ayrılmadım.” Derviş bunu duyunca kendine geliyor ve tekrar çilehaneye dönüyor.
Kaç defa rummân arzusu bizi arkasından koşturmuştur. Kâmil olmak kolay değil. Allah (celle celâluhû) potansiyel insan yaratmıştır ve hakikî insan olmayı kulun iradesine, cehdine, gayretine ve azmine bağlamıştır. Azimsiz insanlar, sabırsız kullar o hedefe ulaşamazlar.

Nâçâr kalacak yerde

Mü’min her yerde onun huzurunu duymalı, her zaman “Bana dünya ve içindekiler lâzım değil” diyebilmeli ve her şeyini onun için feda etmeye âmade bulunduğunu günde birkaç defa ikrâr etmelidir. Sabah kalkınca “Kapı kulunum; boynu tasmalı, ayağı prangalı kölenim; kasem ediyorum senden ayrılmayacağım! Kovsan bile ayrılmayacağım senden!” demeli; verdiği o vaadde sarsıntı yaşamış olabileceği düşüncesiyle, öğle vakti yeniden ahd ü peymanını yenilemeli. İkindide bir kere daha... Akşam bir kere daha Allah Teâlâ’ya verdiği sözü tekrar etmeli... Yatağına girerken “Ne olur ne olmaz” deyip bir kere daha duaya durmalı; “Allah’ım, (rahmetini) umarak, (azabından) korkarak kendimi sana teslim ettim, yüzümü sana çevirdim, işimi sana ısmarladım, sırtımı sana dayadım. Senden başka sığınak, senden başka dayanak yoktur. Allah’ım, indirdiğin kitabına, gönderdiğin peygamberine iman ettim. Allah’ım, kullarını dirilteceğin gün beni azabından koru” yakarışıyla, hem Allah’a kul olduğunu ikrar edip ona sığınmalı hem de Hâtemu’l-Enbiyâ’ya karşı vefa ve sadâkatini ortaya koymalı.
Bir kul, hayatını bu şekilde programlar; dünyaya burada yaşayacağı ömür kadar, uhrevî işlere de ahirette kalacağı müddet kadar kıymet verir ve günde birkaç defa kulluk ahd ü peymânını yenilerse dünya-ukba dengesini kurmuş olacaktır. Ayrıca böyle bir kul, her hâdisenin çehresinde İbrahim Hakkı Hazretlerine ait şu sözlerin doğruluğunu müşahede edecektir:
Nâçâr kalacak yerde,
Nâgah açar ol perde,
Derman olur her derde,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Karınca

Bir vesileyle arz etmiştim; karınca, çeliğin içinde bal olduğunu bilse, gelir onun etrafında altı ay dolaşır. Bir taraftan delik arar; bir yerden tükürük atar, çeliği bile paslandırıp delmeye uğraşır. En olmadık yerlerin kapağını açar bakarsanız, orada da karınca bulabilirsiniz. O, hedefe kilitlenmiştir; ne yapar eder, hedefine açılan bir kapı bulur. İmanlı bir gönlün sahibi de kulluk vazifesine kilitlenir ve yapması gerekenleri her hâlükarda yerine getirir.
Bu mevzuda üç husus çok önemlidir: Birincisi, im’ân-ı nazar; yani, bakışı bir noktaya çevirme ve orada fikren yoğunlaşma. İkincisi, im’ânı nazarın ötesinde iltisâkkalb; yani, o meseleyle perçinlenmiş gibi bir kalbî bağlılık, onu düşünmeden edememe, kalbe yapılan her müracaatta o meseleyi görme. Üçüncüsü de, en ağır şartlar altında dahi engellerden sıyrılıp mutlaka yola devam etme azim ve gayreti; kurtulma gayreti değil, yola devam etme azmi.
Bu üç hususa riayet edilince, insan belki birkaç kez tökezler, yüzüstü kapaklanır; ama tekrar doğrulup yeniden nihaî menzile yürür. Önündeki bir kapı kapansa, o başka on kapının sürgüsünü zorlar, kilidini açmaya uğraşır. Bir de Hazreti Müfettihu’l-ebvab’a teveccüh etti mi, kapanan bir taneye mukabil on kapının kendisine açıldığını görür. Evet, salih bir kula düşen “Ya Müfettiha’l-ebvab! İftah lenâ hayra’l-bâb, inneke Kerîmun, Cevvâdun Vehhâb!” (Ey bütün kilitli kapıların anahtarına sahip, kapıları açan Allah’ım, bize de en hayırlı kapıyı aç! Şüphesiz sen lütfu ve ihsanı bol, cömertlerden cömert, nimet ve bağışları engin Rabb’imizsin!) deyip ona iltica etmek ve sonra da kendi üzerine düşen vazifeyi yapmaktır.
İşte bu ölçüler içerisinde, yeryüzü mirasçıları dünyayı ahiretleri adına değerlendirmeli; gerektiğinde dünyalık her şeyden vazgeçip kopabilmelidir. Dünyayı ve nimetlerini bir ayakkabı gibi çıkarıp atmaya, “Bana seni gerek seni” deyip yürümeye rûhen hazır bulunmalıdır.

Sükut

Bir gün adamın biri Hz. Ebû Bekir’e gelip bir sürü itham ve hakaretler savurmuş. Hz. Ebû Bekir sükût etmiş, uzun bir süre hiçbir şey söylememiş, karşılık vermemiş. İftiraların sonu gelmeyince dayanamayıp kendisini savunacak birkaç söz söylemiş. Onları seyreden Peygamber Efendimiz, Ebû Bekir! O adamın sana söylediği her kötü sözde, sen sabrederken, bir melek seni müdafaa ediyordu. Sen söze başlayınca artık melek ayrıldı” buyurmuştur. İşte genel düşüncem budur: Allah her şeyin aslını biliyor ve halkımız da olup bitenleri, gerçekleri görüyor ya... Öyleyse ehl-i insaf kararını verir; savunanlar beni değil, hakikati, doğruyu savunur. Benim kendimi savunmama gerek yok zannediyorum.

Celal Efendi

Hiç unutamayacağım insanlardan birisi de Muhterem Mehmet Kırkıncı Hocanın rahmetli babası, Celal Efendidir. Celal Efendi, Medine’de mücâvir (mübarek bir yerde inzivaya çekilip ibadet eden, kendini o yerin hizmetine adayan), kıymetli bir insandı. Orada vefat etti ve oraya defnedildi. Yanına gittiğimde çok yaşlanmıştı. İlerleyen yaşına ve rahatsızlıklarına rağmen namazlarını aksatmıyor, sünnetleri de ayakta kılıyordu. Ama oturup kalkmakta zorlandığı için namazlarını yatağının yanında kılıyor, ayağa kalkabilmesi için yatağa tutunması gerekiyordu. Bu şekilde tamamladığı bir namazdan sonra bana demişti ki, “Hocam, ben böyle namaz kılarken yatağa tutunarak kalkıyorum, oluyor mu namazım?” O tabloyu hiç unutamayacağım. O ne güzel şuur... Her şeye rağmen kulluğunu gereğince edâ etmeye çalışmak; ama yine de yaptığıyla yetinmemek ve daha iyisini aramak...
Evet, namaz bizi ahirette kurtaracak bir sermayedir. Onun için namaz hususunda çok hassas davranmak gerekir. Allah (celle celâluhû) onun kıymetini ruhlarımıza duyursun ve eksiğiyle gediğiyle namazlarımızı kabul buyursun.

Nabzıma el vurdu bir bir tabibân

Cenâb-ı Allah, günah işleyenleri kapısından kovmamış; tevbe etmeleri için onlara fırsatlar vermiştir. Bir anlık sürçmesine rağmen tekrar doğrulup kulluk yoluna râm olanlar, rahmet kapısının kendilerine daima açık olduğunu görmüşlerdir; fakat verilen bu fırsatları değerlendiremeyip hata ve günahta ısrar edenler, onun rahmet kapısından kopup gitmiştir.
Kopmamaya dikkat etmek lâzım. Böyle kötü bir akıbetin çaresi yoktur. Ona kimse bir şey yapamaz. Aklınızdan olumsuz bir şey geçse hemen kalkar, başınızı yere koyar, secde eder, yalvarır ve affınızı ararsınız. Ama bu duygunuzu kaybetmişseniz, içinizde bir kopukluk başlamıştır ona karşı. Tevbe arzusu gönlünüzde hâsıl olmuyor ve tekrar ona dönme ihtiyacı duymuyorsanız, bir “dâu’l-udâl”e, yani çaresiz bir derde maruz kalmışsınız demektir.
Nabzıma el vurdu bir bir tabibân,
Dediler derman yok buna ne çare.

Değildir bu bana layık bu bende

 “Değildir bu bana lâyık, bu bende;bana bu lütf ile ihsan nedendir! 

Ben istenmesi gerekli olan şeylerin en büyüğünü istemiştim. Ben seni istemiştim. Sen benim ol, başka hiçbir şeyim olmasa da olur. Çünkü ancak seni bulursam her şeyi bulmuş, fakirlikten kurtulmuş olurum” mülâhazasını seslendirir ve tam bir ubûdiyet şuuruyla yaşar. 

Kemik

Bazen, kabzın pençesine düştüğünüzde, ne kadar gözünüz hakikate açılsa, ne kadar ulvî âlemleri müşahede etseniz de bunlardan hiçbiri aklınızda kalmaz. Önünüzü, arkanızı hep karanlık görebilirsiniz. Bütün güzel ve inşirah veren kareler silinir gider zihninizden. Vefa ile bunu basta (iç rahatlığı) ve huzura çevirmek için o eşikten ayrılmamak gerekir.
Gözünü kapıdan ayırmadan beklemek lâzım. İnsan sürekli böyle bir imtihan içindedir. Zaten bu yolda olmayan, bu türlü meseleleri birbirinden tefrik edecek kadar duyarlı olmayan, hayatın hercümerci içinde ömrünü geçiren insanların Allah’la (celle celâluhû) bu türlü bir alışverişi anlaması da mümkün değildir.

