22 Aralık 2016 Perşembe

Sen Mevlâ’yı sevende

Alvar İmamı ne güzel söyler:
Sen Mevlâ’yı sevende
Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de
Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında
Canlar feda eylesen
Emrince hizmet etsen
Allah ecrin vermez mi?
Sular gibi çağlasan
Eyyub gibi ağlasan
Ciğergâhı dağlasan
Ahvalini sormaz mı?
Rica ederim, onun uğrunda yüreğinizi parçalamadan yüreği parçalanmış insanlara lütfedilen şeyleri beklemeyin. O bazen ekstradan da lütfedebilir; ama umumiyetle aldığınız risk kadar, gösterdiğiniz gayret ve cehd kadar mükâfat vardır. Hele siz bir gecenize gündüz boyası çalın, o da sizin gecenizi gündüz yapsın. Siz dünya gecelerinizi gündüz yapın, o da ahiret karanlıklarını aydınlığa tebdîl eylesin.
Allah, eşiğine baş koyan yüzleri çiğnetmez ve mahcup etmez; yeter ki siz yürekten ona yönelin ve “...Edemem, sensiz asla edemem!” deyin

Temkin

Temkinli yaşamalı insan. Ayaklarının sağlam bir zemin üzerinde olduğu, kulluk yolunda rahat yürüyebildiği, şeytanın ona tesir edemeyeceği şeklindeki bütün düşünceleri “Hayır, bunlar öyle görünüyor olabilir; fakat her an o zemin çökebilir; her lâhza ayaklarım beni yolda koyabilir; şeytan bir yerden yolunu bulup duygularımı kirletebilir” türünden temkin ifadeleriyle tadil etmeli. Mesela, az önce de ifade ettiğim gibi, gece karanlığında, bir binada tek başına “Ya Rabbi!” deyip ağladığı anda bile “Belki birazdan birisi kapıdan içeri girer de beni duyar ve ‘Şu adamın ihlâsına bak!’ der” gibi bir duyguya kapılmışsa insan, o an duasını, ağlamasını kesmeli; riya ile o temiz sayfayı kirleteceğine, onun bir kısmını eksik bırakmalı.
Nitekim, seleflerimizin hayatına bakarsanız bu ölçüyü gösteren pek çok misal görürsünüz. Mesela, İbrahim b. Yezid En-Nehaî, Kur’ân okuduğu bir sırada kapısı çalınınca önce Kur’ân-ı Kerim’i rafa kaldırıyor, sonra kapıyı açıyor. Ev halkı neden öyle yaptığını sorunca da “Beni o halde görürlerse her zaman Kur’ân okuyorum zannederler” diyor ve öyle bir görüntüyü riya kabul ediyor.
Bu kadar hassasiyetin bir vehim ve vesvese olabileceği de akla gelebilir; fakat halis bir mü’mine yakışan, sadece Allah’ın rızasını gözeterek amel etmeyi namus meselesi bilmesidir. Allah’a ve ahirete inanan bir insan, ibadet ü tâati Allah’a tahsis etme hususunda vesvese derecesinde hassas davranmalı, bunu bir namus meselesi olarak telâkki etmelidir. En iyi söz söylediği zaman bile, eğer içine riya ve dolayısıyla şirk ifade eden söz ve davranışlar bulaşıyorsa, konuşmasını hemen kesmesini bilmelidir. Kaleminden Hz. Davud’un mezâmiri gibi enfes mısralar döküldüğü bir sırada dahi, eğer niyetinde bir kirlenme görüyorsa kalemini anında kırmalıdır. Kırmalıdır, çünkü o ebediyete talip olmuştur. Ebedî bir hayata talip olanın da bu hedef uğruna duygu ve düşüncelerini ömür boyu temiz tutmaya çalışması gerekir. 

