Menkıbelerde anlatılır: Ehlullahtan bir zatın çocuğu belli bir yaştan sonra muziplik olsun diye eline aldığı nodulla milletin ta uzak yerlerdeki sarnıçlardan taşıdıkları su tulumlarını deler. İlk başta, Hazret hatırına kimse bu duruma sesini çıkarmaz. Ancak zamanla milletin canına tak der ve bir iki insan gelip meseleyi Hazret’e anlatır.
Hazret hemen bir nefis muhasebesi içine girer ve böyle bir sonucu tevlid edebilecek hatanın ne olabileceğini düşünmeye başlar. “Acaba ben neyi nodulladım, neyi deldim ki, çocuğum bunu benden tevarüs etti?” der, geçmişini gözden geçirir. Ehlullah hayallerinden geçen olumsuz şeyleri bile günah saydıkları için belki kendince pek çok kusurunu bulmuş olabilir. Fakat fiiliyat sahasında bu türden bir kusurunu hatırlayamaz. Bunun üzerine hanımına gelir ve meseleyi ona da anlatır. Ona; “Bizim oğlan uzun zamandan beri böyle bir şey yapıyormuş. Ancak insanlar nezaket ve terbiyelerinden dolayı bize bir şey söyleyememişler. Şimdi bizim bu terbiyesizliğin önünü almamız lazım.
Hele sen de bu açıdan bir sergüzeşt-i hayatını gözden geçiriver.” tavsiyesinde bulunur. Kadın da düşünmeye başlar ve sonra şöyle der: “Efendi! Vallahi ben o türden bir kusurumu bulamadım. Fakat hamile iken komşulardan birisinin evine gitmiştim. Örgü örüyordum. Elimde tığlar vardı. Bu arada orada bir portakal gördüm. Tığın ucuyla ona az dokundum ve onu ağzıma getirdim.” Bunun üzerine Hazret, hanımından, hemen komşusuna gitmesini, ondan helalik talep etmesini ve oturup tevbe etmesini ister.
Çok geçmez, o çocuk, elindeki nodulla tulumları deldiği esnada birdenbire kendi kendine: “Ben, parmakla gösterilen falan şahsın oğluyum. Böyle bir insanın evladı olarak milletle böyle muzipçe oynamak bana yakışır mı? Tevbe ya Rabbi!” der ve koşa koşa babasının yanına gelir. “Baba! Ben bugüne kadar şu haltı karıştırdım.” der. Kim bilir belki de o esnada babası da ona; “Oğlum! O haltı sen karıştırmadın, o haltı zamanında biz karıştırmışız.” diye mukabelede bulunur.
Evet, anne-babaların, çocuklarını yakın takibe alarak onların hiçbir şeyi nodullamalarına fırsat vermemeleri gerekir.
Zira sizdeki bir arıza, sizde olmasa onlarda zuhur eder ve evlat acısıyla onu çeken yine siz olursunuz. Allah karşısında yere siz bakar, evladınızın o hâli karşısında sıkıntı ve ızdırabı siz yaşarsınız. Bu bir menkıbedir. Ancak menkıbelerle ilgili fakirin bir mülâhazası var. Diyorum ki: Menkıbelerde aslındaki sıhhate değil, faslının ifade ettiği mânâya bakılmalıdır.
31 Mayıs 2016 Salı
Ehlullahtan bir zatın çocuğu
Ey dipdiri meyyit
Merhum Mehmet Âkif de bu mevzuda korkunç bir tefrite düşen ve kendini salan insanların hâlini şu mısralarıyla dile getirir:
“Ey dipdiri meyyit, “İki el bir baş içindir.”
Davransana… El er de senin, baş da senindir
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?”
Kuvve-i gadabiyenin tefritinin komplikasyonları olduğu gibi, ifratının da kendine göre değişik komplikasyonları vardır.