Müridler

Allah’ın rahmetine sığınma, “Sadece senin kapın var!” deme çok önemlidir. Hani bir menkıbe anlatılır: Bir zat pek çok talebe yetiştiriyor. Talebeler, bir zaman sonra ufukları açılınca bakıyorlar ki, efendi hazretleri şekavet kutbunda duruyor. Yavaş yavaş ayrılıyorlar onun yanından, birer birer gidiyorlar. Tek bir mürid kalıyor vefa ile dopdolu. “Dine muhalif bir yanı var mı üstadın?” diye düşünüyor; kılı kırk yararcasına dini yaşayan, mişkât-ı nübüvvet altında hareketlerini götüren bu zatta dine ters hiçbir şey görmüyor. Herkes gitse de o kalıyor hocasının yanında. Bir gün hak dost diyor ki, “Arkadaşların neden gitti ve sen neden kaldın?” Sorusunda ısrar edince vefalı talebe cevaplıyor: “Efendim, onlar, hakkınızdaki müşahedeleri ve berzahî mahiyetiniz itibarıyla sizi şakî gördüklerinden yanınızdan ayrılmayı uygun buldular. Bana gelince, gözüm sizde hakikate açıldı. Size vefasızlık edemezdim.” Şeyh efendi, “Evladım, ben o yazıyı kırk senedir öyle görüyorum; ama bana başka kapı gösterebilir misin ki ona gideyim” diyor. Bu sözünden sonra o “şakî” yazısı silinip “saîd”e inkılâp ediyor.
Onun için meselenin imtihan yönünü de ihmal etmemek lâzım. Siz başınızı eşiğe kor beklersiniz de, kırk sene hiç kabul edilmeyebilirsiniz. Bir fert namaz kılsa, oruç tutsa, binlerce ibadet ü tâat yerine getirse de, ancak Allah’ın rahmetiyle cennete gidebilir. O murad buyurursa, bütün insanlığı cehenneme koyar ve buna kimse bir şey diyemez; mülk onundur; istediği gibi tasarruf eder. O zat, bu mülâhazalarla başını bu eşikten hiç kaldırmıyor, hep vefalı davranıyor. Allah (celle celâluhû) bu şahsın zatında örnek alınacak bir yüksek karakteri ortaya koyuyor. Kırk sene Rabb’ine el açmış, o kapıdan başka kapı bilmemiş ve neticede bir vefa kahramanı olmuş. 

İşaret

Meseleler hep gelip “sohbet-i Cânân”a dayanmalı. Oturup kalkarken, dünyevî meselelerden bahsederken bile ahiret buudlu davranmalı. “Allah’ı başkalarına tanıtma ve bu vesileyle kurtulma”, yapacağımız işlerde rotayı tayin etmeli. Mesela, teknolojiden bahsederken “Bu teknoloji Rabb’imizi anlatma adına ne işe yarar? Şu ilmî inkişafı, Rabb’imizi insanlara duyurma adına nasıl değerlendirebiliriz? Uhrevî hayatımız adına interneti nasıl kullanabiliriz?” sorularının cevabı aranmalı.
Mesela, bugün, biz meşgul olsak da olmasak da internetin de bağımlıları var. Bazıları onu kendi hesaplarına, şeytanın oyuncağı gibi kullanıyor ve sürekli kötülük yayıyorlar. İnanan insan, onu da uhrevî kazanç vesilesi yapabilir. Fakat o dikkatli olur; hangi tuşa dokunacak, hangi sayfaya girecek, bunu iyi belirler. Tahminî bir tuşa dokunurken de “İnşaallah karşımıza iyi bir şey çıkar” mülâhazasıyla teyakkuzda olur. Bunlar, kalb ibresinin göstermesi gereken noktaya yönlendirilmesi açısından çok belirleyici hususlardır.
Bir mü’min, kâinattaki her şeyde Allah’ı gösteren bir işaret bulur; ona bakar, Cenâb-ı Hakk’ın izlerini görür. Bu, teknolojiyle de mümkündür. Mesela, çağın büyüklerinden birinden dinlemiştim, Hz. Bediüzzaman arabayla bir yere giderken radyoda şarkı çıkıyor. Arabayı kullanan şahıs, Üstad’ın lâubalîliğe karşı kapalı olmasına saygısının ifadesi olarak radyoyu kapatmak istiyor. Radyonun düğmesini çevirirken Bediüzzaman kendisine has edasıyla, “Dur keçeli...” diyor, “ben hava unsurunu temaşa ediyorum, havayı insanların hizmetine veren Allah’ın kudretini tefekkür ediyorum.”
Hani daha önce de çok anlattım; Alvarlı Efe Hazretleri, “Dört güzeller” türküsünü duyunca Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi hatırlayıp iki gözü iki çeşme ağlarmış. İşte onun gibi, Üstad da orada konsantre olmuş; şarkıyı değil, o şarkının ötesinde hava nimetini dinliyor, onu tefekkür ve temaşa ediyor.
Bu müthiş adamı görmeyi hepiniz gibi ben de çok arzu ederdim. Dizinin dibinde oturmayı, sohbetine ermeyi, dinlemeyi çok isterdim. Nasip... Belki bize görememenin hasret ve hicran sevabı, görenlere de huzurun insibağının sevabı yazılır.

Senden başka kapı yok ki

Bazen bir söz, bir tavır, bir davranış Hak katında pek hora geçer. Bilemeyiz, Erzurumluların ifadesiyle “bahane tanrısı”nın, kimi ne ile affedeceğini bilemeyiz. Bize düşen şey, kemâl-i sadâkatle ona bağlı yaşamaktır. Onsuz yapamayacağımızı hem vicdanımızda duymak, hem de bunu her fırsatta ifade etmektir.
Geçenlerde On İkinci Nokta münasebetiyle söylemiştim, Üstad da aynı şeyi ifade ediyor: “Senden başka kapı yok ki ona gidilsin.” Bu genel bir mülâhazadır. İbrahim Ethem de aynı nağmeyi seslendiriyor:
Hecertü’l-halka turran fi hevâke
Ve eytemtü’l-iyâle likey erâke
Velev katta’tenî fi’l-hubbi irben
Lemâ hanne’l-füâdü ilâ sivâke.
Tecâvez an daîfin kad etâke
Ve câe râciyen yercû nidâke
Ve in yekü ya müheyminu kad asâke
Felem yescüd lima’bûdin sivâke.
İlahî abdüke’l âsi etâke
Mukırran bi’z-zünûbi ve kad deâke
Fein tağfir fe ente ehlün lizâke
Fein tadrud femen yerham sivâke.
Allah’ım, senin uğruna her şeyi terk ettim,
Cemâlini görmek için çoluk çocuğu yetim bıraktım,
Aşkınla beni parça parça etsen de,
Şu kalbim senden başkasına meyl etmeyecektir.
Eşiğine gelmiş bu dilenciyi hoş gör.
Hoş gör ki, o senin davetinden ümitlenip sana koşmuştur.
Ey her şeyi bilen, her şeyden haberi olan Müheymin,
Kulun günahlara batmıştır, batmıştır; ama senden başkasına da secde etmemiştir.
İşte, asi kulun kapına geldi,
Günahlarını itiraf edip yalnız sana iltica ediyor.
Onu affedecek sadece sensin;
Affetmez de kapından kovarsan, senden başka kim var ki ona merhamet etsin.
Evet, “Her ne kadar hayatım sana isyanla geçmişse de senden başka mabuda secde etmedim” diyor. İşte bu duygu, nezd-i ulûhiyette hora geçen bir duygudur. Bu duyguda bir mahviyet vardır, ma’siyeti kabul vardır. Şahsı adına yaptığı en küçük inhirafları çok büyük ve mahvedici olarak görme vardır; fakat aynı zamanda, Allah’ın rahmetinin enginliğine sığınma da vardır. 

16 Aralık 2016 Cuma

Zikr

Ümit ediyorum, bugünün âbid ve zâhidleri de zikre çok önem veriyor ve onu artırma, Allah’ı (celle celâluhû) daha çok anma yolları arıyorlardır. Fakat biz onu ne kadar anarsak analım, ibadetlerimiz ne kadar çok olursa olsun, zikrin hakkını vermiş olamayız. Bundan dolayıdır ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) günün dörtte birini kendisine salât u selâm okumaya ayıran bir zatı istihsan buyuruyor; ama yine de “Artırsan daha iyi olur” diyor. Günün yarısını salât u selâma ayırdığında yine “Artırsan…” diyor ve günün üçte ikisini zikre ayırıp salâvât okumuş olarak huzur-u Risalet-penahiye gelince “Çok iyi de, artırsan daha iyi olur” buyuruyor. Efendimiz her defasında “Hel min mezîd?” (Daha yok mu?) diyor; çünkü Üstad’ın ifadesiyle ona ulaşmada en önemli vesilelerden biri, “Bismillahirrahmânirrahîm” diğeri de Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) salât ü selâm okumaktır. Geçenlerde, bir arkadaşımız da rüyasında, salât u selâmların, hey’etin üzerine gelen bombardıman ve kurşun yağmurlarını bozguna uğrattığını görmüştü.
Fakat maalesef, evrâd u ezkâr mevzuundaki farklı düşüncelerde bir çarpıklık görüyorum. “Biz milletimize hizmet ediyoruz, insanlara Allah’ı (celle celâluhû) anlatıyoruz, yol kaçkınlarını hidayete çağırıyoruz... Evrâd u ezkârda kusur etsek de, bazen okumasak da olur” şeklindeki mülâhazaların bir kuruntu ve şeytan fısıltısı olduğunu düşünüyorum. Hayır, yapıp ettiklerinize güvenip evrâd u ezkârınızda kusur ederseniz, işte o zaman en büyük kusuru yapmış olursunuz. Eğer çağırdığınız davaya yürekten bağlıysanız, o dava sizin içinizde mağmalar gibi köpürmeli ve size, güle âşık bülbül gibi aşk besteleri söyletmeli değil midir? Seherler sizin Cenâb-ı Hakk’a karşı muhabbet türkülerinizi dinlemeli değil midir?

