Bir vesileyle arz etmiştim; karınca, çeliğin içinde bal olduğunu bilse, gelir
onun etrafında altı ay dolaşır. Bir taraftan delik arar; bir yerden tükürük
atar, çeliği bile paslandırıp delmeye uğraşır. En olmadık yerlerin kapağını açar
bakarsanız, orada da karınca bulabilirsiniz. O, hedefe kilitlenmiştir; ne yapar
eder, hedefine açılan bir kapı bulur. İmanlı bir gönlün sahibi de kulluk
vazifesine kilitlenir ve yapması gerekenleri her hâlükarda yerine
getirir.
Bu mevzuda üç
husus çok önemlidir: Birincisi, im’ân-ı nazar; yani,
bakışı bir noktaya çevirme ve orada fikren yoğunlaşma. İkincisi, im’ânı nazarın ötesinde iltisâk-ı
kalb; yani, o meseleyle perçinlenmiş gibi bir kalbî
bağlılık, onu düşünmeden edememe, kalbe yapılan her müracaatta o meseleyi görme.
Üçüncüsü de, en ağır şartlar altında dahi engellerden sıyrılıp mutlaka yola
devam etme azim ve gayreti; kurtulma gayreti değil, yola devam etme azmi.
Bu üç hususa
riayet edilince, insan belki birkaç kez tökezler, yüzüstü kapaklanır; ama tekrar
doğrulup yeniden nihaî menzile yürür. Önündeki bir kapı kapansa, o başka on
kapının sürgüsünü zorlar, kilidini açmaya uğraşır. Bir de Hazreti Müfettihu’l-ebvab’a teveccüh etti
mi, kapanan bir taneye mukabil on kapının kendisine açıldığını görür. Evet,
salih bir kula düşen “Ya Müfettiha’l-ebvab! İftah lenâ hayra’l-bâb, inneke Kerîmun, Cevvâdun Vehhâb!” (Ey bütün kilitli kapıların anahtarına sahip, kapıları açan
Allah’ım, bize de en hayırlı kapıyı aç! Şüphesiz sen lütfu ve ihsanı bol, cömertlerden cömert, nimet ve bağışları
engin Rabb’imizsin!) deyip
ona iltica etmek ve sonra da kendi üzerine düşen vazifeyi yapmaktır.
İşte bu ölçüler
içerisinde, yeryüzü mirasçıları dünyayı ahiretleri adına değerlendirmeli;
gerektiğinde dünyalık her şeyden vazgeçip kopabilmelidir. Dünyayı ve nimetlerini
bir ayakkabı gibi çıkarıp atmaya, “Bana seni gerek seni” deyip yürümeye rûhen hazır bulunmalıdır.