İmam Nevevî
İmam Nevevî, günde ölmeyecek kadar bir iki lokma bir şey aldığını söylüyor. Bunun gerekçesi olarak da şöyle diyor: “Cenâb-ı Hak bana: ‘Ben seni yiyecekleri alacak, öğütecek ve götürüp ıtrahat mahalline atacak bir varlık olasın diye mi yarattım?’ demez mi?” Diğer yandan, çok yemenin uykusunu getireceğini, oysaki yazılıp çizilecek çok şey olduğunu söylüyor ve dine hizmeti bunun önünde görüyor. Fakat hemen ifade edelim ki, onun bu ifadeleri çok âli mülâhazalar olsa da sübjektif bir içtihat olduğundan herkesin mutlaka uygulaması ve uyması gereken mülâhazalar değildir.
Ancak o ve onun gibi büyük zatların hâlis niyetlerine bakıldığında onları o noktada mazur görmek gerekir. Ayrıca onlar zaten bu hâllerini kimseye telkin etmemiş ve başkalarına, “mutlaka siz de böyle yaşamalısınız” dememişlerdir.
Sular gibi çağlasan-Derde dermandır bu dert
Mâsivâdan kat-ı alâka edince her şey emre amade olur. Bu noktada Alvar İmamı’nın sözlerini bir kez daha hatırlayabilirsiniz:
“Sular gibi çağlasan,
Eyyub gibi ağlasan,
Ciğergâhı dağlasan,
Ahvalini sormaz mı?”
“Derde dermandır bu dert,
Dertliyi sever Samed,
Derde dermandır Ehad,
Fazlı seni bulmaz mı?
Leyla’nındır Mecnun
Mecnun, Leyla kendisine bir şeyler verdiğinden dolayı onun arkasından koşmamıştır. Mâşukuna ulaşma pahasına dağları delen Ferhat’ın Şirin’e olan aşkı da karşılıksızdır. Aynı şekilde daha başka âşıkları da mülâhazaya alabilirsiniz. Evet, yüzlerce âşık, karşılığında hiçbir şey beklemeden aşka tutulmuşlardır. Hatta çok defa o âşıklar, aşkıyla yanıp tutuştukları mâşuklarıyla bir araya gelince hayal kırıklığına uğramışlardır. Mesela Fuzûlî’nin tasavvufî espri içinde yazılmış Leyla-Mecnun hikâyesine bakacak olursanız, Mecnun’un Leyla ile kavuşması, onunla Leyla arasına giren bir engel olmuştur. Çünkü onun mâşuku olan Leyla, hayalindeki Leyla’dır. O, kendi duygularında ve kendi his âleminin enginliğinde, kendisine gönlünü verdiği ve dilbeste olduğu Leyla’nın Mecnun’udur. Bir beyitte bu husus ne güzel ifade edilir:
“Leyla’nındır Mecnun, Şirin’in Ferhat
Ben divane aşkın bînevasiyem.”
Evet, divane aşkın bînevası olmak lazım. Sadece O’nun için inlemek ve bunu da başkalarının göstereceği alâkaya bağlamamak gerekir.
Rahmetlik Ahmet Feyzi
Rahmetlik Ahmet Feyzi vefat ettiğinde Ali Rıza ve Sacit Beyler yüzünü açıp bakmışlar ve bana “vallahi hocam, gülüyordu” demişlerdi. Cenaze namazını ben kıldırmıştım. Aramızda da ciddi bir dostluk vardı. Buna rağmen yüzünü açıp o güzel cemaline bakmadığıma hep üzülürüm. O, kalb sektesinden vefat etmişti. Bilirsiniz, kalb sıkıştırınca insanın yüzünde takallüs ve ekşimeler olur. Buna rağmen kim bilir kendisine ne gösterilmişti ki o, gülüyordu. Çünkü o kıymetli insan, hayatını Kur’an çizgisinde, düşüncede istikameti bulma yolunda geçirmişti.
Sen Mevlâ’yı seven de
“Allah, karşılık olarak Cennet’i verip mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe sûresi, 9/111) âyet-i kerimesinde de ifade edildiği gibi, her şeyini Allah’a veren kimseyi, Allah da yüzüstü bırakmaz.
