28 Mart 2016 Pazartesi

Kimseye bâki değil mülk ü devlet, sim ü zer

Eğer bugün siz en muğlak problemleri bile çözebilecek istişare mekanizmasını işletmez, ortak akla başvurmazsanız ortaya çıkan zincirleme yanlışlar karşısında ezilir kalır, daha sonra da suçluluk psikolojisine girer, etrafınızda suçlular arar ve neticede çevrenizde yıkmadık gönül, küstürmedik insan bırakmazsınız. Suç da, kabahat de sizde olduğu hâlde, sürekli etrafınızdakileri suçlayarak kendinize olan güveni sarsar, onları kendinizden uzaklaştırır ve kaçırırsınız. Hâlbuki bir şâirin ifadesiyle,

“Kimseye bâki değil mülk ü devlet, sim ü zer;

Bir harap olmuş gönül tamir etmektir hüner!”

Eğer altın ve gümüş birisi için bâki olsaydı, onlar Karun’un işine yarardı. Oysaki o, hazineleriyle birlikte yerin dibine batırıldı. Bununla da kalmadı, Kur’ân’da lanetlenmek suretiyle mânen de insanlar tarafından sürekli yerin dibine batırılmaya mahkûm edildi. (Bkz.: Kasas sûresi, 28/76-83)

26 Mart 2016 Cumartesi

Değildir bu bana layık bu bende

Şayet biz de talepte bulunmadan bazı mevhibe ve vâridata mazhar oluyorsak bu durumda onları

“Yâ Rabbi! Değildir bu bana layık bu bende
Bana bu lütf ile ihsan nedendir?”

mülahazasıyla karşılamalı ve onların istidraç olmasından endişe etmeli, korkudan tir tir titremeliyiz. 

Dövene elsiz

İman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş adanmış ruhlar, sevgi ve müsamaha ufuklarını her yerde korumalıdırlar. Maruz kaldıkları en deni saldırılar karşısında bile onlar yol ve yön değiştirmemelidirler. Yunus Emre, 

“Dövene elsiz,
sövene dilsiz,
derviş gönülsüz gerek.”

 diyor. Son kısmı biraz değiştirerek, isterseniz siz “Kur’ân talebeleri gönülsüz gerek.” diyebilirsiniz. Evet, onlar, kırılsalar da kırmamalı, incinseler de incitmemelidirler.

Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile

Merhum Seyyid Kutup, “Nerede biz, nerede hakikî Müslümanlık!” demişti. M. Akif’in konuyla ilgili sözleri ise daha ağırdır:

“Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile;

Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile,

Kaç hakikî Müslüman gördümse, hep makberdedir,

Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!”

Bunları söyleyerek kimseyi ümitsizliğe düşürmek istemem. İnsan daha baştan yeis kapılarını arkasına kadar sürgülemeli ve asla ümitsizliğe düşmemelidir. Fakat bunun yanında insan, sık sık kendini murakabeye tâbi tutmaktan da geri durmamalıdır. Çünkü burada hesaplı yaşarsanız, öbür tarafta altından kalkamayacağınız hesaplarla karşı karşıya kalmazsınız.

Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat

İnsan, şer’î emirleri olduğu gibi tekvinî emirleri de bir kitap gibi okumalı, bütüncül bir nazarla hadiseler arasındaki irtibatı yakalamaya gayret etmeli, sebep-sonuç münasebetlerini görmeye çalışmalıdır. Recaizade M. Ekrem’in ifadesiyle,

“Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.”

Bazı hadiseler rastlantıya verilecek olsa ve bunların meydana gelme ihtimalinin yüzde bir olduğu söylense bile, bu tür hadiselerin alâkalı olduğu daha başka hadiseler de işin içine dâhil edildiğinde ihtimal hesapları binde bire, milyonda bire ve milyarda bire doğru düşmeye başlayacaktır.

Harâp eller, yıkılmış hânumanlar, kimsesiz çöller

Hazreti Bediüzzaman’ın yaşadığı döneme bakacak olursanız, her şeyin gümbür gümbür yıkıldığını ve bütün değerlerin alt üst olduğunu görürsünüz. Nitekim Mehmet Akif o günleri;

“Harâp eller, yıkılmış hânumanlar, kimsesiz çöller

Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar.”

ifadeleriyle resmetmiştir. İşte Üstad Hazretleri bütün bunları gördüğünde derdin çok büyük olduğunu anlamış ve buna derman olabilecek bir çözüm arayışına girmiştir.

Bir gün fakir bir adam

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), durağanlığı, pasif bir hayat yaşamayı, amelmanda olmayı ve elin-âlemin eline bakmayı asla istemez, böyle bir duruma rıza göstermez. Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem), dilenciliğe savaş açmış, pek çok hadis-i şerifte onu zemmetmiş, ümmetini de dilencilik yapmaktan sakındırmıştır.

Mesela bir gün fakir bir adam Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek bir şeyler istediğinde, o adama evindeki bazı eşyaları sattırmış, sonra bu parayla bir balta satın aldırarak onu ormana göndermiş, kesip topladığı odunları satmasını istemiştir. Adam, bir süre sonra alma durumundan verme durumuna yükselip kazandığı paralarla Efendimiz’in huzuruna geldiğinde, ona şöyle demiştir: “Bu, senin için kıyamet gününde yüzünde bir dilencilik lekesi ile gelmenden daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvûd, zekât 26; İbn Mâce, ticârât25)

25 Mart 2016 Cuma

Arzın altındaki öküz...

Hem zaten yapılan hizmetlerin hiçbiri bizimle kaim değildir. İronik bir dille ifade edecek olursak,

“arzın altındaki öküz”

değiliz ki, öldüğümüz zaman yer yıkılsın!

Âb-ı pâke ne zarar...

Zâlim ve mütecaviz bir kısım kimselerin aleyhinizde yürüttükleri bir kısım komplolara, iftira ve tezvirlere de takılmamak gerekir. Bir Türk atasözünde geçtiği üzere,

“Âb-ı pâke ne zarar, vakvaka-i kurbağadan!”

Yani kurbağa ötmesinin temiz suya hiçbir zararı olmaz. Önemli olan suyun, pak ve temiz olmasıdır. Siz doğru bir yolda, iyi bir güzergâhta yürüdükten sonra, fitne ve fesada kilitlenmiş bir kısım kirli ağızların aleyhinizde söyleyeceği lafların hiçbir önemi yoktur.

Her üren (havlayan) kelbin ağzına bir taş atacak olsan...

Hazreti Üstad’ın, Kur’ân-ı Kerim’e dil uzatanlar hakkında naklettiği şu mısraı hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz: 

“Her üren (havlayan) kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.”

(Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.127)

Tîz reftâr olanın pâyine damen dolaşır

Sabrın türleri diyebileceğimiz bu hususların hiçbirisi ihmal edilmezse şayet, bu sırlı anahtarla nice kapılar açılabilir. Fakat sabırla hareket edilmeyip acele edildiği zaman ise tökezleme mukadderdir. Zira

“Tîz reftâr olanın pâyine damen dolaşır,

Erişir menzil-i maksuda aheste giden.”

Acele edenin eteği ayağına dolaşır; fakat temkinli hareket eden insan maksadına erişir. Bu açıdan mü’minlerin hesaplı yürümeleri gerekir. Hesaplı yürüme veya sabırlı hareket, âtıl durmakla karıştırılmamalıdır. Bilâkis insan, sürekli aktif olmalı, hedefine yürümeli fakat yürürken de, tedebbür, tezekkür, teemmül ve temkinle yol almalıdır.