Zikrullah

Sahabe efendilerimizden bugüne kadar her devirde, Hak dostları, zikrullahı damarlarda dolaşan kan gibi kabul etmiş, değişik yollarla Allah’ı (celle celâluhû) anmamayı kan yetmezliğine bir sebep gibi görmüş ve sürekli zikirle beslenmişlerdir. Mesela, Hz. Ali Efendimiz der ki: “Ben Resûlullah’tan şu duayı ve şöyle bir tavsiyeyi duyduktan sonra artık onu hiçbir gece terk etmedim.” Hz. Ali için belki de hayatının en önemli, en ciddî gecesi ve onun en çok meşgul olduğu zaman dilimi, Nehrivan’da Haricîlerle savaştığı geceydi. Birisi Nehrivan’ı işaret ederek, “O gece de unutmadın mı, onca koşuşturma ve meşgale arasında dua ve zikrini terk etmedin mi?” diye sorunca Hz. Ali’nin cevabı, “O gece bile terk etmedim” şeklinde olmuştur.
Evet, belli dönemler itibarıyla bizim dünyamızda, evde, sokakta, camide ve hatta harp meydanlarında Allah (celle celâluhû) anılıyor, her fırsatta zikir halkaları teşkil ediliyor ve Cenâb-ı Allah’ın isim ve sıfatları yâd ediliyordu. Zikrullah, oruç tutarken de, zekât verirken de ihmal edilmiyordu. Hacda gürül gürül zikrullah sesi duyuluyordu. Bayram sabahları ovalar, obalar bir çağlayanın akışına benzeyen zikir sesleriyle doluyordu. Hususiyle de Kurban bayramında yüksek sesle tekbir getirme, şeâiri ilan etme mânâsına geliyordu. İşte bu itibarla zikrullah, hemen her ibadetin damarlarında cereyan eden kan gibiydi; bugün de öyledir. Onsuz hiç olmadı, bugün de onsuz olamaz. Çünkü biz ancak onun sayesinde, Allah’la (celle celâluhû) irtibatımızı kuvvetlendiririz. Zikrullahın, evrâd ü ezkârın terk edilmesi bizde ciddî bir zaaf meydana getirir. Allah’la (celle celâluhû) münasebetlerimizde bir gevşeme hâsıl eder, hafizanallah.

24 Kasım 2016 Perşembe

Herşey Senden, Sen ganîsin

Her şeyi silmeli, “O” demeli. “Ene”den vazgeçip “Hüve”ye bağlanmalı. Bütün meseleleri “Hû”ya irca etmeli.
Gerçi, Üstad Hazretleri, “ene”yi yırt, “nahnü”yü göster diyor. Bu mülâhazanın mânâsı şudur: İlle de bazı işler, başarılar, muvaffakiyetler için bir sebep gösterilecekse heyet gösterilmeli; tek tek fertler değil de onların vifak ve ittifakıyla hâsıl olan şahs-ı mânevî nazara verilmeli. Cenâb-ı Hakk’ın tevfîkinin tahakkuku için vifak ve ittifak bir şart-ı adîdir, mülâhazasına bağlanmalı. Fakat esas tevhîde ulaşma, ene’yi yırtıp nahnü’den geçip Hüve’yi göstermekle olur. Temelde ene (ben), ente (sen), entüm (siz) ve nahnü (biz) kısacası bunların hepsi Hüve’ye bağlanmalıdır. Acz, fakr yolunun esası da budur.

Herşey Senden, Sen ganîsin

Rabbim Sana döndüm yüzüm.

Saygı

Erzurumluların çok güzel bir sözü vardır: “Ziyareti hürmetli eden sahibidir.” Ben on dört on beş yaşlarımdayken, biraz da babamın alışmamı istemesi sebebiyle ramazan ayı boyunca köyümüzde vaaz ettim. Enver isminde çok akıllı, mâneviyâta da açık olarak tanıdığım bir amcam vardı. Sokakta yürürken amcam arkamdan yürüyor, önüme geçmemeye dikkat ediyor, çok saygılı davranıyordu. Bir gün “Amca, bundan çok müteessir oluyorum, böyle yapmasanız!” deyince bana “Oğlum” dedi, “Ziyareti hürmetli eden sahibidir. Ben bu saygıyı duymazsam halk seni kabullenmez ki!”
Amcamın, yaşımın küçüklüğüne ve onun yeğeni olmama rağmen, vaaz u nasihat etmem hürmetine bana öyle saygılı davranması hiç hatırımdan çıkmadı. Ben de insanlara faydalı olacağına inandığım arkadaşlarım için aynı hususa dikkat etmeye çalıştım. Mesela, Kestanepazarı’ndayken imam hatip lisesi altıncı sınıfa devam eden bir arkadaşı Kur’ân kursu öğretmeni yaptık. Henüz kendisi talebeydi; ama madem öğretmenlik vazifesi de verildi, ona göre davranmaya gayret ediyordum. Bir gün kurs idarecilerinden biri “Bizim Abdullah… Bizim İsmail…” şeklinde konuşurken ben de “Abdullah Hoca şöyle dedi. Abdullah Hoca böyle yaptı” diye birkaç defa arkadaşı “hoca” olarak zikrettim. O, “Abdullah Hoca da kim?” dedi. “Ağabey, biz onun hocalığını kabul etmezsek kimse kabul etmez. Kur’ân kursu öğretmeni yapıyorsunuz, öyleyse bunu kabullenmek ve ona uygun davranmak gerekir” dedim.
Ama maalesef, bazı şeyler var ki yorum hatasına uğruyor. Mesela, “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşit vaziyetini takınamaz” ifadesi çok doğru bir ölçü, altın gibi bir sözdür. Fakat bu söz karşısında herkesin alacağı tavır farklı farklı olmalıdır. Hiç kimse kendisini birilerinden daha faziletli görmemeli, üstünlük mülâhazasına kat’iyen girmemelidir. Fakat arkadaşlarınız ve sizden küçük olanlar da kendi sorumluluklarını belirlemeli, gereken saygı ve hürmeti göstermelidir. Size gösterilen saygının onda birini istemeye hakkınız yoktur, onda birini isterseniz yüz kat zulüm yapmış olursunuz. Ama bilmem ki, arkadaşlarınız da şimdi gösterdikleri hürmetin on katını sergileseler vazifelerini edâ etmiş olurlar mı?
Bunlar ayrı ayrı şeylerdir ve birbirine karıştırılmamalıdır. Öteden beri geleneklerimizde var bizim, büyüklerimize hep saygılı davranırız. Ama pâyeler, makamlar, mansıplar yoktur mesleğimizde. Hepimiz neferiz, elimizden geldiğince dinimize ve milletimize hizmet ediyoruz ve durumumuzdan da hiç müştekî değiliz.
İstanbul’un fethini arş-ı rahmetten ambalajlayıp bana gönderseler kabul etmem. Bunu, hâşâ, o büyük fatihleri hafife aldığım mânâsına değil; mü’minlerden bir mü’min, kullardan bir kul olmanın kıymet ve lezzetini ifade sadedinde söylüyorum. Evet, öyle bir teklif karşısında ben, kendi durumumu, küçük bir köyde bir hocanın oğlu olmayı, küflü binaları, pencere içlerini, duvar altlarını, minnacık bir kulübeyi, mağduriyetleri, işkenceleri, azapları, tehcirleri, evet “O”nun benim hakkımdaki tercihlerini tercih ederim.
Çünkü bu işte şahıs yoktur, neferlik vardır... Üstad’ınSaid yok…” dediği gibi; rıza- ilâhîye koştuğumuz bu yolda nefislerin, enâniyetlerin, hevâ ve heveslerin dili yoktur; yalnızca hakikat konuşmaktadır. Kimin ne haddi var ki “ben” desin, tevhid davasında şirke girsin!...

Ezelden hudbînim elif-i bâya

Erzurumlu Sümmânî’nin bir sözünü çok tekrar etmişimdir; Azerî ağzıyla şöyle der:
Ezelden hudbînim elifi bâya
Hak kulun emeğin vermesin zâya
Bir can borçluydum Bâr-Hüdâ’ya
Vermek için can kurbana geliftim.
İşte insan, “Cenâb-ı Hakk’a bir can borcum var” demeli, ondan gelen her şeyi memnuniyetle karşılamalı ve o borcu ödeyeceği âna kadar sadık bir kul ve köle olarak yaşamalıdır. Adanmış ruh, daima emre âmâde ve elleri göğsünde durarak ondan çıkacak fermanı beklemeli; nereye yürü dendiyse, arkaya bakmadan oraya gitmelidir.
Üstad Hazretleri bu konuda da çok basiretlidir. Her şeyde vech-i rahmet görüyor. Kastamonu’ya sürüyorlar vech-i rahmet, Barla’ya sürüyorlar vech-i rahmet... Emirdağ, Denizli, Isparta... Hepsini neticesi itibarıyla hayırlı görüyor ve gerçekten de öyle oluyor. Nereye düşüyorsa kor gibi düşüyor. O koru sağa sola fırlatmak suretiyle hakkından geleceklerini zannediyorlar. Oysa, zaten asıl vazifesi o... Misyonu, düştüğü yerde şûlefeşân olmak; bir kandil yakıp etrafını aydınlatmak; orada nurlar, lem’alar, şuâlar meydana getirmek...  

Bir bîçare aşığım ey Yâr senden dönmezem

Ferdî günahlar da bir ahit bozma ve Rabb’e karşı vefasızlıktır. Fakat fert günah işler, sonra tevbe ederse, Allah (celle celâluhû) onu affedebilir. Ama asıl sözünde durmama, dinin ruhuna vefasızlıktır. Hiçbir beklentiye girmeden Allah’ı başkalarına anlatma gayesine vefasızlıktır. Nesimî edasıyla,
Bir bîçare âşığım, ey yâr, senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriyya tek beni baştan ayağa yarsalar,
Başıma erre koy neccâr senden dönmezem.
Ger beni yandırsalar,
Külüm oddan kavursalar,
Toprağımı savursalar,
Settâr, senden dönmezem... duygusuna ihanettir. 