Sen Mevlâ’yı seven de
Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de
Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında
Canlar feda eylesen
Emrince hizmet etsen
Allah ecrin vermez mi?
Sular gibi çağlasan
Eyyub gibi ağlasan
Ciğergâhı dağlasan
Ahvalini sormaz mı?
(Alvarlı Muhammed Lutfî Efendi)
Evet, Cenâb-ı Hak kimseyi boş ve yüzüstü bırakmaz. Bununla birlikte sen ibadet ü taatini Cennet mülâhazasına bağlarsan, pazarda ticaret yapan tüccarlardan bir tüccar gibi olursun. Oysaki yaptığın amel ler istediğin nimetlere tekabül etmez.
29 Mayıs 2016 Pazar
İman mânevî bir tûbâ-i Cennet çekirdeği
İmanın mânevî bir tûbâ-i Cennet çekirdeği taşıdığı doğrudur. Bununla birlikte bir insanın ‘bu büyük sermayeyi kaybedebilirim’ endişesini taşıması da çok önemlidir. Bunu bir misalle şöyle izah edebiliriz: Beş-on görevlinin, Merkez Bankası’nın bir trilyon lirasını arabayla bir yerden bir yere götürdüklerini düşünelim. Bu insanlar, “Aman bir başkası bu ölçüde para taşıdığımızı duymasın!”, “Ya bir yerde önümüz kesilirse!”, “Ya bir yerde trafik probleminden dolayı bizi durdurup bu paraları alıp kaçırırlarsa?” endişe ve mülâhazalarıyla vazifelerini nasıl yürekleri ağızlarında yerine getirirler! Ebedî saadetin vesilesi olması dolayısıyla iman sermayesinin yanında trilyonların, katrilyonların ne ehemmiyeti olabilir ki! Evet, iman ebedî saadeti peyleyeceğimiz eşsiz bir sermayedir. Bu yönüyle o bir tûbâ-i Cennet çekirdeği taşır. Yani Cennet, o iman çekirdeğinden neşv ü nema bulacak, bir ağaç hâline gelecek, sonsuzluğa doğru ser çekip sizin ferih ve fahur bir şekilde ebediyetlere kadar gölgesinde yaşamanıza imkân sağlayacak. Şimdi insan bu kadar büyük bir sermayeye sahipse ve o insanın şeytan, şeytanın avenesi, nefs-i emmare ve cismaniyet gibi düşmanları varsa ve aynı zamanda bu düşmanlar tarafından her an bir çelmeye maruz kalıp o sermayeyi kaybetme tehlikesi bulunuyorsa, böyle bir insan korkmalı mıdır, korkmamalı mıdır? İşte akıbet endişesi dediğimiz korku böyle bir korkudur.
Korkma! Tir tir titre
Bir gün Zübeyir Ağabey, Üstad Hazretlerine: “Üstadım, akıbetimden çok korkuyorum!” deyince aldığı cevap şu olur:
“Korkma! Tir tir titre!”
Yani o kadar endişe içinde ol ki, âdeta yiyeceğin yemekler boğazında düğümlensin kalsın.
Buna karşılık insan vefat edeceği esnada:
“Allah’ım ben Sana geliyorum. Sen şimdiye kadar Sana ümitle gelen insanların hiçbirisini o kapıdan boş çevirmedin. Sen, kapının tokmağına dokunan hiç kimseye ‘hayır’ demedin. Hiç kimsenin ayıbını yüzüne vurmadın. Çok küçük sermayelerle bile Sana teveccüh eden insanları, çok âlî sermayelerle gelmiş ziyaretçiler gibi kabul buyurdun ve onlara iltifat ettin.” mülâhazalarıyla dolup taşmalıdır
Lütfunu esirgeme ey Rab
Dini çok iyi anlayan ve onu hayatlarına hayat kılan sahabe-i kiram efendilerimizin, iman atmosferinde huzur ve itminan solukladıkları aynı anda akıbet-endiş olduklarını da görüyoruz.
Meselâ Hazreti Ebû Bekir es-Sıddık Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunurken kullandığı şu ifadeler bunun güzel ve çarpıcı bir misalini teşkil eder.