Doğacaktır sana va´dettiği günler Hakk’ın

Şahsen, imanı güçlü bir insan olduğumu iddia edemem. Bununla birlikte yirmi yaşımdan bu yana hayatım hep baskı ve tazyik altında geçmesine rağmen hiç ümidimi kaybetmedim. Daha askere gitmeden cami penceresinden alınıp karakola götürüldüm, hakarete uğradım, tehdit edildim. Fakat bütün bunların menfi mânâda bana hiçbir tesiri olmadı. Bir ân bile yürüdüğüm yoldan geriye dönmeyi düşünmedim. Alınıp götürülme, bir yere atılma gibi tehdit ve tazyikleri hiç mi hiç önemsemedim. İki tane insan bulduğumda hemen cami içinde oturup onlarla ders okumaya koyuldum. Yaşadığım sıkıntılar askerlikten sonra da devam edip gitti. Fakat ben, hiçbir zaman ye’se düşmedim. Hayatım boyunca hep,

“Doğacaktır sana va´dettiği günler Hakk’ın;

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”

mülâhazalarına bağlı kaldım. Zira Cenâb-ı Hak,

وَلَا تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِ اللهِ إِنَّهُ لَا يَيْأَسُ مِنْ رَوْحِ اللهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ

(Yusuf sûresi, 12/87) kavl-i kerimiyle Allah’ın rahmetinden ümidin kesilmemesi gerektiğini ve kâfirlerden başka hiç bir kimsenin O’nun rahmetinden ümidini kesmeyeceğini ifade buyurmuştur.

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta

Hususiyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde beşerin maruz kaldığı olumsuzluklara tarihin hiçbir döneminde hiçbir toplum maruz kalmamıştır. Mehmet Akif,

“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,

Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi.

Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zeminin,

Salgındı bugün Şark’ı yıkan tefrika derdi.”

ifadeleriyle o dönemin fecaat ve fezaatını resmettikten sonra,

“Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi,

Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi,

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi.”

mısralarıyla sosyal hayatta cereyan eden bu “sünnetullah”a işaret etmiştir.

Arapça / يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’yı çok iyi bilen usûlüddin ulemasının ifadelerinden Cemâlullah’ı müşahedenin en büyük Cennet nimeti olduğu sonucu çıkartılabilir. Mesela Sirâceddin Ali İbn Osman el-Ûşî Ehl-i Sünnet itikadını mısralara döktüğü bir şiirinde bu hakikati şu ifadelerle dile getirir:

 يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

 وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

 فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

 فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54) Hazreti Üstad’ın ifadesiyle de, binlerce sene mesudane yaşanan dünya hayatı Cennet’in bir saatine mukabil gelmediği gibi, Cennet’in de binlerce sene hayatı Cemâlullah’ı rü’yetin bir dakikasına mukabil gelmeyecektir. ( Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.260 (Yirminci Mektup, Birinci Makam))

Cânı Cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil

Böyle anlar (Ramazan) bize, o kadar içli, o kadar tatlı, o kadar munis ve o kadar yumuşak gelir ki, böyle bir süreçte zamanın saniyeleri, saliseleri o kendilerine has nefasetleriyle ruhlarımızın derinliklerine sindikçe, bir vuslat çağına girdiğimiz hülyalarına kapılarak varlığımızın kubbesi çatlayacakmış da öteye geçecekmişiz gibi olur. Aslında, 

“Cânı Cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ eyleyelim o ne senindir ne benim”

mülâhazasını paylaşanlar için bu tabiî bir vetiredir.

24 Mart 2016 Perşembe

Ey Rab Seni bilmemek hasret, yakınlık ateş

Ramazanın büyüklüğü ve Hak rahmetinin enginliği nispetinde onda öyle bir âhenge erer, öyle yerli yerine oturur ve öyle ufkî bir derinliğe ereriz ki, gönlümüz Hakk’a en yakın olmanın huzurunu duyar ve bütün benliğimiz yer yer O’nun rahmet tecellileri karşısında ra’şelerle ürperir, zaman zaman da üns esintileriyle sarıldığımızı hisseder gibi olur;

        “ Ey Rab Seni bilmemek hasret, yakınlık ateş,

           Sinelerde yanan kor ocaklardakine eş..

           Hele aşkın hele aşkın, aşkın tam bir Cennet.!

           Ne olur aşkınla dirilmeme inayet et!”

diye mırıldanır, ufkumuzla bütünlüğümüzü gözden geçirir ve içinde bulunduğumuz havaya öyle uyarız ki, hem en saf neşelerle coşan bir çocuk, hem de bin âhı birden duyabilen bir hassas ruh gibi, iki kutuplu bir dünyanın merkez noktasında, elemi zevklerine eş, endişeleri sevinçleriyle at başı, ümitleri her zaman temkine dayalı, korkuları recâ payandalı, ikilemler içinde ama mutlaka tevhid hedefli en engin duygularla ufuktan ufuğa koşarız; koşar ve âdeta ruhlarımızın kubbesi çatlayıp da açıkta kalacakmışız gibi bir hisle ürpeririz.

Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder

şimdiye kadar bu mübarek ayı, değişik iltifat esintileriyle defaatle idrak ettik ve defaatle Ramazanlaşmaya çalıştık; millet olarak şanlı günlerin içli ve derin Ramazanları.. harb u darblerin yaşandığı o tozlu-dumanlı günlerin sisli atmosferinde, ziyası ve bereketiyle maytaplar gibi yanıp-sönen buruk Ramazanları.. maddî-mânevî iç içe yoklukların ortalığı kasıp kavurduğu hazanlı Ramazanları.. azimlerimizi ümitlerimize bağlayıp

“Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder
Halk eder esbâbını bir lahzada ihsan

eder” duygularını mırıldanarak, iftar-sahur arası gelip-gidip fevkalâdeden bir kapı aralanacağı ümidiyle hep aktif bekleyişte bulunduğumuz canlı fakat yetim Ramazanları…

20 Mart 2016 Pazar

Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun

Mehmet Akif de;

“Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun.

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar,

Lâ’netleme bir ukde-i hâtır ki: Çözülmez…

En korkulu cânî gibi ye’sin yüzü gülmez!”

ifadeleriyle bu hakikate dikkatleri çektiği şiirinin başında ümitsizliğe düşene şöyle hitap ediyor:

“Ey dipdiri meyyit! ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?”

Hâsılı, başı dönmüş, bakışı bulanmış bazı kimseler sizin en masumane hizmetlerinize engel olmak isteyebilir ve tekerleğe çomak sokabilirler. Fakat elli türlü komplo kurulsa da, Allah’ın izni ve inayetiyle, katiyen ümitsizlik yaşamamalı, sarsılmamalı ve hep elif gibi dimdik durmalıdır.

19 Mart 2016 Cumartesi

İnsanı tanıma

İnsanı tanımada Hazreti Ömer’e (radıyallâhu anh) isnat edilen şu hâdise bize bir bakış açısı verebilir:

Şöyle ki, yaşanılan hâdiseye göre, şâhitlikte bulunan bir kişiye Hazreti Ömer: “Ben seni tanımıyorum. Fakat benim seni tanımamam sana zarar vermez. Dolayısıyla seni tanıyan birisini getir.” der. Orada bulunanlardan birisi: “Ben onu tanıyorum ya Emîre’l-mü’minîn!” deyince, Hazreti Ömer: “Onu neyiyle tanıyorsun?” diye sorar. O da, “Onu adalet ve faziletiyle biliyorum.” cevabını verir. Bunun üzerine Hazreti Ömer, adama üç soru daha sorar: “O adam, gecesini-gündüzünü bildiğin ve girip-çıktığı yerden haberdar olduğun çok yakın bir komşun mudur? O adam, kişinin takvâsını ortaya koyan, dinar ve dirhemle alış-veriş yaptığın bir kimse midir? O adam, insanın güzel ahlâkını anlamayı sağlayan bir yolculukta arkadaşlık ettiğin biri mi?” Bütün sorularına, “Hayır.” cevabını alan Hazreti Ömer: “Sen onu tanımıyorsun.” der ve adama dönerek: “Git, seni tanıyan birisini getir.” buyurur. (el-Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr 16/180)

Bu hâdiseden de anlaşılacağı üzere birinci olarak, bir insanı tanıdığını söyleyebilmek için evvelâ onun gündüzleri ne işle meşgul olduğunu, gecelerini nasıl değerlendirdiğini; her gün yaptığı işlerin muhasebesi adına nasıl yanıp tutuştuğunu, hayaline gelip bulaşan ve hakikatte öyle olmasa bile onun “olumsuz” saydığı şeyler karşısında dahi bin kez“estağfirullah” deyip inlediğini bilebilecek kadar beraber bulunmak lazımdır.