21 Kasım 2016 Pazartesi

İşe ilk gönül vermiş olanlar

Hadis kitaplarında nakledildiği üzere; Hz. Ömer (radiyallahu anh) bir Cuma günü minberde hutbe verirken ilk hicret eden sahabîlerden biri camiye giriyor. O içeri girince Hz. Ömer sözünü kesip “Saat kaç?!...” diyerek onun geç kaldığını îmâ ediyor. O sahabînin, mazeretini söylerken, “Çarşıdan eve dönerken geciktim ve abdest alır almaz da geldim” demesi üzerine “Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Cuma günü gusletmeyi de emrettiğini bilmiyor musun?” diyor.
İmam Şatıbî bu hâdiseyi anlatırken, herhalde Hz. Osman hakkında -i zanna sebep olmasın diye, isim tasrih etmiyor; fakat bazı hadis kitaplarında Cumaya geç kalan sahabinin Hz. Osman olduğu belirtiliyor.
Hz. Ömer Efendimizin bazı tavırlarında bu hâdisede olduğu gibi çok yüksek mânâlar bulunduğuna, konuşurken, tavır koyarken, söz, hal ve tavırlarına yüksek mânâlar yüklediğine inanıyorum. Hz. Ömer gibi bir nezaket ve firâset insanının, bizzat kendisinin üçüncü halife adayları arasında ismini saydığı önemli bir dostunu, Hz. Osman gibi seçkin bir sahabiyi mahcup edecek bir sözü o kadar insan içinde rastgele söylemesi düşünülemez. Öyleyse bu meselede Hz. Ömer’in tavrındaki inceliğe dikkat etmek gerekir.
Her şeyden önce Hz. Ömer Efendimiz, Cuma namazı ve camiye erken gelme hususundaki hassasiyetini ortaya koyuyor. Ayrıca, çok önemli olan şu hakikate işaret ediyor: Eğer hayırlı bir şey yapılıyorsa ve yapılan o şey de önemliyse, Allah’ın rızasını kazanma gayesiyle eda ediliyorsa, bu işe ilk gönül vermiş olanlar, daha sonra da daima önde olmalılar; o işte sürekli önde koşmalı, arkadan gelenlere bir hüsn-ü misal teşkil etmeliler. Anne babanın, çocuklarına bazı meselelerde örnek olmaları gibi onlar da kendilerinden sonra gelenlere iyi örnek olmalılar. O toplum içinde Hz. Osman herkesin hürmet edip önde kabul ettiği, örnek alınacak, delil sayılacak, hüccet kabul edilebilecek bir insandır. O, hutbeye geç kalırsa başkalarının “Cumaya sonra gidilse de, hutbe okunurken camiye varılsa da oluyormuş...” deme ihtimali vardır. Öyleyse, Hz. Osman seviyesinde bir kimsenin herkesten önce camiye gelmesi, ön safı tutması ve bu haliyle halka örnek olması lâzımdır.  

Kırık Testi

Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî Hazretleri bir menkıbe anlatır: Bir zamanlar bir sultan yaşar. Dönemin insanları, sadece toprağa değil kalblere de hükmetmesini bilen sultanlarını çok severler. Kendileri de bu hayırlı insan tarafından tanınmak ve sevilmek arzu ederler. Bu sebeple bazı günlerde Bağdat’a gider, sultanın huzuruna çıkar, ona hediyeler verirler. Zenginlerin ve imkânı olanların kıymetli hediyeler takdim ettiği bir gün, bir fakir de, sultana yaraşır bir hediye arar. Değerli hiçbir şey bulamayınca evindeki bir tarafı kırık testi aklına gelir. Köyün buz gibi suyundan testiyi doldurur ve yola revan olur.
Az sonra karşılaştığı birisi, ne yaptığını, nereye gittiğini sorup öğrenince alaylı bir şekilde, “Bilmiyor musun, sultan suyun kaynağında oturuyor? Hem sizin çeşmenin suyu da onun” der. Fakir adam kızarır, yutkunur, kelimeler boğazında düğümlenir ve “Olsun!” der, “Sultana sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır. Sultana has hediyem yoksa da onun suyunu ona takdim etmeye müştak ve onun sevgisiyle dolu bir gönlüm var.” Kırık testisiyle sultanın huzuruna çıkar. Sultan, sultanlığına uygun muamele eder; ona da ikramda bulunur ve geriye dönerken de, “Bize ne ile gelirse gelsin onu boş çevirmeyin, testisini altınla doldurun” der.
Mevlânâ bu türlü meseleleri çok güzel değerlendirir. Bu menkıbeyi anlatır ve “Değersiz bir sermayeyle gelsek de teveccüh ettiğimiz kapı Allah’ın kapısıdır” der. Bizim arkadaşlar da bu mülâhazayla internetteki sayfalarına Kırık Testi ismini vermişler.

Karınca

Bir menkıbede şöyle anlatılır: Hz. Süleyman, bir karıncanın bir sene boyunca ne yiyeceğini sormuş. “Bir buğday” demişler. O da denemek için bir karıncayı bir kutuya koymuş ve içine de bir tane buğday atmış. Bir sene sonra kutuyu açıp baktığında, karıncanın, buğdayın sadece yarısını yediğini görmüş. Ona “Sen senede bir buğday yemez miydin?” diye sorunca karınca, “Ya Süleyman! O, rızkımı Rezzâk u Kerîm verirken öyle idi; ama rızık senin vasıtanla gelince, senin ileride ne yapacağını bilemedim. ‘Ya beni unutursa…’ diye düşündüm; ki sen unutabilirsin; ama Rabb’im, mahlûkatından hiç kimseyi asla unutmaz. İşte onun için ihtiyatlı davrandım” demiş.

Bekir Berk

Merhum Bekir Berk’den bir hatıra: Hür Adam gazetesinde bir yazı çıkıyor. Bu yazıda herkesin yeis içinde olduğu, hatta Üstad’ın bile ümitsizliğe kapıldığı anlatılıyor. Bekir Berk hemen bir yazı yazıyor ve gazeteye gönderiyor. Yayınlanan yazıda Üstad’ın hiçbir zaman ye’se düşmediğini ifade ediyor. O gece bir rüya görüyor. Rüyada, kendisi bir yolun kenarında bekliyor. Uzaktan bir fayton geliyor ve yanında duruyor. Faytondan Üstad uzanıyor, onun omuzlarını kavrıyor ve alnından öpüyor. Tam bu sırada telefon çalıyor ve uyanıyor. Rüyası kesildiği için kızgın kızgın telefonu kaldırıyor. Telefonun öbür ucunda Sungur Abi diyor ki; “Bekir Bey, Üstadımız yanımda. Seni alnından öpüyor!”

İlim-bencillik ve irfan

Bilen insan çok; fakat bildiğini temsil eden insan çok az. Bilginin irfana dönüşüp onun da davranışlarımıza aksetmemesi bizim eksikliğimiz.
“Menkıbelerde asla değil de fasla bakılır” prensibinden yola çıkarak ifade etmek istiyorum: Cenâb-ı Allah, Hz. Musa’ya “Bana mahlûkatın en hakîrini bul, getir” diyor. O da çirkince bir kelp bulup tasmayı kafasına geçiriyor ve yola revân oluyor. Yolda nebî ferasetiyle birden irkiliyor; tasmayı köpekten çıkarıp kendine takıyor ve öylece huzura varıyor. Cenâb-ı Allah, “Ya Musa! Önceki halde gelseydin seni helâk ederdim” buyuruyor.
İmam-ı A’zam’ın meclisinde bazılarının ifadesine göre elli bin müçtehit vardı. Hadi o kadar olmasın, biz beş bin diyelim. Düşünün, hepsi müçtehit bu insanların. İşte, İmam-ı A’zam bunlarla her meseleyi müzakere ederdi. Koca İmam’ın önce “Şöyledir” deyip sabaha kadar düşündükten sonra ertesi gün “Sizin görüşünüz doğruymuş, ben görüşümden vazgeçtim” dediği zaman pek çoktu. Diyebilirim ki, konuştukları meselelerin yüzde altmışında bu durum cereyan etmiştir.
Bir insan dâhi olabilir, ancak normal zekaya sahip olsa da danışarak iş yapan ondan daha başarılı olur. Bazıları öyle bencil ve egoisttir ki, kesinlikle danışmazlar. Kendi sığlıkları belli olmasın diye de çevrelerinde hep çukur insanları bulundurur; etrafında kabiliyetli insanlara hakkı hayat tanımazlar.

Esved bin Yezid en Nehâî

Hayatını ibadetle geçiren Esved b. Yezîd en-Nehâî vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Gelip diyorlar ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “İnne’l-emra ciddün - Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum” diyor. Vefat ettikten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, nübüvvet’le aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor.

Kayyım

Aslında ferdin başında bir kayyım olmalı ve başını döndürecek-bakışını bulandıracak dünyalık bir şeye nail
olduğunda o onu yıkmalı. Aynı küçük çocukların özene bezene yaptıkları şeyleri büyükçe bir çocuğun gelip
bozması, dağıtması gibi. Evet, bir kayyım bizim nazarlarımızı dünyaya celbeden şeyleri yerle bir etmeli, ta ki her
şey halisane Al ah için olsun. Zaten Al ah sevdiği kimselere dünyayı nasip etmez. El erini her uzattıklarında
dünya onlardan kaçar. Al ah çeşitli vesileler ile onları dünyaya küstürür. Erzurumlu bir alim vardı. Oğlu öldüğü gün yemyeşil bayramlıklarını giydi ve herkese sürurla mukabele etti.
Diyordu ki: "Al ah benimle muamelede bulundu."
Yaşar Hoca çok anlatırdı: Fatih Cami nde ders veren bir Hüsrev Hoca varmış. Yaşar Hoca da onun derslerine
katılırmış. Çok derin birisi… Bir kızı varmış ve üniversitede okurmuş. Bir gün Yaşar Hoca ders okumak için
hocanın kulübesine geliyor. Bakıyor ki bahçede bir kazanla su kaynıyor. Hoca her günkü gibi dersini takrir ediyor. Tavırlarında, neşesinde hiçbir farklılık yok. Ders bitince diyor ki: "Şimdi sıra cenazemizi defnetmekte. Bizim kız dün gece vefat etti." İşte böylesine Al ah’a iman… O verdi, O aldı. Biz de ölünce O’nun yanına gideceğiz. Yüreği
yanmaz mı, elbetteki yanar. Ama iman her şeyi hal ediyor.
Kalbe dünya sevgisini koymamak.. kalb iki sevgiye dardır, hakikatine göre yaşamak.