Lütfunu esirgeme ey Rab bu kuluna ki, azığı pek kalîl,
İflas etmiş olsa da sadakatle yine kapına geldi ey Celîl!
Günahı pek büyük; Sen o günahları yarlığa ne olur,
Hali de pek acip, hem günahkâr bir abd-i zelîl.
Onunki isyan, onun ki nisyan ve hata üstüne hata,
Senden ihsan üstüne ihsan, hem de atâ-yı cezîl,
Eğer Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, her şeyini bitirmiş bir insansa, o zaman biz daha baştan bitmişiz demektir. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) bir hadis-i şeriflerinde onun hakkında şöyle buyurur:
Şayet Ebu Bekir’in imanı bütün insanların imanı ile tartılsa, muhakkak onun imanı diğerlerinden ağır gelirdi.”
(Kenzü’l-ummâl, hadis no: 35614) İşte Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, kalbinde böyle bir iman bulunduğu halde, Allah karşısında hep akıbetinden endişe etmiştir. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu’nun dizinin dibinde oturma mazhariyetine erip de daha sonra Müseylimetü’l-kezzâb’ın safları içinde Cehennem’e yuvarlanıp giden insanlar vardır. Bu açıdan hiç kimsenin mutlak garantisi yoktur, Allah’ın huzuruna nasıl çıkacağı belli değildir.
27 Mayıs 2016 Cuma
Hayâ sıyrılmış, inmiş - Din hayatın hayatı
…
Beyinler ürperir, yâ Rabb, ne korkunç inkılâb olmuş:
İsyan deryasına yelken açmışam
Saatçi ve şair arkadaşımın bir sözünü müsaadenizle tekrar edeceğim:
“İsyan deryasına yelken açmışam.
Kenara çıkmaya koymuyor beni.”
Evet, insan bazen öyle bir akıntıya kapılır ki yaptıklarına nadim olup artık o durumdan kurtulmak istese de, bir daha geriye dönemeyebilir. En iyisi mi insan ne gücüne, ne kuvvetine ne de iradesine güvenmelidir. O, daha baştan böyle bir akıntıya kapılmamaya bakmalıdır. Hafizanallah, bir kısım saik, sebep ve faktörlerle böyle bir akıntıya kapılmışsa, o durumda da, “Ben insiyaklarıyla hareket eden bir hayvan değilim.” demeli, iradesinin hakkını verip hemen geriye dönmesini bilmelidir.
Değildir bu bana layık bu bende
Cenâb-ı Hakk’a çok ciddi teveccühte bulunarak her daim Allah’la münasebetinizi güçlendirmiyorsanız, Alvar İmamı’nın ifadeleriyle sürekli,
“Değildir bu bana layık bu bende.
Bana bu lütuf ile ihsan nedendir?”
mülâhazasına bağlı kalmıyorsanız, yaptığınız bütün bu işlerin rıza hedefli olup olmadığı hususunda kendinizi bir kez daha gözden geçirmelisiniz.
25 Mayıs 2016 Çarşamba
Şeytan
Ehl-i dünya veya bînamaz bir insan caminin bahçesinden geçiyormuş. O esnada elinde bir sürü gem olan birisini görmüş. Yanına sokularak kim olduğunu sormuş. O da, “Ben şeytanım!” diye cevap vermiş. Bu sefer elindeki gemlerin ne işe yaradığını sormuş. Bunun üzerine şeytan: “Şu camide gönlünü Allah’a vermiş âbid insanlar var. Dışarıya çıktıklarında, onları o atmosferden uzaklaştırıp kendi peşimden sürüklemek için bu gemleri elimde tutuyorum.” demiş. Adam kendisi için de bir gemin olup olmadığını merak etmiş ve şeytana: “Benim gemim hangisi?” diye sormuş. Şeytan: “Senin için geme lüzum yok ki, sen zaten küçük bir işaretle arkamdan koştura koştura geliyorsun!” demiş.