İkinci olarak, onunla birlikte yolculuğa çıkmalı, yolculuğun meşakkatine beraber katlanılmalıdır. Bir mefkûre uğruna dünyanın çeşitli yerlerine birlikte seyahat etme ve haccın zorluklarına birlikte göğüs germe de bu çerçeve içinde değerlendirilebilir. Zira insanların ne kadar halim selim davranabildikleri ya da zorluklara dayanamayıp öfkeye kapıldıkları, muvazenelerini kaybedip bir kısım depresyonlara girdikleri veya metanetlerini korudukları ancak böylesi yolculuklarda ortaya çıkabilir. Aksi hâlde, söz konusu meşakkatlere birlikte göğüs germeden, o insanların yeterince tanındığı söylenemez.

Üçüncü olarak, alış-veriş yapma ki insanlar, kılı kırk yararcasına ihkâk-ı hak etmeye matuf müspet veya menfi düşüncelerini ancak ticarette gösterebilirler. Dolayısıyla insanlarla bu anlamda bir ticaret yapılmamışsa, onların bu husustaki hassasiyetleri bilinmiyor ve yeterince tanınmıyorlar demektir.

Bir insanı tanıma adına burada sayılanlara ilâve olarak, hapishane gibi kapalı alanlarda hayatı  paylaşma hususu da zikredilebilir. Zira insanların küçücük meselelerde dahi nasıl birbirleriyle tartıştıkları, en akıllı ve ağırbaşlı insanların bile yapılan muameleler karşısında nasıl depresyonlara girip âdeta felç hâline geldiklerinin açıkça görülebileceği yerlerden birisi hapishane ortamıdır. Bunu, o ortamı yaşama tecrübesi olanlar iyi bilir. Dolayısıyla böyle bir ortamı paylaşmadan insanları yeterince tanımak mümkün değildir.

Söz konusu kriterler olmadan, insanlar hakkında, “Biz onları tanıyoruz, iyi insanlardır.” türünden sözler, en hafif ifadesiyle hilâf-ı vâki beyandır. Çünkü insanları tanımak ve onlarla ilgili bir hüküm verebilmek, mücerret sözden ziyade, ancak yukarıda sayılan disiplinler çerçevesinde mümkün olacaktır

18 Mart 2016 Cuma

İlim ilim bilmektir

Yunus Emre de;

“İlim ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir.

Sen kendin bilmezsen,

Ya nice okumaktır.” demiştir.

Yoksa meseleyi elin-âlemin takdirine bağlayan insanların, bulunduğu yerin bir adım ötesine geçebilmeleri mümkün değildir. Böyle insanlar hakkında başkalarının, “Falan kişinin maşallahı var! Nasıl da insanlara yardımcı oluyor, yol gösteriyor ve onları içine düştükleri bataklıktan çıkarıyor.” türünden sözler söylemelerinin de onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Sorudaki hadis-i şerif müvacehesinde değerlendirecek olursak, şayet bir mü’min ilmi ve bilgisi arttığı hâlde dünyayı ve içindekileri elinin tersiyle itemiyor, hâlâ dünya ile oturup kalkıyor, dünya deyip onun arkasından koşuyor, bir pâye elde ettiğinde hemen gözünü daha yukarısındaki bir pâyeye dikiyor ve ihraz etmiş olduğu dünyalıkları elinden kaçırmamak için ölüp ölüp diriliyorsa o, başka değil ancak Allah’tan uzaklaşmış demektir.

Ne ilmim var ne a’mâlim

Alvarlı Efe Hazretleri, günde altı saat minderde oturup ilimle, sohbet-i Cânan’la meşgul olmasına, Zât-ı Ulûhiyet’in nâm-ı celili anılınca beti benzi atmasına rağmen yine de,

“Ne ilmim var ne a’mâlim

Ne hayr u tâate kaldı mecâlim,

Garîk-i isyanım, çoktur vebâlim,

Aceb rûz-i cezâda nola hâlim.” derdi.

Bak şu gedânın hâline

İnanan bir gönül, Zât-ı Ulûhiyet’i bilme, mârifet ve muhabbet deryalarına yelken açma adına sürekli tefekkür ve tezekkürde bulunmalı ve hiç doyma bilmeden yoluna devam etmelidir. Kendisine sunulan maârifet kâseleri karşısında;

“Bak şu gedânın hâline,

Bende olmuş zülfün teline,

Parmağım aşkın balına,

Bandıkça bandım, bir su ver!” demelidir.

Zahidin gönlünde Cennet’tir temenna ettiği

Bir diğer aşk kahramanı ise;

“Zahidin gönlünde Cennet’tir temenna ettiği,

Ârif-i dilhastenin gönlündeki dildârıdır.” (Şeyh Galib)

mısralarıyla âşığın iç dünyasının resmini ortaya koymuştur.

Öyle bir dildâre dil ver eyleye dilşâd seni

Başka gönül eri;

“Öyle bir dildâre dil ver eyleye dilşâd seni,

Öyle bir dâmeni tut ki ede ber-murâd seni!” (Alvarlı Efe)

sözleriyle aşk yolunu nazara vermiş

Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşina beni

İnsanı Allah’a ulaştıran yollar mahlûkatın solukları sayısıncadır. Çünkü her bir insan farklı istidat ve kabiliyetlere sahiptir. Buna göre bazı hassas tabiatlar, Hakk’a ulaştıran yollar içinde en önemli güzergâhın aşk olduğunu söylemişlerdir. Bu aşk yolcularından kimi;

“Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşina beni,

Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni!” (Fuzulî) 

Sen tecellî eylemezsin, perdede ben var iken

“Sen tecellî eylemezsin, perdede ben var iken

“Şart-ı izhâr-ı vücudundur adîm olmak bana!” (Gavsî)

beytinde ifade edildiği gibi, insan hakikî vücut karşısında kendi vücudunu erittiğinde, hakka’l-yakîn ufkuna kapı aralamaya başlıyor.

Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı

Niyâzî Mısrî’nin ifadeleriyle,

“Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,

Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyâr kalmadı.”şeklinde seslendirmeye başlarlar.

Demek insan kendini terk edince her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerini görmeye başlıyor; başlıyor ve ciddî bir istiğrak, bir heyman, bir kalak hâliyle kendinden geçiyor ve o derya içinde eriyip yok oluyor.