Kaybetmek- Kazanmak

Bir transatlantikle yolculuk yapanlar için güvenlik seviyesi ne kadar yüksek olursa olsun bir kaza ihtimaline
binaen gemiye flikalar koyuyorlar.. can yelekleri koyuyorlar.. işaret fişekleri koyuyorlar.. acil kurtarma plânları
hazırlıyorlar vs. Rica ederim, şu dünya yolculuğunda öbür hayatımızı garanti altına almamız için bir hazırlık
yapmıyorsak buna ne denebilir? Muhtemel bir kaza için bu kadar hazırlık yapan bir insan, gelmesi yarın kadar
kesin ebedî ahiret hayatı adına hazırlık yapmıyorsa o divanedir.
Sahih midir, ama oldukça ibretli bir hikayedir Hazreti Ali’nin bir dehrî (materyalist) ile diyaloğu. Dehri Hz. Ali’ye;
“Bu dünyada boş yere yorulup duruyorsunuz. Ya cennet-cehennem yoksa?” der. Hazreti Ali’nin cevabı şu şekilde olur: “Sizin dediğiniz doğruysa ben bir şey kaybedecek değilim. Ama benim dediğim doğruysa ve cennet var ise
siz ne kaybedeceğinizin farkında mısınız?”

Gayretullaha

Bir deve kervanı yola çıkmış giderken yolda fakir bir dervişle karşılaşırlar. Derviş kervancıbaşına kendisini de
almalarını rica eder. Kervancıbaşı bu isteği kabul eder, yola revan olurlar. Bir zaman sonra yolda haramiler
kervanı basar ve neleri var neleri yok hepsini alırlar. Dervişe de malı olup olmadığını sorunca o “Benim hiç
param yok, ama kervancıbaşının değerli bir yeleği vardı, onu almayı unutmuşsunuz.” der. Haramiler
kervancıbaşının yeleğini alırken o hiçbir şey söylemez ama dervişe çok gönül koymuştur. Öyle ya; ona o kadar iyilik yapmasına karşılık böyle bir tavırla karşılaşmıştır. Sonra kervan ahalisi bütün varlığını kaybetmiş bir halde
bekleşirlerken devletin askerleri çıkagelir. Haramiler derdest edilmiştir. Bütün gasbedilen mal ar sahiplerine iade
edilir. İşte o anda kervancıbaşı dervişe yanaşır ve der ki: “Baba aşkolsun! Ben sana o kadar iyilik yaptım, sen de
tuttun eşkıyalara benim yeleği haber verdin.” Derviş der ki: “Oğlum, bu haramiler o kadar zulmettiler ki; baktım
gayretul aha dokunmasına dört parmak kalmış. Senin yelek işte o dört parmak yerine geçti.” Evet, Al ah zalimleri iflah etmez. Ancak mazlumun Al ah’ın gayretine dokunduracak liyakati kesbetmesi gerekir.
Eğer o, bu seviyenin eri değilse ve yöneleceği kapıya tam yönelememişse ceza tecil edilebilir. Bugün
müslümanlara revâ görülen zulmü ve bu zulmün gayretul aha dokunmasını da bu zaviyeden ele almak gerekir.

Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun

Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun,

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Akif böyle söylemiş, ben de aynı şeyleri  söylesem rencide olur musunuz:

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar.
……….
Ey dipdiri meyyit! "İki el bir baş içindir"

Davransana… El er de senin, baş da senindir!
……….
Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?

Hasılı; "Benim yüzümden oldu" diyecek yürekli insanlar istiyor. Kaf dağının arkasında Ankâ kuşuna bir şey
olmuş; "benim yüzümden oldu" diyecek. Oysa ki ne Kaf dağı var, ne de Ankâ. Bu, müslümanların yitirdiği yürektir.

20 Kasım 2016 Pazar

Yakinim var ki; istikbal semavât u zemîn-i Asya-bâ

Bundan 80 yıl öncesini düşünün. İslam yeni bir ses ve solukla, yeni bir felsefe ve mantıkla anlatılmaya başlanmış. İnsanlar birilerinin etrafında
hâlelenmis. Sahabe misal ak alınlı, aydınlık yüzlü, gönül insanları hayatlarını koymuş bu işe. İleriye matuf
şahısları adına değil ama din adına bir kısım beklentileri olmuş.
“Yakinim var ki; istikbal semavât u zemîn-i Asya-bâ,Â
Hem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâm’a.”
“Ümit var olunuz, şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır.
gibi sözler onların beklentilerini körüklemiş. Bir beklenti, bir ümit cemaatı olmuşlar. Müjdesini, bişaretini aldıkları
“Al ah’ın adının her tarafa duyurulması” hakikatı adına her gün güneşin doğuşuyla farklı şeyler hissetmişler. Bir
katrede, bir reşhada beklentilerini görmeye, hissetmeye, küçükte büyüğü okumaya çalışmış, basit sözlerde
büyük manâlar aramışlar.

Insibağ

Ümmü Eymen Validemiz; Hazreti Üsame’nin annesi, Rasul ul ah’ın hizmetini gören mübarek bir kadın.
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ahirete irtihalinden sonra Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer onu ziyarete
gidiyorlar. Görüyorlar ki Ümmü Eymen ağlıyor. Al ah Rasülü’nün (sal al ahü aleyhi vesel em) vefatından dolayı
ağladığını zannedip tesel i etmeye başlıyorlar. Ümmü Eymen onların sözünü keserek diyor ki; “O’nun vefatıyla
vahiy kesildi, vahyin bereketinden mahrum kaldık, ben ona ağlıyorum.” Basiretli kadın… Şimdi her gün, her
zaman önünüze inen böyle bir sofranın kesilmesine nasıl ağlamayacaksınız ki?
İnsibağa gelince; peygamberlik daire-i kudsiyesine mahsus bir şey o. Bu yüzden onun kendi ulviyet ve enginliği
içinde kabul enilmesi; müteal (aşkın) olduğunun, dolayısıyla ulaşılmazlığının idrakinde olunması gerektiğine
inanıyorum. Bununla beraber şunu ilave edelim; peygamber olmayan insanların da insibağları vardır. Meselâ,
Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin, Zeynelabidin Hazretleri.. hemen hepsinin huzurunun kendine göre bir insibağı vardır. Ebu Hanife Hazretlerinin ya da
Bediüzzaman’ın huzurunda oturma imkanı olsaydı, huzurun insana ifaza ettiği insibağın, sizin çehrenize uhrevîlik
adına çaldığı boyanın ne demek olduğunu, sizi uhrevîlik adına nasıl plâstize ettiğini görecektiniz, duyacaktınız. İç
aleminizde meydana gelen değişikler itibarıyla belki de kendi kendinize hayranlık duyacaktınız.

Kur’an okuma

Malesef biz doğru düzgün Kur’an-ı Kerim okumayı unutmuşuz. Hatta İmam Hatip’lerde ve İlahiyatlarda bile bu
eğitim insanımıza tam tekmil verilemiyor. Kur’an Kursları ölçüsünde verilemiyor desem kimse bana alınmasın.
Bu faslı Hafız Münâvi’den nakledilen bir vak’a ile kapatalım : “Bir genç hafızlığını ikmal ederken hemen her gün sabahlara kadar uyumayıp Kur’ân-ı Kerim’i hatmediyor. Ertesi gün de tabi  olarak hocasının karşısına rengi
solmuş, benzi sararmış olarak çıkıyor. Hem maddî hem de mânevî açıdan kendisine mürşid olabilecek
kapasitede olan hocası bu durumun sebebini onun ders arkadaşlarına soruyor. Onlar cevaben: ‘Üstadımız, bu
talebeniz hemen her gün sabahlara kadar uyumayıp, Kur’an-ı Kerim’i hatmedip duruyor.’ diyorlar. Üstad,
talebesinin Kur’ân-ı Kerim’i böyle okumasını arzu etmediği için bir gün onu karşısına alıyor ve: ‘Evlâdım! Kur’ân indiği gibi okunmalıdır. Bugünden itibaren sen Kur’ân’ı, şu ana kadar okuduğun gibi değil de beni karşında
farzederek, dersini bana takrir ediyormuşsun gibi oku.’ tavsiyesinde bulunur. Genç gider, hocasının tavsiyeleri
çerçevesinde o gece Kur’ân-ı Kerim’i okur ve sabah hocasının huzuruna geldiğinde, ‘Efendim bu gece ancak
Kurân-ı Kerim’i yarısına kadar okuyabildim’ der. Üstad, ‘Pekâlâ, bu gece de Kur’ân- Kerim’i doğrudan doğruya Rasûl-ü Ekrem’in (sal al ahu aleyhi vesel em) huzurunda okuyor gibi oku!’ emrini verir. Talebe "Kendisine Kur’ân
nazil olan Zât’ın huzurundayım, doğru okumalıyım" düşüncesiyle o gece Kur’an’ı daha dikkatli tilavet eder. Ertesi
gün üstadına Kur’ân-ı Kerim’in ancak dörtte birini okuyabildiğini belirtir. Üstadı talebesindeki terakkiyi görünce,
bir mürşidin müridinin dersinin arttırması gibi, ‘Bugün o emin melek, Cibril’in Resûl-ü Ekrem (sal al ahu aleyhi vesel em)’e tebliğ ettiği anda dinliyor gibi oku!’ der. Talebe ertesi gün: ‘Val âhi üstadım, bugün ancak bir sûre
okuyabildim.’ der. Üstad son adımı atar: ‘Evlâdım! Şimdi de onu, binlerce hicabın verasında bulunan Mevlâ-yı
Müteal’in huzurunda okuyor gibi oku! Düşün ki, okuduğunu Al ah (c.c.) dinliyor, senin için indirdiği kelamını senin
ile mukâbele ediyor.’ Talebesi ertesi gün ağlayarak üstadının karşısına gelir: ‘Üstadım, “Elhamdü lil âhi Rabbi’l âlemîn. Errahmanirrahim. Mâliki yevmi’d-dîn” dedim. Ama “İyyake na’büdü” demeye bir türlü dilim varmadı.
Çünkü “Sadece Sana kul uk yaparım” diyeceğim; diyeceğim ama ben o kadar çok şeye kul uk yapıyorum ve o
kadar çok şey karşısında serfürû ediyorum ki, O’nun karşımda hazır ve nazır olduğunu mülahazaya alınca
‘iyyake na’büdü’yü aşamadım.’ der."
Hafız Münâvi, bu gencin fazla yaşamadığını bir-iki gün sonra vefat ettiğini kaydeder. Onu bu seviyeye getiren
o bilge ve mânâ eri üstad, gencin mezarının başında onun ahvalini müşahade ederken, delikanlı hocasının
duyabileceği bir sesle, “Üstadım, ben hayyim (hayattayım). Hayy u Kayyum olan Sultanlar Sultanı’nın huzuruna
vardım ve hiç hesap görmedim.” diye konuşur.
Bu menkıbeyi nakletmekle "Bu ölçüler içinde Kur’an’ı okumuyor veya okuyamıyorsanız onu okumayın!" demek
istemiyorum. Fakat şu da unutulmaması gereken bir hakikat ki ruhumuzda inkılâplar meydana getirmeye Kur’an’ın ferdî ve içtimaî hayatımızda müessir olacağı düşünülemez. Biz Kur’anla değişebilmeli, O’nun ufkuna
yönelebilmeli, O’nu kendi derinlikleriyle duymalıyız ki O da esrarını sinelerimize boşaltsın.
Keşke çeşitli vesilelerle bir araya gelindiğinde çok değil bir on dakika bu işe ayrılsa; ağzı düzgün bir kişi talimde
bulunsa; bilenler bilmeyenlere talim etse; birebir mukabele şeklinde Kur’an okunsa.