Bu açıdan kim gönlünü Allah’a vermiş, kim dinini ihyaya azmetmiş ve kim hayatını hizmete vakfetmişse şeytan mesaisini daha çok onunla uğraşmaya harcayacaktır.
24 Mayıs 2016 Salı
Keşke sevdiğimi sevse
Dinî hassasiyet ise, başta şahsî hayatını milimi milimine dinin ölçülerine muvafık yaşamak, daha sonra da yakın daireden uzak daireye doğru aile efradı, yakın çevresi içinde, gözünün içine bakan ve etrafında halkalanan insanların dini yaşamaları mevzuunda fevkalade hassasiyet göstermek, duyarlı olmak ve ölesiye bir titizlik sergilemek demektir. Başka bir ifadeyle dinî hassasiyet, bir hak dostunun:
“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan!
Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa..!”
(Taşlıcalı Yahya)
mısralarıyla seslendirdiği arzu ve iştiyakla hayatını sürdürmektir.
Hacı Münir Bey
Ben, bizim köyün eşrafından birisi olan Hacı Münir Bey’den dinlemiştim. Üstad Hazretleri Erek Dağı’ndan derdest edilip götürülürken kıtmirin köyüne getiriliyor ve orada dedemin hanında misafir kalıyor. Hacı Münir Bey, Üstad’ın o anki durumunu şu ifadeleriyle anlatıyor: “Onun hâlini görünce gözlerim doldu. Çünkü ayakkabıları yırtılmış
olduğundan ayakları ve çorapları su içindeydi. Ben o lastik ayakkabıları alıp eve gittim ve evden ona yeni bir çift ayakkabı getirdim. Kim bilir onu da ne zorluklarla kabul ettirdim. Daha sonra ona bir iftar vaktinde çorba ve komposto getirdim. O, çorbadan birkaç kaşık aldı ve sonra: ‘İsraf olmasın bu kompostoyu da sahurda yeriz’ dedi.” Demek ki, Üstad’ın o günkü imkânları itibarıyla yeni bir çift lastik ayakkabı alacak durumu bile yoktu. İşte Hz. Pîr, kemal-i hassasiyetle böyle bir hayat yaşamış halkın güven ve itimadını sarsmamak için elinden gelen her şeyi yapmış ve bize de bu konuda örnek olmuştu.
21 Mayıs 2016 Cumartesi
Kırklareli’nde
Kırklareli’nde vazife yaparken fırıncı Ahmet Efendi’den bir hikâye dinlemiştim: Yemeği ağzınıza götürdüğünüzde parmaklarınızı bile yiyebileceğiniz kadar enfes yemekler yapan bir aşçı varmış. Fakat bu aşçı hayatında hiç servis yapmamış. Bir gün garson gelmediği için servis yapma vazifesi ona düşmüş. O da ellerini arkasına koyup “Arkadaş, ün görmüşüm, gün görmüşüm; baştan gelsin baklava!” demiş. Bir hikâye olsa da, bu kıssanın bize ifade ettiği çok mânâ var. Evet, sizin sunduğunuz baklava gibi leziz bir yiyecek olabilir ve siz o baklavayı gönlünüzden kopup gelen bir insanlık ve iyi niyetle sunabilirsiniz. Ancak her şeyin bir sırası bulunduğunu ve karşınızdaki insanların belli alışkanlıklarının olduğunu asla unutmamalısınız. Söylediklerinizin ve yaptıklarınızın zamanlamasını ayarlamanız bu açıdan çok önemlidir. İşte işin önünü-sonunu hesap etme, meseleleri arka planıyla görme, onlara mahrutî ve bütüncül bir nazarla bakma ve mebdeden müntehaya hep tenasüb-i ill iyet prensibine göre hareket etme basiret dediğimiz o âlî vasfa ait hususlardandır.
17 Mayıs 2016 Salı
Sen tecellî eylemezsin
O’nun görünüp bilinmesi, azamet u ihtişamıyla kendini göstermesi, insanın yok olmasına bağlıdır. Şair ne güzel söylemiştir:
“Sen tecellî eylemezsin perdede ben var iken
Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana…”
Bir perdede iki şey birden olmayacağına göre, ma’dum olmak lazım ki, mevcut duyulabilsin, mütalaa ve müşahede edilebilsin. İnsanın, vücudunun zılliyetini kabul etmesi gerekir ki, aslı görebilsin.