İyiliğe iyilik her kişinin kârı

Elleri, dilleri, gözleri, kulakları hatta jest ve mimikleriyle hep kötülük döktürüp dururken mü’min, onların bütününe iyilikle mukabelede bulunmak suretiyle bunun bir fasit daire haline gelip devam etmesine meydan vermemelidir. Bir Türk atasözünde manzum halde bu durum, “İyiliğe iyilik her kişinin kârı / Kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır.” ifadeleriyle dile getirilir. Dolayısıyla bir mü’mine, münkere marufla karşılık verip “Er kişi” olmak yakışır. Diğer türlü mukabele-i bi’l-misil kaide-i zâlimanesine girerek, “Onlar kötülük adına şunları dedi, bunları etti; ben de karşılık olarak şunları yaptım.” demesi gibi, ancak acûze-i şemtâların dillendirecekleri güft u gû’lara girmesi ve bir yönüyle sevap yolunda günahlara yelken açması ona yakışmaz!

Yakinim var ki; istikbal semâvât u zemîn-i Asya-bâ

Üstad Bediüzzaman, en olumsuz atmosferde bile“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbatı içinde, en yüksek ve gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır!”(Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s.126) deyip ümitle gürlemiş;  

“Yakinim var ki; istikbal semâvât u zemîn-i Asya-bâ
Hem olur teslim, yed-i beyzâ-yı İslâm’a.”

(Bediüzzaman, Sözler, s.755 (ed-Dâî); Şuâlar, s.739.) sözleriyle çevresine hep ümit aşılamıştır. 

Hazreti Halid bin Velid

Esasında, her güzel iş ve muvaffakiyette her şeyin Allah’tan bilinmesi Müslüman inanç ve ahlâkında hassasiyetle üzerinde durulan bir konudur. Mesela Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), bu mülâhazayla Yermûk gibi çok ciddî bir savaşta ordu kumandanı Hazreti Halid’i (radıyallâhu anh) vazifeden almıştır. (Bkz.: et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/491) Suriye’de Bizans hakimiyetini sona erdiren ve Müslümanların bölgeye hâkim olmasını sağlayan bu savaşta düşman kuvvetler Müslümanların en az 7-8 katı idi. Ama Allah’ın izniyle Müslümanlar savaş sonunda büyük bir zafer elde etmişlerdi. Orduya komutanlık eden Hazreti Halid’in bu savaşta ilk defa uyguladığı harp stratejileri, askerî dehası, aynı zamanda cesaret ve yiğitliği herkes tarafından takdir ediliyordu. Ve işte böyle bir savaş devam ederken Hazreti Ömer, Hazreti Halid’i vazifeden almış ve Koca Halid (radıyallâhu anh) sarığı boynunda halifenin karşısına çıkmıştı. O ki, Sâsâniler’in ve Bizans’ın başına bir balyoz gibi inmişti. Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’in (radıyallâhu anh) ifadesiyle, “Halid gibisini analar doğurmamıştır.” (et-Taberî, Tarihü’l-ümem ve’l-mülûk 2/315) Bir Batılının dediği gibi “Biz, Anibal gibi komutanları Halid’in kapısında kumandanlık dilenirken görüyoruz.” İşte herkesin takdir ettiği böyle yüce bir kamet olmasına rağmen artık o, Halife-i Rûy-i Zemin’in önünde, sarığı boynunda, kumandanlıktan azledilmiş sıradan bir neferdir. Hazreti Halid, Hazreti Ömer’in yanına geldiğinde -ruhum ikisine de feda olsun- Hazreti Ömer ona, “Halid! Biliyorsun seni çok severim. Fakat halk, elde edilen zaferleri senin şahsından biliyor. Hâlbuki ben biliyorum ki bunları bize ihsan eden Allah’tır. Senin bir mit hâline gelmenden, putlaştırılmandan endişe duyuyorum. Azlediş nedenim bu…” demişti. (Bkz.: et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/491) Bu durum karşısında Hazreti Halid (radıyallâhu anh), büyüklüğüne baş döndürücü ayrı bir büyüklük katar, o güne kadar emrinde bir nefer  olan Hazreti Ebû Ubeyde İbn Cerrâh’ın (radıyallâhu anh) emri altına girer.. girer ve hayatının sonuna kadar da bir nefer olarak İslâm ordusunun parlak bir kılıcı olarak mücadele eder

Îsâr 2

Îsâr hasletinin nereye kadar ulaşabileceğini göstermesi açısından ahirete ait şu tablo ne kadar dikkat çekicidir. Rivayet edildiğine göre Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm zenginler ile âlimlerin Cennet kapısında karşılaşmalarını gayb-bîn gözüyle görerek bize haber vermiştir. Buna göre -biraz açarak ifade etmek gerekirse- âlimler zenginlere hitaben, “Buyurunuz, öncelik sizin hakkınızdır, evvela siz giriniz. Çünkü siz servetinizi Allah yolunda infak etmeseydiniz, ilim yuvaları açmasaydınız ve eğitim imkânları hazırlamasaydınız, biz ilim sahibi olamaz ve doğru istikameti bulamazdık. İlim yolunda bulunmamıza ve ufkumuzun açılmasına siz vesile oldunuz; biz size borçluyuz. Dolayısıyla öncelik hakkı size aittir. Buyurunuz!” diyecek ve onlara hürmeten bir adım geriye çekilecekler. Fakat cömert zenginler, “Aslında biz size borçluyuz; çünkü eğer siz o engin ilminiz sayesinde bizim gözlerimizi açmasaydınız, bize güzel rehberlik yapmasaydınız, tekvinî ve teşriî emirleri beraberce okumasını öğretmeseydiniz ve helâlinden kazanıp Allah için infak etmenin güzelliğini göstermeseydiniz, biz servetimizi böyle hayırlı bir iş uğrunda sarf edemezdik. Siz kılavuzluk yaptınız ve bizi bir verip bin kazanma çizgisine taşıdınız. Bundan dolayı, dünyada olduğu gibi burada da öncülerimizsiniz; buyurunuz, evvela siz giriniz!” mukabelesinde bulunacaklar. Bu tatlı muhavereden sonra âlimler öne geçecek ve cömert zenginlerle ard arda Cennet’e dâhil olacaklar.

Âlimlerle cömert zenginler arasındaki bu konuşmayı sadece ileride vuku bulacak bir hâdisenin nakledilmesi şeklinde anlamamak gerekir. Bilâkis burada aynı zamanda îsârın enginliği de anlatılmaktadır.

îsâr

Mehmet Akif, îsâra ait bu yüce ruhu Yermuk Muharebesi vesilesiyle gözümüzün önüne sermiştir. Bu savaşta sahabe efendilerimizden Hâris İbn Hişam, İkrime İbn Ebî Cehil ve Ayyâş İbn Ebî Rebîa (radıyallâhu anhum) ölümcül yara almıştı. Şehadetleri beklenirken onlardan Hazreti Hâris su istemiş, hemen bir sahabî efendimiz matarayı eline alıp onun imdadına koşmuştu. O, son anlarını yaşamaktaydı. Belki de sadece bir kelime söylemeye gücü vardı. Tam matarayı dudağına götüreceği sırada Hazreti İkrime’nin su istediğini duymuş, suyun ona götürülmesini işaret etmişti. Sahabî suyu ona götürmüş, o da tam matarayı dudağına götüreceği esnada bu sefer de Hazreti Ayyâş su istemişti. Hazreti İkrime, suyun ona götürülmesini işaret etmişti. Sahabî, Hazreti Ayyâş’a matarayı götürdüğünde onun şehit olduğunu görmüştü. Diğerlerine suyu yetiştireyim diye yanlarına vardığında onların da çoktan şehit olduklarını anlamıştı. (el-Hâkim, el-Müstedrek 3/270; İbn Abdilberr, el-İstîâb 3/1084)

Buca kampındayken hiç unutmadığım buna benzer bir hâdise yaşanmıştı. Yemek yerken tabağıma bir et parçası düşmüştü. Ben de onu hemen yanımda oturan misafir bir hocanın önüne itmiştim. O da yanındakine itti; derken et parçası belki on iki tane insanın önünde dolaştıktan sonra yine onun tabağına gelmişti. Nüktedan bir insan olan hoca da, Yûsuf Sûresi’nde geçen bir âyet-i kerimeyi okuyarak, بِضَاعَتُنَا رُدَّتْ إِلَيْنَا “Bidâa döndü dolaştı ve bizi buldu.” (Yusuf sûresi, 12/65) demişti. İşte insanlar arasında bu duygu ve düşüncenin yaygınlaşması toplumun huzuru, kardeşlik ruhunun tesisi adına çok önemlidir.