19 Kasım 2016 Cumartesi

Okuma

1980 öncesinde vazifem gereği İzmir bölgesinde gezici vaiz olarak dolaşırken Turgutlu’da bir doktor, bir Batılı’nın
sözünü  aktarmıştı;  “Duran saat  yanlış  işleyen  saatten  daha  iyidir,  çünkü  günde iki  defa  doğruyu  gösterir.”  İşte
aynen bunun gibi, insan yanlış okuyacaksa hiç okumaması daha iyidir. Zira yanlış okuyan insan yanlış yorumlar.
Yanlış okumuş, yanlış yorumlamış,  yanlış  kanaatlar  edinmiş  insana  istikamet kazandırmak çok zordur. Nitekim bu  bizim  Türkiye’de canımıza  okudu.  Siz  hiç  köy  halkından  devlete  baş  kaldıran, anarşiye  karışan  insanlar
gördünüz mü? Maalesef, neler olduysa yanlış okumadan oldu. Bu, cehalete değil, doğru okumaya teşviktir.

Yaptırtmak

Takım halindeki çalışmalarda insanın bazen normal ve meşru haklarını kul anmaması gerekebilir. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Bir  başkasına  yaptırtmak  hoşunuza  gitsin.”  sözleri ile  verdiği  ölçü  içinde  mesela  siz  kendinizin
daha başarılı  olacağını  zannettiğiniz  durumlarda  dahi  başkalarını o  iş  için  tercih  edebilmelisiniz.  Bu  hem  ekip
ruhunun vazgeçilmez  esaslarından  biri,  hem  de  ihlas  ve  samimiyeti koruyacak  önemli  bir  iksirdir.  Bırakın,  son
adımı hep başkaları atsın. Ancak şu da var ki insan fıtratında işi kendisinin bitirme isteği hakimdir. Onun için bu
mesele o kadar basit ve kolaylıkla hayata geçirilebilecek bir düstur değildir.
Meselenin  tekniğini çok  anlamam  ama  futbolda  koskocaman  bir  ekip  oyun oynar,  en  son  bir  oyuncu  ayağının
ucuyla  dokunur  ve golü  atar.  Herkes  o  golü  atan  oyuncuyu  nazara  verir, kahraman  yapar.  Omuzlara  o  alınır,
manşetlere o çıkartılır. Oysa ki orada bir ekip çalışması vardır. Diğer oyuncular pozisyonu hazırlamasaydı, o kişi
golü atabilir miydi?
Bence  meseleye böyle bakmak lazım. Geleceğin iftirak ve ihtilafının çözülmesinde bu ruh, bu düstur büyük rol
oynacaktır. Aksine, “Herkes Cennet’e girmeli ama anahtarı bende olmalı”, veya “Golü mutlaka ben  atmalıyım.”
misal eri ile açıklanabilecek ruh bizim adımıza çok tehlikeli.  Bırakın  anahtar  başkasında  olsun,  bırakın golü  bir
başkası atsın. Ruhu öldüren bu tip tehlikeli hastalıklardan geri duralım.
Herkesin bir izzet duygusu, bir onur duygusu var diyorsanız, bu duyguları gelin alem-i İslam’ın içinde bulunduğu
ş u mezel etten  kurtarmak  için  kul analım.  Zira  müşterek haysiyetimiz,  müşterek  şerefimiz  ayaklar  altında.

İsraf

İsraf… Bütün insanlığın iktisadi anlamda belini büken bir kanser o. Geçenlerde sordum arkadaşlara banyolarda
kul andığımız kağıt havluların fiyatlarını. Bir rakam söylediler, ucuz veya pahalı önemli değil, önemli olan onun
tam-tekmil kul anılması, israf edilmemesi. Bilmem medâr-ı fahr olur mu ama örnek olması açısından söylemekte
mahzur  görmüyorum; burada mecburiyetten dolayı kul andığımız kağıt havluların her bir parçasını üç-dört kere
kul anıyorum ben. Önce elimi-yüzümü siliyorum, sonra  ayaklarımı kuruluyorum, sonra da banyo tabanını siliyor,
sonra atıyorum. İsraf olur diye lüzumsuz yanan ışıkları hemen söndürüyorum. Ama aynı hassasiyeti her yerde
göremiyorum. Yemeden içmeden tutun, giyinmeye kadar herşeyde israf hakim hayatımıza.
Bediüzzaman  Hazretleri’nin  İktisat Risalesinde  ortaya  koyduğu  düsturlara  bakın.  Hapishanelerde işkenceler,
sıkıntılar, açlıklar, susuzluklar ve bunların karşısında sarsılmaz bir iman, ahirete bakış, kadere rıza… Ve sonra bakıyorsunuz,  o  sıkıntılara  maruz kalan insan sürekli şükürle, Al ah’a hamd u senayla dimdik ayakta. Bizim de
aklı  başında,  iyi  yetişmiş, maksadını  güzel  ve  takılmadan  ifade  eden  insanlara ihtiyacımız  var.  Ta  ki  çıksınlar
televizyon  programlarına bu örnekleri dile getirsinler, girsinler halkın içine mazhar olduğumuz Al ah’ın lütuflarını
nazara versinler, insanları nankörlükten kurtarsınlar, O’nun bize olan lütuf ve ihsanları karşısında tam bir kul uk
sergilememiz gerektiğini anlatsınlar.

Yoldakiler

ferdî enaniyet, cemaat enaniyetine inzimam edince kırılmaz bir hâl alıyor. Aslında herkesin malumu olduğu üzere eserlerde ‘ene(ben)’yi kırmak için ‘nahnu(biz)’ye müracaat etmek tavsiye ediliyor. Ama burada ‘nahnu’ de
işe yaramıyor. Onun için ‘nahnu’yü de aşıp ‘Hüve(O)’ye sarılmak gerektiğine inanıyorum. Zira, hepimizin sürekli
rehabilitasyona,  nasihata; bu ölçüleri zihnimizde canlı tutmaya ihtiyacımız var. Harun Reşid’in defalarca Fuzayl
ibni  Iyâz’ın  dizlerinin dibinde  hıçkıra  hıçkıra  ağladığını  biliyoruz  biz. Selâhaddîn-i  Eyyubi’nin  Izz  ibni Abdüsselâm’ın  dizlerinin dibine  kapanıp  ağlaması  da  az  değildir.  Ya  Zembil i’nin yanında  hıçkırıklara  boğulan
koca sultan Yavuz Selim’e ne demeli.
Evet,  ‘ve’l-muhlisûne  alâ  hatarin azîm’  deniliyor  hadiste.  Yani  “..İhlasa  erenlere  gelince, onlar  da  büyük  tehlike
içindedir.”  Menkıbe  kitaplarında anlatılır,  Hazreti  Musa  Cenab-ı  Hakka  diyor  ki:  “Ya Rabbi!  Hayret  ediyorum,
Sana gelmiş, ulaşmış insanlar nasıl oluyor da başka mülahazalara kapılıyorlar.” “Ya Musa” diyor Cenab-ı Hak; Onlar bana gelip ulaşanlar değil, yoldakiler.” Al ah hepimizi muhlisin basamağını da aşıp muhlas olan yani ihlasa
erdirilmişler zümresine ilhak eylesin.
Al âhümmec’alnâ  min  ibâdike’l-muhlisîne’l-muhlasîn el-veriîne’z-zâhidîn  el-mukarrabîne’r-râdîne’l-merdiyyîn es-
sâfîne’l-muhibbîne’l-mahbûbîn.
Amin Ya Rabbi!