Sırtlanları geçmişti beşer
Allah’a, hesaba, mahşere, cennet ve cehennem mülahazasına bağlanmış bu insanlar bence ne bekçiye, ne polise ne şuna ne de buna ihtiyaç duyarlar. Düşünün ki, Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) henüz kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, her türlü ahlaksızlığın işlendiği, Mehmet Akif’in;
“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin,
Salgındı bugün şarkı yıkan tefrika derdi.”
ifadeleriyle anlattığı cahiliye dönemindeki insanlardan öyle bir toplum inşa etmişti ki, o dönemde bir-iki hadise dışında hırsızlık hadisesi bilmiyoruz. İki-üç zina şayiasından başka yaşanan bir ahlaksızlığa da şahit olmuyoruz.
11 Mayıs 2016 Çarşamba
Mala karşı aşırı düşkünlük
İnsan tabiatında mala karşı aşırı düşkünlük bulunduğundan, eğer bu duygu İslamî terbiyeyle kontrol altına alınmazsa her zaman bu tür problemlerle karşılaşmak mümkündür. Nitekim bir gün Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde b. Cerrah (radıyallahu anh) Bahreyn’den çok miktarda mal getirdiğinde ashab-ı kirâmdan bazıları, ondan pay almak için beklerken, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallal ahu aleyhi ve sellem
mealen şöyle buyurmuştu: “Allah’a yemin ederim ki, ben sizin fakr u zarurete düşmenizden endişe duymuyorum. Ben asıl, sizden evvelkilerin sahip olduğu gibi geniş imkânlara sahip olmanız ve onların birbirini çekemeyip, rekâbet edip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk olmanızdan korkuyorum.”
Mala, mülke mağrur olma
Dünyanın faniliğine dair efkâr-ı millete mal olmuş pek çok söz söylenmiştir.
Mesela;
Mala, mülke mağrur olma, deme var mı ben gibi;
Bir muhalif rüzgâr eser savurur harman gibi.”
Çeşm-i ibretle nazar kıl
Dünyanın faniliğine dair efkâr-ı millete mal olmuş pek çok söz söylenmiştir.
Mesela;
Çeşm-i ibretle nazar kıl dünya bir misafirhanedir,
Bir mukim âdem bulunmaz ne acib kâşanedir,
Bir kefendir akıbet sermayesi şâh u geda,
Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?”
Bindirirler cansız ata
Dünyanın faniliğine dair efkâr-ı millete mal olmuş pek çok söz söylenmiştir.
Mesela;
“Bindirirler cansız ata, indirirler zulmete
Ne ana var, ne ata, örtüp pinhân ederler.
Ne kavim var, ne kardeş, ne eşin var, ne yoldaş,
Mezarına bir çift taş, diker nişan ederler.”
Dünya geçicidir
Miras taksimi yapılırken, din-i mübin-i İslâm’ın kuralları esas alınarak herkes hakkına rıza göstermelidir.
Başta daifade edildiği gibi bu konuda bazıları fedakârlıkta bulunabilir. Mesela bana, babamdan, dedemden miras kalan bir mal gösterildiğinde ben şahsım açısından
Dünya geçicidir, burada kalınmaz,
Ne kadar mal olsa, murad alınmaz,
Gafil olma sakın, geri dönülmez!
Yürü dünya yürü, sonun virandır.
Meded bundan sonra ahir zamandır.”
diyerek, hisseme düşen malı elimin tersiyle itebilirim. Fakat böyle bir düşünceyi genelleştirme ve başkalarından hissesine düşen mallardan vazgeçmesini bekleme, insan tabiatıyla telif edilemeyen bir beklentidir ve böyle bir arzu ve talep insanlar arasında hoşnutsuzluklara sebebiyet verir. Bu açıdan bir kez daha ifade edelim ki, miras taksiminde objektif olan dinin emrettiği hükümlerdir.