Rummân arzusu

Mev’izelerde bir menkıbe anlatılır: Bir çilehanede dervişler günlerini ibadetle geçiriyorlar. Bir erbaîn, iki erbaîn, üç erbaîn... Ancak ölmeyecek kadar yiyip içmek, sadece ibadet ü tâatte bulunup elden geldiğince dışarıya çıkmamak orada bir prensiptir. El ayak, göz kulak, dil dudak, tamamen ibadetle meşgul edilir. Uyku da azaltılır, bir günde sadece bir saat kadar başlar bir yere konarak geçiştirilir, ihtiyaç defedilecek kadar uyunur. Zaten çok yeyip içmeyince de az uyumaya alışılır.
İşte böyle bir çilehane ehlinden birisinin içine rummân (nar) arzusu düşüyor. Bunu bir türlü kafasından atamıyor. Aslında nar, Allah öbür nârdan (cehennemden) muhafaza buyursun, sevilecek bir meyvedir; fakat öyle, gönül bağlanan haneyi terk ettirecek kadar olmasa gerek. Nar isteği yerine başka şeyler de düşünülebilir elbette. Tam kapıyı açıp dışarı çıkıyor, bir de bakıyor ki kapının önünde yara bere içinde yatan birisi var. Yara bere içinde; ama hâlinden çok memnun, çok müteşekkir, yüzünden behcet akıyor. “Elhamdülillah Rabbi!” diyor yatan adam. Bizimki “Yâhu bu hâlinle böyle içten hamd ü senâ da ne?” deyince “Allah’a hamdolsun” diyor, “Hiçbir zaman rummân arzusuyla Rahmân’ı terk edip onun huzurundan ayrılmadım.” Derviş bunu duyunca kendine geliyor ve tekrar çilehaneye dönüyor.
Kaç defa rummân arzusu bizi arkasından koşturmuştur. Kâmil olmak kolay değil. Allah (celle celâluhû) potansiyel insan yaratmıştır ve hakikî insan olmayı kulun iradesine, cehdine, gayretine ve azmine bağlamıştır. Azimsiz insanlar, sabırsız kullar o hedefe ulaşamazlar.

Nâçâr kalacak yerde

Mü’min her yerde onun huzurunu duymalı, her zaman “Bana dünya ve içindekiler lâzım değil” diyebilmeli ve her şeyini onun için feda etmeye âmade bulunduğunu günde birkaç defa ikrâr etmelidir. Sabah kalkınca “Kapı kulunum; boynu tasmalı, ayağı prangalı kölenim; kasem ediyorum senden ayrılmayacağım! Kovsan bile ayrılmayacağım senden!” demeli; verdiği o vaadde sarsıntı yaşamış olabileceği düşüncesiyle, öğle vakti yeniden ahd ü peymanını yenilemeli. İkindide bir kere daha... Akşam bir kere daha Allah Teâlâ’ya verdiği sözü tekrar etmeli... Yatağına girerken “Ne olur ne olmaz” deyip bir kere daha duaya durmalı; “Allah’ım, (rahmetini) umarak, (azabından) korkarak kendimi sana teslim ettim, yüzümü sana çevirdim, işimi sana ısmarladım, sırtımı sana dayadım. Senden başka sığınak, senden başka dayanak yoktur. Allah’ım, indirdiğin kitabına, gönderdiğin peygamberine iman ettim. Allah’ım, kullarını dirilteceğin gün beni azabından koru” yakarışıyla, hem Allah’a kul olduğunu ikrar edip ona sığınmalı hem de Hâtemu’l-Enbiyâ’ya karşı vefa ve sadâkatini ortaya koymalı.
Bir kul, hayatını bu şekilde programlar; dünyaya burada yaşayacağı ömür kadar, uhrevî işlere de ahirette kalacağı müddet kadar kıymet verir ve günde birkaç defa kulluk ahd ü peymânını yenilerse dünya-ukba dengesini kurmuş olacaktır. Ayrıca böyle bir kul, her hâdisenin çehresinde İbrahim Hakkı Hazretlerine ait şu sözlerin doğruluğunu müşahede edecektir:
Nâçâr kalacak yerde,
Nâgah açar ol perde,
Derman olur her derde,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Karınca