Hüve’l-Habibul ezi turcâ  şefaatuhu

Kaside-i  Bürde’den  olan 

“Hüve’l-Habibul ezi turcâ  şefaatuhu  

Likül i  hevlin  mine’l-ehvâli  muktehimi

Mevlâye sal i ve sel im dâimen ebedâ

Alâ Habibike Hayri’l-halki kül ihimi”

parçasını Selef-i Salihin bela ve  musibetleri yoğunlaştığı anlarda bin defa okurmuş.

Lev kâne hubbuke sâdikan

Sevgi  ile  alakalı  bir  örnek  daha  arzedelim  isterseniz;  Kur’an-ı  Kerim’de  “İn  küntüm  tuhibbûnal âhe  fettebiûnî
yuhbibkumul âh – Eğer Al ah’ı seviyorsanız bana ittiba edin ki Al ah da sizi sevsin.” buyuruluyor. Buradaki Al ah
sevgisini nasıl anlayacağız? Selef bu mevzuda; “Detaya inmeyelim, çünkü mezel e-i akdamdır (ayakların kayma
noktasıdır),  inhiraflar,  sapmalar  yaşayabiliriz.”  demiş. Ama  bazıları  da  tam  aksine  farklı  bir  zaviyeden  bu Al a
sevgisini,  kısmen  aşık-maşuk  münasebetini  andıracak  şekilde  ele  almış  yazı  ve  şi rlerinde.  Mesela,  Rabiatü’l
Adeviye;

“Lev kâne hubbuke sâdikan le eta’teh

İnne’l muhibbe limen yuhibbu mutîu –

Senin Cenab-ı Hakk’a
olan  sevgin  iddia  ettiğin  gibi  doğru  olsaydı  O’na  itaat  ederdin.  Zira  seven  kimse  Sevdiği’ne  itaat  eder.”  diyor.
Efendimiz sal al âhu aleyhi ve sel em’e “Habibul ah” denmesini de bu zaviyeden değerlendirebilirsiniz.Zira eğer sadece Efendimiz’in Al ah’a olan sevgisinden bahsedilseydi -ki bazıları insan Al ah’ı sevemez, itaat eder derler,
bu Al ah’ı bilmeyenlerin kabaca laflarından ibarettir- O’na “Habibul ah” denmezdi de “Muhibbul ah” denirdi. Oysa
ki “Habibul ah” siga açısından hem fail hem de mef’ul manası verir. Bu durumda “Habibul ah” Al ah’ı seven ve
Al ah tarafından sevilen manasına gelir

Gel Habibim ben sana aşık olmuşam

Cenab-ı  Hakk’ın  yarattığı  varlığa  karşı  muhabbeti  Zatına  olan  sevgisinin  bir  ifadesidir.  Bu  hakikati  izaha
geçmeden önce sevgi kavramı açısından bir hususun farkına varılması gerekir; sevgi aslında bir zaaftır, birine karşı belki de elde olmadan gösterilen bir temayüldür. Onun için sevgiyi Zat-ı Uluhiyete isnad ettiğimizde ve buna
benzer  durumlarda,  O’nu  münezzeh  ve  müberra  gösterme  ihtiyacını  hissediyoruz,  “La  teşbih”  diyoruz;  diyoruz
çünkü başka türlü ifade etme imkanımız yok.
Bir örnek arz edelim isterseniz; Süleyman Çelebi mevlidinde;

Gel Habibim ben sana aşık olmuşam,

Cümle halkı sana bende kılmışam

  diyor. “Aşık olmuşam” sözünü nasıl izah edersiniz? Aşk, insanın çok defa elinde olmadan özel ikle karşı cinse
gösterdiği temayülün adıdır, bir zaaf göstergesidir ve bunlar bizim telakkimize göre Zat-ı Uluhiyet açısından ters
şeylerdir. Fakat şu da bir gerçek ki başka türlü ifade imkanımız yok.
Meselenin  bir  başka  yönü  ise  Zat-ı  Uluhiyet’in  mevcudiyeti  mülahazasına  bağlı  olarak  yapılan  temsil  ve
teşbihlerdir.  İşte  bu  noktada  ben  temsil  desem  de  teşbih  demeden  kaçınıyorum.  Çünkü  el,  ayak,  kudret konuşma, idrak, dileme gibi kavramlar ister istemez insan zihnine bütün bunlarla muttasıf varlıkları akla getiriyor.
Onun için bu türlü misal verilmesinin gerekli olduğu yerlerde “Velehü’l meselü’l a’lâ” veya “Bir misal e meseleyi
ortaya koyma, vaz’etme” demeyi tercih ederim

Mübahele

Âl-i İmran Suresi’nin 61. ayetine “mübahele” âyeti denir. Ayette, “Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle ÃŽsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: “Haydi gelin oğul arımızı ve oğul arınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Al ah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Al ah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.” denmektedir.
Mübahele: “Hangi taraf yalancı ise Al ah’ın ona lânet etmesini gönülden istemek” demektir. Hicri 9. yılda Necran Hristiyanlarını temsil eden 70 kişilik heyet, başlarında liderleri olarak Medine’ye gelip Peygamber Efendimiz’le kıyasıya tartışmış, hakikati kabule bir türlü yanaşmamışlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil olunca, Hazreti Peygamber (sal al ahu aleyhi ve sel em) ilahi emir gereği mübaheleyi teklif etmişti. Necranlılar düşünmek için mühlet istemişlerdi. Bunu kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Efendimizin yanına geldiklerinde bakmışlardı ki; O, Hazreti Hüseyin’i kucağına almış, Hazreti Hasan’ın elinden tutmuş, Fatıma annemiz ile Hazreti Ali’yi arkasına katarak “Ben dua edince siz de “âmin” dersiniz” diyor. Heyecana kapılan hey’et başkanı hemen mübaheleyi kabul etmediklerini bildirmiş, vatandaşlık vergisi vererek İslâm hâkimiyeti altında yaşamayı benimsediklerini söylemişti. Peygamber Efendimiz de onlara, kendilerine tanınan hakları ve yükümlülükleri bildiren bir emanname vermişti.
2/5
İşte, Efendimiz aleyhissalatu vesselam ile Necranlı Hristiyanlar arasında cereyan eden hâdise münasebetiyle orada teklif edildiği gibi ben de asılsız iddia ve isnatlarla sürekli bize saldıranları o türden bir ibtihale çağırabilirim.
Nasıl?.. Lisanımı bedduaya alıştırmadığım için ifade etmekte zorlanacağım ama mesela ben “Eğer teşvikçisi olduğum şu
hizmetlerde dünyevî bir hedefim varsa; mesela, Türkiye’yi bütün zenginliğiyle ve imkanlarıyla getirip bana teslim etseler, onu, küçük tahta kulübemdeki hayatıma tercih edecek ve makama-mansıba, mala-mülke temayülde bulunacaksam Al ah beni yerin dibine geçirsin” diyeyim ve 70 milyon Türk insanı da buna “âmin”
desin. Yok onlar iddialarında yanılıyorlar ve o isnatları kasıtlı olarak dile getiriyorlarsa -şimdi kimseye beddua etmek istemiyorum ama eğer çocukluk hâlim olsaydı belki şöyle diyebilirdim- “Al ah onların yuvalarını başlarına yıksın, evlerine ateş salsın, düzenlerini başlarına geçirsin, yer parça parça olsun da yerin dibine batsınlar” diyeyim. Ben demesem de, bu bedduaları üslubuma ve kul uk anlayışıma ters bulsam da, Anadolu’da bunu diyen bir sürü masum ve muztar insan vardır şu anda. Evet ben demesem de, O Al âmu’l-guyûb olan Al ah’ın yapılan zulümleri karşılıksız bırakmayacağına da inancım tamdır. O Haziran fırtınasından sonra da diş gösteren, çelme takan, iftira eden ve dine saldıran nice müfsid vardı.. ben beddua etmedim onlara, “Al ah’tan bulsunlar” bile demedim. Ama biliyordum ki, benim şahsımda dine saldıran ve o ölçüde müslümanlara düşmanlık yapan
kimseler Al ah’tan bulacaklardır. O Rabb-i Kerîm’ime, “Hasbunal ahu ve ni’mel vekîl” diyerek öyle itimad ediyorum ki, biz O’nun yolunda isek ve ben şu ahd-ü peymânımda samimi isem, bundan sonra da o diş
gösterenleri ve pençesiyle tehdit edenleri Al ah Teala iflah etmeyecektir.