10 Mayıs 2016 Salı
Ey dîde nedir uyku
Allah’ın misafiri olmak varken, döşeğe misafir olmanın ne kıymeti olabilir ki! İbrahim Hakkı Hazretleri bu düşünceyi ne güzel seslendirir:
“Ey dîde nedir uyku gel uyan gecelerde,
Kevkeblerin et seyrini seyrân gecelerde.
Bak hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyret,
Bul Sâni’ini ol âna mihman gecelerde.
Savm u salât u hac ile sanma biter
İrfana ulaşmanın en önemli yolu, ibadet ü taati titizlikle ve şuurlu bir şekilde yerine getirmektir. İbadet ü taatte şuur olmayınca irfana ulaşılamaz. İrfana ulaşamayan bir insanın ise Allah sevgisine, peygamber muhabbetine ermesi mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki, bunlar iç içe derinlikler olduğundan, ancak biri aşıldığı takdirde diğerine ulaşılır. İşte bu perspektiften meseleye bakıldığında Hazret’in
“Savm u salât u hac ile sanma biter zahid işin.
İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş.”
ifadelerinde, her şeyin çok güzel bir şekilde yerli yerine yerleştirildiği görülmektedir. Çünkü ihsan şuuru ve irfan nurundan mahrum bir fert için, yapılan ibadetler, öteden beri yapılagelen bir formalite ve kültürden öteye geçmeyebilir. Herkes oruç tuttuğu için o da oruç tutmuş, anne babasında öyle gördüğü için namaz kılmış, başkaları hacca gittiği için hacca gitmiştir. Dolayısıyla böylelerinde ibadetler çok defa suretten öteye geçmediğinden onların ruh ve manası yakalanamaz.
9 Mayıs 2016 Pazartesi
Şeytan
Kıskançlık ve hasedin kurbanı bu zaval ı varlık -şeytan-, tepetaklak yuvarlanıp gitmiştir ve hâlâ da yuvarlanmaya devam etmektedir. Bir menkıbede şöyle anlatılır: Şeytan, Cenâb-ı Hakk’a, “Bu kadar çok insanı affediyorsun. Benim ceza ve çilem -sanki çile çekiyormuş gibi- daha bitmedi mi?” diye sorar. Cenâb-ı Hak da ona: “Senin ilk imtihan olduğun hususu bir kere daha hatırlatıyorum. Git ve Hazreti Âdem’in mezarına secde et. Ben de seni bağışlayayım.” der. Fakat şeytan nasıl bir haset ve hazımsızlığa kilitlenmiş ki, yine de red ve inkârına devam eder. Demek ki, hasedin öyle muzaaf ve mük’ab bir kısmı var ki, bunun sonucunda şeytan kendisini göz göre göre balıklamasına küfrün içine atmıştır.
Sefine-i kalbime alevli bir kor attın
Devr-i risalet penahide yaşanan Müslümanlığı mükemmel bir temsille mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun olarak ortaya koyma, onu Al ah ve Resûlü’nden geldiği ve sahabe tarafından yaşandığı şekliyle insanlığa yeniden ve bir kere daha armağan etme bizim hayatımızın gayesi olmalıdır. Zira günümüzde hakikaten dünyanın dört bir tarafında yangın var. Sûzî gibi diyecek olursak:
“Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost!
Bülend âvâz ile dersin, bakın deryada yangın var!”
Eğer derya yanıyorsa, o zaman yanmadık yer yok demektir. Fertler yanıyor, yuva yanıyor, bir mânâda mâbed yanıyor, mektep yanıyor, idare yanıyor… hâsılı topyekûn âlem-i İslâm ve dünya cayır cayır yanıyor.
8 Mayıs 2016 Pazar
Mazhar-ı feyz olamaz
Şair ne güzel söyler:
“Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyecek hâke nebat
Mütevazi olanı rahmet-i Rahman büyütür.”