Ruhum benim oldukça bu imanla beraber

O Âbide Şahsiyet’te hiçbir zaman bir ümit kırılması yaşanmıyordu. Sanki Süleyman Nazif, 

“Ruhum benim oldukça bu imanla beraber
Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler.”

 mısralarıyla O’nun ruh hâletini seslendirir.

Yüksek İslâm Enstitüsü

Kaldı ki, insanlık adına ortaya konan bu güzel faaliyetler için gerekli sebepler, bunlarla da sınırlı değildi. Bir de eğitim hizmetlerinin doğruluğuna ve gerekliliğine inanmış fedakâr finansörlere ihtiyaç vardı. Bu finansörleri bulmak, ikna etmek ve onlardan gönüllü olarak bu ihtiyaçları karşılamaları için talepte bulunmak oldukça zordu. Burada bir hatıramı arz ederek yaşanmış bir hâdiseyle konuya açıklık getirmek istiyorum. İzmir’de inşa edilecek olan Yüksek İslâm Enstitüsü için varlıklı iki insanla birlikte fabrikaları gezip sahiplerinden yardım istiyorduk. Onlar, insanlara meselenin ehemmiyetini anlatmak ve daha kolay inandırıp ikna edebilmek için bir vaiz olarak yanlarında beni de götürüyorlardı. Bu maksatla gittiğimiz bir tuğla fabrikasında meselenin önemini anlattıktan sonra fabrikanın sahibi, cebinden -hilâf-ı vâki olmasın- sadece elli lira çıkarıp vermişti. Takdir edersiniz ki bu küçük rakamlarla Yüksek İslâm Enstitüsü’nün kurulması, imkânsız denecek kadar zordu. Bu durum karşısında, ilgili arkadaşlarla aramızda yaptığımız istişare neticesinde çağrılabilecek durumda, imkânı iyi olan insanların bir mekâna davet edilmesi ve böylelikle onların himmetlerine başvurulmasına karar verildi. Hatırlayabildiğim kadarıyla ancak bir masanın dört tarafını dolduracak kadar insan gelmişti. Orada bir konuşma yaptım. Davete icabet edip gelen insanlar, yüz bin lira, elli bin lira, kırk bin lira, otuz bin lira gibi çeşitli miktarlarda yardım taahhüdünde bulundular. Fakat oradakilerden birisi, “Herkes bir meseleye inandığı kadar verir, ben iki bin beş yüz lira veriyorum.” diyerek âdeta ordu bozanlık yaptı. Fakat gün geldi ülkenin değişik yerlerinde onlarca insan, bu tür hayır faaliyetleri için birbirini teşvik etti; öyle ki, himmetlerine müracaat edilecek bir toplantıdan haberdar olmadıklarında, “Ben niye çağırılmadım?” diye sitem ettiler. Hatta aynı maksat için bir araya gelinen başka bir mecliste konuşmayı yaptıktan sonra bir odaya çekildiğimde astsubay emeklisi bir insan elinde anahtarlar olduğu hâlde odaya girdi, duygulu bir şekilde “Az önce herkes himmet etti, benimse verecek bir şeyim yoktu, onun için size evimin anahtarlarını getirdim.” dedi. Tabiî ki benim böyle bir teklifi kabul etmem mümkün değildi, teşekkür edip uygun bir dille geri çevirdim.

İşte 90’lı yıllardaki o ilk yurt dışı açılım günlerine gelindiğinde artık insanımızda bu ruh oluşmuştu. Dolayısıyla mesele sadece öğretmen ve belletmen meselesi değildi. Anne-babanın razı olması, gidilecek yerlerin ve konjonktürün müsait olması, gidecek insanlara civanmert Anadolu insanının finans desteğinin olması gibi pek çok ihtimalin bir araya gelmesiyle dünya çapındaki bu eğitim faaliyetleri tahakkuk edebilirdi ki ihtimal hesaplarına göre bu, milyonda bir ihtimaldi. O hâlde milyonda bir ihtimalle gerçekleşen bir meseleyi, hiç kimse kendi dehasına, fetanetine, kiyasetine, yüksek aklına, mantığına, muhakemesine veya stratejik gücüne bağlayamaz; bağlamaya kalktığında büyük bir zulüm ve saygısızlığa girmiş olur.

17 Mart 2016 Perşembe

Ruhum benim oldukça bu imanla beraber

O Âbide Şahsiyet’te hiçbir zaman bir ümit kırılması yaşanmıyordu. Sanki Süleyman Nazif, 

“Ruhum benim oldukça bu imanla beraber
Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler.”

 mısralarıyla O’nun ruh hâletini seslendirir.

16 Mart 2016 Çarşamba

Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır

Bütün bu misaller,

“Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır
Mürşidi kâmil olanın, gayet yolu âsân imiş.” (Niyazî-i Mısrî)

sözleriyle ifade edildiği üzere, insanı yetiştiren muallimin tesirini ortaya koyduğu gibi, aynı zamanda bir hamlede amudî (dikey) yükselme adına da misal teşkil etmektedir.

Sen Mevlâ’yı seven de

Evet insanın, dünya ve içindekileri sinesinden söküp atması, sadece O’nun mülahazasıyla dolup taşması ve zihnini sürekli O’nunla meşgul etmesi lâzımdır. İnsan, bunları yerine getirdiği takdirde Cenâb-ı Hakk’ı bulmuş olacak; O da kulunun bu samimi gayretlerini karşılıksız bırakmayacak ve kudsî hadis diye rivayet edilen sözün devamında buyurulduğu gibi, onun bütün arzularını, hatta daha da fazlasını lütfedecektir. Alvarlı Efe Hazretleri bu hakikati ne güzel ifade eder:

“Sen Mevlâ’yı seven de

Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de

Hak rızasın vermez mi?”

İşte bu mertebeye eren mü’min, değişik arzu ve isteklerin vesayetine girmekten kurtularak hakikî hürriyete kavuşur.

------------------------------
İstediğini O’ndan isteyenler, hiçbir zaman yollarda mahrum kalmazlar. Biz de istediklerimizi O’ndan istersek; ama bugün, ama yarın, ama öbür gün taleplerimizi O mutlaka verecektir. Alvarlı Efe Hazretleri, rahat ve sâde bir söyleyişle bunu ne güzel ifade eder:

“Sen Mevlâ’yı seven de Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında canlar feda eylesen,

Emrince hizmet etsen Allah ecrin vermez mi?”

--------------'-''-----------------
Eğer bir insan bütün bu nimetlerin farkında olur, O’na teveccüh eder, kullukta derinleşir, “hel min mezid/dahası yok mu” kahramanı kesilir, sürekli mârifet, muhabbet ve aşk u iştiyakını artırmaya çalışırsa, Allah da lütuf ve keremiyle onu enaniyet ve bencillik girdabından kurtarır. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle;

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de / Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında / Canlar feda eylesen

Emrince hizmet etsen / Allah ecrin vermez mi?”

Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil

İnsan, Yüce Yaratıcı’yı tanıdıkça, “Acaba O, benden ne istiyor? O’nun yakınlığına nasıl erebilirim, sinemi O’nun iştiyakıyla nasıl doldurabilirim? Zira sinemi O’nun iştiyakıyla doldurmak benim vazifem, O’nun da hakkıdır. Bu sinede sadece O tecelli etmeli, O’ndan gayrı her şeyi (mâsiva) çıkarıp atmalı!” diyecek ve arayışını derinleştirecektir. Fuzûlî, bu hakikati şöyle seslendirir:

“Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil;

Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir?”

Evet insanın, bu şiirde işaret edildiği gibi, dünya ve içindekileri sinesinden söküp atması, sadece O’nun mülahazasıyla dolup taşması ve zihnini sürekli O’nunla meşgul etmesi lâzımdır.

Kul oldum, kul oldum, kul oldum

Bir hakikat eri, Resûl-i Kibriyâ’nın (aleyhi ekmeletüttehâyâ) bir kapı kulu ve âzât kabul etmez boynu tasmalı bir bendesi olmaya talip olmuşsa, Hazreti Mevlânâ’nın ifadeleriyle:

“Kul oldum, kul oldum, kul oldum!

Ben Sana hizmette iki büklüm oldum.

Kullar âzât olunca şâd olur;

Ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.”

diyerek âdeta avazı çıktığı kadar İslâm’a teslimiyetini ifade mânâsında Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) bende olduğunu haykırmışsa, bunu başka hiçbir şeyle değiştirmez, değiştirmemelidir.

Mevlâ görelim neyler

Adanmış gönüller,

“Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”

 deyip yürüyüşlerine bu anlayışla devam ettikleri müddetçe, Allah’ın izni ve inayetiyle, O’nun sıyanet kanatları altında hizmetlerine devam edecekler ve hiç kimse de onlara engel olamayacaktır.

Bir cefâkeş aşıkem ey Yâr Sen’den dönmezem

Nesimî gibi,

“Bir cefâkeş aşıkem ey Yâr Sen’den dönmezem

Hançer ile yüreğimi yar Sen’den dönmezem

Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar

Başıma koy erre Neccâr Sen’den dönmezem

Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar

Külüm oddan çağırsalar Settâr Sen’den dönmezem.”

demeli ve söylenen kem sözlere takılıp kalmadan ve zihinlerini onlarla meşgul etmeden bütün himmetlerini yapmaları gerekli olan işe yoğunluşturarak hak bildikleri yolda dimdik yürümelidirler.  

Kazara bir sapan taşı

Sa’dî’nin ifadeleriyle,

“Kazara bir sapan taşı, bir altın kâseye değse
Ne kıymeti artar taşın, ne kıymetten düşer kâse.” 

Dolayısıyla eğer siz altın kâse iseniz, varsın taşlasınlar; Allah’ın izni ve inayetiyle size kimse zarar veremeyecektir.

Ne dünyadan safa bulduk

Atılan iftiralar, kınanıp yerilmeler, alay ve istihzalar, nice entrika ve komplolar… Bütün bunlara karşı, 

“Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var
Ne dergâh-ı Huda’dan mâadâ bir ilticamız var.” 

(Nef’î) 

anlayışıyla hareket edilmeli ve vakarlı bir duruş sergilenmelidir.

Gül hâre düştü

Gül hâre düştü, sînefigâr oldu andelib,

Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib” 

(Nâilî-i Kadîm)

beytinde ifade edildiği gibi, bugüne kadar nice güller hâre düştü, nice bülbüller feryad ü figan etti. Bugün de feryad ü figan etmek mefkûre kahramanlarına düştü. 

Cahil geziyor zevrak-ı ikbal-i safada

Yüce Allah’tan dileğim odur ki, yüksek bir mefkûreye gönül vermiş insanlar, bu hicap hislerini hep korusunlar; dünyanın çelmesine gelmesin, bir el-enseyle devrilmesin, bir kündeyle yıkılıp gitmesinler.

“Biz burada dişimizi sıkar, sabrederiz, yeter ki ötede hiçbir şeyimiz eksik olmasın.” desinler.Evet onlar,

“Cahil geziyor zevrak-ı ikbal-i safada

Arif yüzüyor merkez-i girdab-ı belâda.”

(Ziya Paşa) 

anlayışıyla, kahr u belâlara razı olsunlar ama başkalarının şatafatlı hayatına imrenmesinler. Dünyalık şeyleri, ayaklarının ucuna bulaşmış bir pislik olarak görsünler. 

Nice servi revan canlar

Dünyaya meyletmiş ama sonra derinlemesine dalmış ve belini doğrultamamış, ona yenik düşmüş insan sayısı az değildir. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle 

“Nice servi revan canlar
Nice gül yüzlü sultanlar
Nice Hüsrev gibi hanlar
Ve nice tâcdarlar.” 

bir bir gelmiş ve maalesef bir bir yıkılıp gitmişlerdir. Hak erlerinin bu şeytanî telâkkilere kendilerini kaptırmaları, “Ben de kazanıp onlar gibi yaşayayım; benim de evim, servetim olsun…” demeleri, kendi elleriyle kendi kredilerini bitirmeleri demektir. Kader, onların sahip oldukları nimetlerin de ellerinden alınmasına ve nihayet ayaklarının kayıp devrilmelerine fetva verir.

Gelse celâlinden cefâ

Zaman ve mekânın yegâne sahibi Allah’tır (celle celâluhu). Hüküm de O’na aittir. O hâlde neticeye karışmak bizim işimiz değildir. O’nun hakkımızdaki hükümlerini takdirle karşılamalı;

“Gelse celâlinden cefâ,

Yahut cemâlinden vefa;

İkisi de câna safâ,

Lütfun da hoş, kahrın da hoş.” (İbrahim Tennûrî)

anlayışıyla hareket edilmelidir.

Bazen celâlden cefa, bazen de cemâlden safa gelebilir; bunların ikisini de bir bilmeli, ne safa ile sevinmeli ne de cefa ile yerinmelidir. İnsan, “Ne yaptım da bunlar başıma geldi? Bu ıztıraplar, sıkıntılar, dedikodular, çekememezlikler, hazımsızlıklar neden hep beni buluyor?” dememelidir. Bu konuda Alvar İmamı’nın inciden daha parlak şu ifadeleri ne kadar güzeldir:

“Âşık der inci tenden,

İncinme incitenden,

Kemâlde noksan imiş,

İncinen incitenden.”

Evet ille de ötede bir kemâl beklentiniz varsa, dünyevî şeyler açısından burada kemâle talip olmak, kemâlsizlik emaresidir; halkın alkış ve takdirini bekleme gibi arzular, ahiret adına birer iflâs ve kayıp yatırımıdır. Konuyla ilgili ibretlik şöyle bir kıssa zikredilir:

Allah’ın salih kullarından birisinin hanımı, maişet darlığı yüzünden kocasına dert yanar. Ondan, bu hâlden kurtulmaları için dua etmesini ister. Salih zat da hanımını kırmaz, dua eder ve duası kabul olur. Birden yanlarında altından bir kerpiç belirir. Salih zat, hanımına, “İşte,” der. “Bu, bizim Cennet’teki köşkümüzün bir kerpicidir.” Bunun üzerine söylediklerine pişman olan o mübarek hanım, kocasına, “Gerçi çok muhtacız ve âhirette de inşaallah böyle çok kerpiçlerimiz olacak. Fakat bâkî bir âlem olan âhirette elde edeceğimiz bir mükâfat, bu fânî dünyada zâyi olup gitmesin, Cennet’teki köşkümüzden bir kerpiç noksan olmasın. Onun için sen dua et, bu kerpiç yerine gitsin.” der. Hanımının bu samimî isteği üzerine o salih zat tekrar dua eder, birden o altından kerpiç gözden kaybolup yerine gider.