Manâ kökümüz

Bazıları diyor ki: "Bu büyük bir proje. Bir cami hocasının –alaya almak, tahkir etmek için böyle diyorlar-kafasından çıkmış olamaz bu işler." Doğru. Ben hayatımın hiçbir döneminde bu faaliyetlerin benim projem olduğunu, benim kafamdan çıktığını iddia etmedim ki. Al ah’a sığınırım bu türlü iddialardan. Bu her şeyden önce Al ah’a karşı bir küstahlık ve saygısızlıktır. Bunların hepsi Cenab-ı Hakk’ın lütfudur, ihsanıdır. O muhit ilmin, muhteşem kudretin, baş döndüren iradenin sahibi bizleri istihdam ediyor. Bizim manâ köklerimiz ve manevî beslenme kaynaklarımız da bu tip düşünceler içine girmemize manidir.
Bu söz bana bir şeyi hatırlattı: Hazreti Ömer, Yermük gibi çok ciddi bir savaşta ordu kumandanı Hazreti Halid’i vazifeden alıyor. Çok muazzam bir savaş, düşman
kuvvetler müslümanların en az on katı. İslam ordusunda şehit sayısı oldukça fazla. Önemli simalar da var bunlar arasında. Meselâ Ebu Cehl’in müslüman olmuş oğlu İkrime ve Amr b. As’ın bababir kardeşi Hişam da şehid. Ve işte böyle bir savaşta Hazreti Ömer Halid b. Velid’i azlediyor.
Koca Halid sarığı boynunda halifenin karşısına çıkıyor. Halid gibi bir insan: İki devletin başına balyoz gibi inmiş, yerle bir etmiş, tarihte eşini göstermenin zor olduğu müthiş bir erkan-ı harp. Ama sarığı boynunda,
kumandanlıktan azl edilmiş, sıradan bir nefer, Halife-yi rû-yi zeminin önünde. Diyor ki Hazreti Ömer -ruhum ona feda olsun-: "Halid! Biliyorsun seni çok severim. Fakat halk elde edilen zaferleri senin şahsından biliyor. Halbuki ben biliyorum ki bunları bize ihsan eden Al ah’tır. Senin bir mit haline gelmenden, putlaştırılmandan endişe duyuyorum. Azlediş nedenim bu…" Ve Koca Halid o güne kadar emrinde çalıştırdığı bir adamın, Ebu Ubeyde b.
Cerrâh’ın emrine giriyor; giriyor ve hayatının sonuna kadar savaşıyor. Evet Halid, gerçek bir mefkûre insanıydı ve "Âşe hamîden, mâte fakîden – Hep övgüye değer bir insan olarak yaşadı, İslam’ın yitiği olarak da yürüdü öbür âleme." Vefat etti; bir atı kaldı, bir kalkanı, bir de kılıcı. İki devleti yerle bir etmiş adamın arkada bıraktığı mirası işte buydu.Şimdi biz bu tarihi hâdisenin arkasında yatan düşünce, inanç, bakış açısı -ne derseniz deyin- işte ona bağlıyız.
Manâ kökümüz bizim bu. Bundan farklı ne düşünürüz ne de hareket edebiliriz. Onun için bazılarının kendi persektiflerinden, kendi değer ölçülerine bağlı olarak söyledikleri şeyler benim için bir manâ ifade etmiyor.
Evet, günümüzün mefkûre insanları konumlarının farkındalar. Nerede, nasıl davranacaklarını bilirler. O
davranışların sebeplerine de vakıftırlar. Şuurluca yaparlar yaptıkları şeyleri.

Gönüllere sultan

Bir başka hatıra Balkanlar’da yaşayan bir Gagavuz profösöre ait: Şarkiyat eğitimi yapmış, Türkçe de bilen birisi bu. O Osmanlılar’la günümüzdeki eğitim faaliyetlerini mukayese etmiş ve demiş ki: "Osmanlılar devşirme usulüyle bizim çocuklarımızı aldı, kendi kültürleriyle onları yetiştirdi ve nihayet onlarla bizi vurdular. Bizim ülkemizi bizim çocuklarımızla fethettiler. Size gelince, sizler bizim çocuklarımıza yine bizim adımıza günümüzün yükselen değerlerini talim ediyor ve onlara seviye kazandırıyorsunuz." Bu zatın Osmanlı’nın devşirme sistemi hakkında yaptığı yorumlar belki uzmanlarınca tartışılabilir bir konudur ama günümüz adına söylediği şeyler aklı başında her insanın bir gün mutlaka kavrayacağı bir farklılıktır.
Evet, artık maddî kılıç kınına girmiştir. Medenilere galebe ikna iledir. Güç ve kuvvet ile insanları bir yere 1/2
yönlendiremezsiniz. Süper gücünüzle gider bir yeri işgal eder, yakar-yıkar, öldürürsünüz ama bütün dünyanın tepkisini alırsınız. Öte yandan akıl, mantık, muhakeme ile, evrensel insanî değerlerle girerseniz, gönüllere sultan olursunuz Al ah’ın inayetiyle.

Yapı taşları

Dünyanın dört bir yanında, ancak nice fedakârlıklarla yapılabilen eğitim faaliyetleri ortada. Hiç unutamadığım bir hatıram var: Moskova’da yapılan mezuniyet töreninde bir Rus öğrenciye sordular: "İlerisi için idealin nedir, gelecekte ne yapmak istersin?" Öğrencinin verdiği cevap şu oldu: "Başta Türkler’le iyi bir münasebete geçmek isterim." Ağladım bu tablo karşısında ben. Hafife almayın bu manzarayı. Bugün dünyanın dört bir yanında pek çok kardeş ve dostumuz var. Bunun yanında mütereddit ama karar aşamasında tercihini bu ülke ile, bu ülke insanı ile dostluk ve işbirliği istikametinde kul anacak bir çok insan var. Bunlar geleceğin dünyasında geleceğin Türkiyesi için çok önemli kaideler yani yapı taşlarıdır.

İki günü müsavi olan

Efendimiz sal al âhu aleyhi ve sel emin: “İki günü müsavi olan aldanmıştır.” beyanı bu açıdan çok önemlidir. Buna göre iki günü eşit olan inanç mevzuunda da, İslam
mevzuunda da, ihsan mevzuunda da aldanmıştır. Bir misal e açalım: insan hayatı boyunca bir minareye tırmanıyor gibidir ve öyle olmalıdır. Minarenin şerefesine ulaştığı an ise onun ölüm anıdır. Onun için insan şerefeye ulaşıncaya kadar sürekli hep bir basamak merdiven atlamaya bakmalıdır. Hep daha yukarı, daha yukarı, daha yukarı demelidir. Bir başka tabirle o bir “hel min mezid”
kahramanı, devamlı araştıran, ilerleyen, tahkikatta bulunan, ilimde, fikirde, marifette derinleşen, ama bir türlü doyma bilmeyen bir yolcu gibi olmalıdır. Tıpkı Ayetü’l-Kübra’daki seyyah gibi. Çünkü bizim bu tür yenilenmeye ihtiyacımız var. Herkesin, ilim erbabının da, erbab-ı tarikatın da ihtiyacı var.

Ömer b. Abdulaziz

Hulefa-yi raşidin arasında il â birine müceddit denecekse bence o Seyyidinâ Hazreti Ömer olmalıdır. Fakat genel kabul ilk müceddidin Ömer bin Abdülaziz olduğudur. O, iki buçuk sene süren iktidarında, kendinden önceki, Haşimilere ve Efendimiz’in ehl-i beytine karşı olan Emevi hıncını, kinini, nefretini durdurmaya calışmış, dinin haysiyet ve onuru için mücadele etmiş bir insandır. Minberlerde Hazreti Ali dahil Raşid Halifelerin adlarının okunmaz hale geldiği o dönemde her Cuma minberden “İnnal âhe ye’müru bi’l-adli ve’l-ihsani…” ayetini okuyup adalet, istikamet ve ihsanla hareket etmiş ve devlete bütün sui stimal erin önünü tıkayan bir yapı kazandırmıştır. Öyle ki Velid döneminde onbin dinar alan halasının tahsisatını bile kesmişti Ömer b. Abdulaziz. “Yeğenim, onbin dinar alıyordum, sen kestin bunu!” diyen halasına, “Halacığım!” diyor, “Nereden bulup vereyim? Hazinenin –ki mil etin malı- durumu ortada. Bu durumda iken ben sana on bin dinar veremem ki!”
Sonra da her zaman yaptığı gibi kalkıp biraz zeytin yağı getiriyor biraz da ekmek ve “Halacığım biraz yemek istemez misin?” diyor ve ekmeği yağa banıp yiyor. Tefessüh etmiş bir devlete zühd, yeniden Muhammedî bir ruh kazanma düşüncesini getiriyor.

İki kardeşten biri şehirde diğeri dağda

Sakın ha ben boğulmam demeyin. Zira nefs-i emmare bir devvar-ı gaddardır (zalim bir çark). Nice şahları, nice Heraklitleri dize getirmiştir. Hazreti Yusuf gibi bir peygamber bile "İnnennefse leemmâratün bis’sûi – Şüphe yok ki nefis kötülükleri emredicidir" diyerek ona itimat edilmeyecegini bildirmiyor mu?
Evliya menkıbelerinde anlatılır: İki kardeşten biri şehirde diğeri dağda yaşıyor. Şehirde yaşayan ismetini iffetini, kulağını, gözünü, ağzını, dilini… hani camilerde denilir ya "cemî-i cümle azalarını" koruyor günahtan. İhtimal o, şehirde yaşarken kendini kudsi bir hizmete adadığından dolayı Al ah siyanet ediyor. Ya da dine hizmet
mülahazası tüm benliğini sardığından "bana yakışmaz bu türlü şeyler" diyor ve kendini koruyor. Bunun kapısının önünde bir su tulumu asılıdır. İçi su dolu ama gariptir tulum hiç su damlatmıyor. Dağda halvette yaşayan ve sürekli Al ah’ la münasebet içinde bulunan diğer kardeş bir gün şehre ziyarete geliyor. Onun da su tulumu var dağda iken hiç damlatmayan.
Gelince o da asıyor tulumunu kardeşinin tulumunun yanına. Bir kaç dakika
geçince başlıyor tulum su damlatmaya. İşte hüner burada. Şehirde yani en tehlikeli yerlerde, kendini salmadan, Al ah’la münasebetini bütün samimiyetiyle devam ettirmede.
Evet, alabildigine müsait ortamlarda, günahlardan uzak, münzevi bir hayat yaşarken, orada sadece ibadet u taatle meşgulken bile şeytan gem vuruyorsa insanın ağzına.. kulak deliğinden, göz deşiğinden yol bulup giriyorsa günahlar.. nefis her gün ayrı bir gayyaya sürüklüyorsa onu.. o insan tehlikeli noktalarda hiç ayakta duramaz ki! Devrilir gider.
Demiri sıcak yanından tutan demirci babalar, hamur eline yapışmayan somuncu babalar gibi, bir şeyin babası olmak lazım. Gelin siz de bu kudsi mesleğin babası olun ve zirvelere tırmanın mesleğinizde. Muhyiddin b. Arabi Hazretleri Şam’ da caddede yürürken dar ağacında berdar edilen (asılmış) birini görür. Etrafındakilere suçunun ne olduğunu sorar. "İçki, zina, adam öldürme… hepsini işledi ve gün geldi, derdest edilip asıldı" derler. Hazret koşar ve ayaklarını öper şakinin, kendi mesleğinde zirveye çıktığı için. Bize de böyle olmak düşmez mi? Yani mesleğin babası olmak ve zirveye çıkmak.