Yani, tohum toprağın bağrına düşüp kendisini çürümeye salmayınca, başağa yürüyemez. Başağa yürümenin yolu, toprağın altında ezilmeden, topraklaşmadan ve şahsı itibarıyla orada yok olmadan geçer. Evet, tohum yok olmalıdır ki, yokluktan fışkırarak ikinci bir varlığa yürüyebilsi
Herkes yahşi men yaman
Cenab-ı Hakk’ın nimetleri sağanak sağanak üzerinden boşalırken, bir damla sudan yaratılan insanoğluna düşen; şükür, minnet ve mahviyet hisleriyle dopdolu olmak, hangi konumda bulunursa bulunsun, her zamankendini başkalarından daha dûn seviyede görmek ve Alvar İmamı’nın ifadesiyle,
“Herkes yahşi men yaman,
Herkes buğday men saman.”
diyebilmektir. Siz böyle bir mülahazaya ister tevazu, ister mahviyet, isterse kendini sıfırlama deyin; fakat şurası muhakkak ki, varlık tıpkı bir filiz gibi bu mülahazanın bağrında boy atıp gelişir.
3 Mayıs 2016 Salı
Herkesin istidadına vabestedir
Mürşit en katı kalblere bile tesir eden baş döndürücü bir müessiriyete sahip bulunsa, yine de onun, irşat ettiği insanların hepsini aynı seviyeye çıkarması mümkün değildir. Çünkü verenin çok mükemmel vermesinin yanında, alanın da istidat ve kabiliyetleriyle verilenleri almaya müsait olması gerekir. Diyelim ki siz kocaman bir su tankeriyle muhatabınızın imdadına koştunuz, fakat onun elinde sadece bir kova var. Siz bütün tankeri boşaltsanız da kova dolduktan sonra geriye kalan su dışarıya dökülecektir. Bir şair bu durumu ne güzel ifade eder:
“Herkesin istidadına vabestedir âsâr-ı feyzi”
Yani ahz ü atâ, alıp verme kabiliyetlere göre cereyan eder.
2 Mayıs 2016 Pazartesi
Hazreti Musa zamanında
Hazreti Musa zamanında vuku bulduğu rivayet edilen bir menkıbeyle mevzuu biraz daha açmak istiyorum. Vakıa bu tür menkıbelerin aslı her zaman sorgulanabilir. Fakat menkıbelerde asla değil fasla bakılır. Yani önemli olan anlatılan bir menkıbenin bizim için ifade ettiği mânâ ve bizim ondan alacağımız derstir. İşte böyle bir menkıbeye göre, Seyyidina Hazreti Musa, Tur Dağı’na giderken yolda üzerinde elbise olmadığından dolayı kumların içine girmiş
birisini görür. Bu zat Hazreti Musa’dan, mal sahibi olabilmesi için Cenâb-ı Hakk’a dua etmesini rica eder. Hazreti Musa onun bu ricasını Cenab-ı Hakk’a arz edince, bu hâlin o şahıs için daha hayırlı olduğu bildirilir. Bunun üzerine Hazreti Musa, Cenab-ı Hakk’ın bu mesajını adama iletir. Fakat o, daha başka şeylerin de hayırlı olabileceği mülahazasıyla isteğinde ısrarcı olur. Neticede Al ah Teâlâ, Hazreti Musa’ya o adama yardım etmesini emir buyurur.
Hz. Musa’nın yardımı vesilesiyle adam bir müddet sonra elde ettiği imkânla bir koyun alır. Derken kısa zamanda geometrik bir artış meydana gelir ve adam sürülere sahip olur. Gel zaman git zaman Seyyidina Hazreti Musa yine Tur’a giderken bir yerde bir kalabalık görür. Yanlarına sokulup hâdiseyle ilgili soru sorduğunda kendisine şöyle derler: “Burada çok fakir bir adam vardı. Bel i bir süre sonra Cenâb-ı Hak kendisine geniş imkânlar verdi. Fakat bu zenginlik ona yaramadı. İçki içmeye başladı Derken bir gün içki içip kendini kaybetti, kavgaya girişti, birisini öldürdü.
Şimdi de bu şahsa kısas uygulanıyor.”