Hakkı, gel sırrını eyleme zâhir

Nice derbeder gibi görünen kimseler vardır ki, onların içleri define doludur. Bu hakikati İbrahim Hakkı Hazretleri bir şiirinde şöyle ifade eder:

“Hakkı, gel sırrını eyleme zâhir

Olayım der isen bu yolda mâhir

Harabât ehline hor bakma Zâkir,

Defineye mâlik viraneler var.”

Rivâyetlere göre İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Şakir ve Zâkir adında iki oğlu varmış. Zâkir sürekli Hakk’ı zikirle meşgul olan sâlih bir evlâtmış. Şakir ise o yıllar meyhaneden çıkmayan, ayık dolaşmayan biriymiş. Bir gün İbrahim Hakkı Hazretleri Zâkir’i yanına alır ve birlikte yürürler. Derken yürüdükleri yol üzerinde bir meyhanenin önünden geçerler. İbrahim Hakkı Hazretleri, oğluna dışarıda beklemesini söyleyip içeri girer. Oğlu Şakir’i masa başında sızmış olarak bulur. Mekân sahibine oğlunun ne kadar borcunun olduğunu sorar ve bütün borcunu öder. Sonra da dışarı çıkar, oğlu Zâkir’le yürümeye devam eder. Şakir ayılınca borcunu ödeyip çıkmak ister. Ama mekân sahibi, “Borcun yok, baban hepsini ödedi.” dediğinde âdeta yıkılır, içini müthiş bir hayâ duygusu kaplar. Hemen babasının peşine düşer nihayet onu kardeşiyle birlikte bir uçurumun kenarında bulur. Onların konuşmalarına şahit olur. Babası İbrahim Hakkı Hazretleri, kardeşi Zâkir’e, “Oğlum, Kırklar’dan biri vefat etti. Şu uçurumdan atla ki, onun yerine sen de onlara karışasın.” demektedir. Ama kardeşi tereddüt eder, bir türlü atlayamaz. Bu konuşmaya kulak misafiri olan Şakir, “Baba, ben atlasam olmaz mı?” der, sonra da helâllik dileyip atlar, kırkların arasına karışır. Bunun üzerine İbrahim Hakkı Hazretleri, Zâkir’in şaşkın bakışları arasında yukarıdaki meşhur şiirini seslendirir.  

15 Mart 2016 Salı

Alvarlı Efe Hazretleri

Kalb ehli yüce kâmetlerin jest ve mimiklerine, tavır ve davranışlarına bakıldığında, onlarda haşyetin akis ve alâmetleri görülür ve hissedilir; bu sayede onların huzurunda ciddî bir insibağ banyosu yaşanır, mânevî bir huzura erilir. Nitekim çocukluğumda Alvarlı Efe Hazretleri’nin huzurunda bulunduğum zamanlar, insanın içine inşirah salan o duyguları yaşardım. Bu zâtlar, “Allah (celle celâluhu), Peygamber (aleyhi ekmelüttehâyâ)” derken veya değişik konularda hassasiyet izhar ederken sizin içinize kitaplarla ifade edilemeyecek iman ve iz’an ifâzasında bulunurlar. Alvar İmamı’nın bir hâli bu hususa misal teşkil edecek mahiyettedir. Bir gün, Alvar İmamı’nın huzuruna gelen birisi, “Efe Hazretleri! Hacca gitmiştim, Medine-i Münevvere’deki köpekler, bakımsızlıktan mıdır nedendir, uyuz olmuşlar.” der. Bu sözü duyan Hazret, birdenbire gür bir sesle, “Sus! Ben, Medine’nin uyuz köpeklerine de kurban olayım!” der. Bu sözleri o Hazrete söylettiren, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) duyduğu derin sevgi ve saygının kalbinde otağ kurmasıdır. Ânında o Hazret bu hassasiyetini ortaya koyar. İşte asıl mesele, insanın mukaddes değerler karşısında, derin bir hassasiyetle kendisini hemen bir huşu ve haşyet çağlayanına salması, o çağlayan, onu nereye götürürse oraya gitmesidir.

Bir kitabullâh-ı âzamdır serâser kâinat

Recâizâde Mahmut Ekrem’in dediği gibi, 

“Bir kitabullâh-ı âzamdır serâser kâinat
Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.” 

Yani mü’minin hangi harf karşısına çıkar ve ona Allah’ı nasıl ifade ederse, o da ona göre bir ifade tarzında bulunur. İşte asıl mesele, asıl takdir de budur. Burada önemli olan husus, Allah’a karşı hissedilen takdiri, bir vicdan meselesi hâline getirmektir.

Ruh ve ceset

İnsanın ahirette bütün bu güzelliklere mazhar olmasına vesile olması yönüyle ceset, Allah’ın insana bahşettiği çok önemli nimetlerden birisidir. Onun bir nimet olduğunun vurgulanması da ilk defa Hazreti Âdem’le (aleyhisselâm) başlamıştır. Allah, meleklere Hazreti Âdem’e secde etmelerini emretmiş, İblis dışında kalan bütün melekler ona secde etmişlerdir. (Bkz.: Bakara sûresi, 2/34) İblis ise gurur, kibir ve bencilliğe kapılarak secde etmemiştir. Ruhânîler ve melekler ondaki enginliği görmüş, emre itaatteki inceliği anlamış ve secdeye kapanmışlardır. İşte bu da Hazreti Âdem’in cesedi karşısında Allah’ın ruhlarda bir saygı uyarma ameliyesidir. Değişik vesilelerle ifade ettiğim gibi, eğer Allah’tan başkasına secde edilmesi tecviz edilseydi, insana secde edilirdi. Zira o, iç ve dış yapısı itibarıyla âbide bir varlıktır.

Melekler yapıları itibarıyla emre itaatteki inceliği anlar, esrar-ı ulûhiyeti bilir, melekût âlemine açık yaşar ve bir anda bin yerde bulunabilirler. Fakat onlar maddî âleme ait hususiyetleri tam duyamazlar. İşte bu sebeple de insan gibi garip bir varlık karşısında şaşırmış ve أَتَجْعَلُ فيهَا مَنْ يُفْسِدُ فيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَۤاءَ “Orada bozgunculuk yapacak, yeryüzünü fesada verecek, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” (Bakara sûresi, 2/30) demişlerdir. Zira insan, fokur fokur şehvet, bencillik, fahir, gazap ve rasyonellik kaynayan ve bu yönüyle de mesâvîye açık yaratılan bir varlıktır. Fakat o, bütün bunları terbiye altına aldığı takdirde bir anda Allah’ın makbul, mahbup ve mahmud bir kulu derecesine yükselebiliyor. Allah, bütün bu izafî şerlerle hayırlar yaratıyor. Demek ki melekler onun bu yönünü bilemiyorlar. İnsan, gerek ruhî gerekse bedenî yapısı itibarıyla ve bu ikisi arasındaki münasebetle öyle mânâlar ifade ediyor ki bu, kitaplarla anlatılamaz

Nazar-ı müsamaha

Başkalarına bakarken en küçük amellerin bile onları Allah indinde kurtarabileceğini düşünmeli, hatalarına nazar-ı müsamaha ile bakmalı ve onlar aleyhinde söz söylemekten kaçınmalıyız. Nitekim Asr-ı Saadet’te yaşanan bir hâdise, mü’minlere bu konuda önemli dersler vermektedir. Şöyle ki, içkinin henüz yeni haram kılındığı dönemde bir sahabî, pek çok defa sarhoş olarak yakalanmış ve tedip edilmişti. O, bir keresinde de Huzur-u Risaletpenâhî’ye aynı suçtan dolayı getirilerek tedip edilmişti de orada bulunanlardan birisi onu kastederek, “Allah cezanı versin. Sen ne kötü adamsın. Bu kaçıncı oldu, böyle huzura geliyorsun!” türünden sözler sarf etmişti. Bunu duyan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Böyle sözler söylemeyin. Böyle sözlerle kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah’a yemin ederim ki, o, Allah ve Resûlü’nü çok sever!”buyurmuştu. (Buhârî, hudûd 4-5; Abdurrezzak, el-Musannef 7/381, 9/246) İşte, başkalarına bakarken sürekli Allah Resûlü’nün bu ufkundan bakmalıyız

Bir sengine yekpâre acem mülkü fedadır

Herkesi ayıplayan, herkes için bir suç bulan insan, hiç farkına varmadan kendisini bir mabut hâline getiriyor, kendisine tapıyor ve aynanın karşısına geçip,

“Yok böyle birisi. Bir sengine yekpâre acem mülkü fedadır.”

mülâhazalarına giriyor demektir.

Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan

Mehmet Âkif, Müslümanların maruz kaldığı durumu anlatırken

“Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan!

Hey sıkılmaz! Ağlamazsan, bari gülmekten utan!”der.

Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ“Müslümanların dert ve ızdırabını içinde duymayan, onlardan değildir.” (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat1/151, 7/270; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/356) Yani bir insanın Müslümanlıktan azıcık nasibi varsa, Müslümanların maruz kaldıkları ıstırapları en azından bir dert hâlinde içinde duyması gerekir. Zaten bunu içinde bir dert olarak duymayan birisi, söz konusu problemleri giderici alternatif bir kısım çözümler geliştirmeyi de düşünmez.

14 Mart 2016 Pazartesi

Allah’ım, bana nâşâd olsun diyenler şâd olsun

Esasen el âlem sizi sevip alkışladığı zaman onlara karşı saygı duymak marifet değildir. Marifet odur ki sizi kabul etmeyen, mevcudiyetinizden rahatsızlık duyan insanlar hakkında bile,
“Allah’ım, bana nâşâd olsun diyenler şâd olsun,
Nâmurad olsun diyenler bermurad olsun.”
diyebilmektir. Hele bu kadar dengesizliğin bulunduğu günümüz dünyasında, dengeli olmak daha bir önem arz eder.

Üstad Necip Fazıl

Üstad Necip Fazıl (makamı Cennet olsun), kendisinden bahsederken, “Beni de bir gübre kabul edin.” derdi. Onun bu sözünü hiç unutmam. Aslında kendi büyüklüğünün farkında olmasına rağmen bu mülâhazalar içinde bulunması onun tevazu, mahviyet ve hacâletini ifade etme adına çok önemlidir.

Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade

Secdenin ifade ettiği mânâ bir şiirde şöyle ifade edilmektedir:

“Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade,

İşte, insanı yakınlığa taşıyan cadde..!”

Demek ki insan, ne kadar mütevazi, ne kadar başı yerde, ne kadar iki büklüm ise, o ölçüde Allah’a yakın olacaktır. Esasında Allah’a gönülden inanmış bir insanın başından aşağı sağanak sağanak dökülen nimetler karşısındaki genel mülâhazası budur. O, Rabb-i Kerim’inin sonsuz nimetleri karşısında tevazu ile eğildikçe eğilir, ayağını bastığı yere başını koyar, Sonsuz karşısında sıfır olduğunu ilân ve itiraf eder.

Hazreti Ebû Bekir

Bir gün adamın biri Hazreti Ebû Bekir’e gelip bir sürü itham ve hakaretler savurmuş. Hazreti Ebû Bekir sükût etmiş, uzun bir süre hiçbir şey söylememiş, karşılık vermemiş. İftiraların sonu gelmeyince dayanamayıp kendisini savunacak birkaç söz söylemiş. Onları seyreden Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ebû Bekir! O adamın sana söylediği her kötü sözde sen sabrederken, bir melek seni müdafaa ediyordu. Sen söze başlayınca artık melek ayrıldı.” buyurmuştu. (Ebû Dâvûd, edeb 96; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 7/189)

Asayiş-i dü gîtî tefsir-i în dü harfest

"Asayiş-i dü gîtî tefsir-i în dü harfest;

Bâ dostân mürüvvet bâ düşman müdârâ”

Yani “İki cihanın rahat ve selâmetini iki kelime tefsir eder; dostlara karşı mürüvvetkârâne hareket etmek, düşmanlara karşı da sulhkârâne muamele etmektir.”

11 Mart 2016 Cuma

Ahmed Naim

Bilinmesi gerekir ki, insan imanıyla, salih ameliyle öbür tarafa gitmişse isterse onun cenazesini iki insan kılmış olsun, bunun ona bir zararı yoktur. Nitekim benim de çok sevip takdir ettiğim bir insan olan Ahmed Naim’in cenazesini beş-on insan kılmıştır. Bir gün Yaşar Hoca’ya bu hadiseyi zikrettiğimde, “Allah bu günahkâr insanlara nasip eder mi Ahmet Naim’in cenaze namazını kılmayı!” demişti. Keza millet, Mehmet Akif’e karşı da vefasızlık yapmış ve onun cenazesine gitmemişti. Camide namaz kılındıktan sonra üniversiteli talebeler bayrakları alıp gelmişlerdi. Tarihte kıymet-i harbiyelerine göre muamele görmeyen daha nice insan vardır.

Hakkı gel sırrını eyleme zâhir

Hâlbuki bir insanın fakir bir ailede neş’et etmesi, babasının koyun güden bir çoban olması ona bir şey kaybettirmeyeceği gibi, -yukarıda ifade edildiği üzere- onun falanın filanın soyundan gelmesi de ona bir şey kazandırmayacaktır. Önemli olan, insanın zatî değere sahip olmasıdır. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şu beyitleri bu durumu ne güzel özetler:

Hakkı gel sırrını eyleme zâhir
Olayım der isen bu yolda mâhir;
Harâbat ehline hor bakma Şâkir
Defineye mâlik vîrâneler var.” 

Evet, sizin çok virane gördüğünüz öyle insanlar vardır ki o viranelerin bağrında defineler yatıyordur.

10 Mart 2016 Perşembe

Gel, gel, ne olursan ol yine gel

Hani Hazreti Mevlâna’nın, “Bir ayağım dinin merkezinde, diğer ayağım yetmiş iki milletin içinde.” veya  

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel, 
ister kâfir, ister Mecusî, ister puta tapan ol yine gel! 
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, 
yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel!” 

şeklinde sözlerinden rahatsız olan hoca kılığındaki bir adam onun karşısına dikilerek ağzına ne geliyorsa söyler. “Zındıksın, fâsıksın, insanları baştan çıkarıyorsun. Herkese kucak açarak Yahudi’ye, Hıristiyan’a, Mecusî’ye yahşi çekiyorsun.” gibi laflar söyler. İçindeki bütün karbondioksiti boşaltır. Bu arada Hazreti Mevlâna, onun söylediklerini kemal-i samimiyet ve kemal-i tevazu ile dinler. Söyleyecek bir sözü kalmayınca Hazret, “Söyleyeceklerin bitti mi?” der. “Evet.” cevabını alınca da “Bu bağrım sana da açıktır. Sen de gel!” der.

Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil

Anadolu’nun saf ve duru sesi Yunus Emre de bir şiirinde;  

“Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil.
Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil.”

mısralarıyla şekil ve görüntüden ziyade asıl üzerinde durulması gerekli olanın gönül olduğunu vurgulamıştır.