Bir vesileyle arz etmiştim; karınca, çeliğin içinde bal olduğunu bilse, gelir onun etrafında altı ay dolaşır. Bir taraftan delik arar; bir yerden tükürük atar, çeliği bile paslandırıp delmeye uğraşır. En olmadık yerlerin kapağını açar bakarsanız, orada da karınca bulabilirsiniz. O, hedefe kilitlenmiştir; ne yapar eder, hedefine açılan bir kapı bulur. İmanlı bir gönlün sahibi de kulluk vazifesine kilitlenir ve yapması gerekenleri her hâlükarda yerine getirir.
Bu mevzuda üç husus çok önemlidir: Birincisi, im’ân-ı nazar; yani, bakışı bir noktaya çevirme ve orada fikren yoğunlaşma. İkincisi, im’ânı nazarın ötesinde iltisâkkalb; yani, o meseleyle perçinlenmiş gibi bir kalbî bağlılık, onu düşünmeden edememe, kalbe yapılan her müracaatta o meseleyi görme. Üçüncüsü de, en ağır şartlar altında dahi engellerden sıyrılıp mutlaka yola devam etme azim ve gayreti; kurtulma gayreti değil, yola devam etme azmi.
Bu üç hususa riayet edilince, insan belki birkaç kez tökezler, yüzüstü kapaklanır; ama tekrar doğrulup yeniden nihaî menzile yürür. Önündeki bir kapı kapansa, o başka on kapının sürgüsünü zorlar, kilidini açmaya uğraşır. Bir de Hazreti Müfettihu’l-ebvab’a teveccüh etti mi, kapanan bir taneye mukabil on kapının kendisine açıldığını görür. Evet, salih bir kula düşen “Ya Müfettiha’l-ebvab! İftah lenâ hayra’l-bâb, inneke Kerîmun, Cevvâdun Vehhâb!” (Ey bütün kilitli kapıların anahtarına sahip, kapıları açan Allah’ım, bize de en hayırlı kapıyı aç! Şüphesiz sen lütfu ve ihsanı bol, cömertlerden cömert, nimet ve bağışları engin Rabb’imizsin!) deyip ona iltica etmek ve sonra da kendi üzerine düşen vazifeyi yapmaktır.
İşte bu ölçüler içerisinde, yeryüzü mirasçıları dünyayı ahiretleri adına değerlendirmeli; gerektiğinde dünyalık her şeyden vazgeçip kopabilmelidir. Dünyayı ve nimetlerini bir ayakkabı gibi çıkarıp atmaya, “Bana seni gerek seni” deyip yürümeye rûhen hazır bulunmalıdır.

Sükut

Bir gün adamın biri Hz. Ebû Bekir’e gelip bir sürü itham ve hakaretler savurmuş. Hz. Ebû Bekir sükût etmiş, uzun bir süre hiçbir şey söylememiş, karşılık vermemiş. İftiraların sonu gelmeyince dayanamayıp kendisini savunacak birkaç söz söylemiş. Onları seyreden Peygamber Efendimiz, Ebû Bekir! O adamın sana söylediği her kötü sözde, sen sabrederken, bir melek seni müdafaa ediyordu. Sen söze başlayınca artık melek ayrıldı” buyurmuştur. İşte genel düşüncem budur: Allah her şeyin aslını biliyor ve halkımız da olup bitenleri, gerçekleri görüyor ya... Öyleyse ehl-i insaf kararını verir; savunanlar beni değil, hakikati, doğruyu savunur. Benim kendimi savunmama gerek yok zannediyorum.

Celal Efendi

Hiç unutamayacağım insanlardan birisi de Muhterem Mehmet Kırkıncı Hocanın rahmetli babası, Celal Efendidir. Celal Efendi, Medine’de mücâvir (mübarek bir yerde inzivaya çekilip ibadet eden, kendini o yerin hizmetine adayan), kıymetli bir insandı. Orada vefat etti ve oraya defnedildi. Yanına gittiğimde çok yaşlanmıştı. İlerleyen yaşına ve rahatsızlıklarına rağmen namazlarını aksatmıyor, sünnetleri de ayakta kılıyordu. Ama oturup kalkmakta zorlandığı için namazlarını yatağının yanında kılıyor, ayağa kalkabilmesi için yatağa tutunması gerekiyordu. Bu şekilde tamamladığı bir namazdan sonra bana demişti ki, “Hocam, ben böyle namaz kılarken yatağa tutunarak kalkıyorum, oluyor mu namazım?” O tabloyu hiç unutamayacağım. O ne güzel şuur... Her şeye rağmen kulluğunu gereğince edâ etmeye çalışmak; ama yine de yaptığıyla yetinmemek ve daha iyisini aramak...
Evet, namaz bizi ahirette kurtaracak bir sermayedir. Onun için namaz hususunda çok hassas davranmak gerekir. Allah (celle celâluhû) onun kıymetini ruhlarımıza duyursun ve eksiğiyle gediğiyle namazlarımızı kabul buyursun.