Sahabe efendilerimizden bugüne kadar her devirde, Hak dostları, zikrullahı damarlarda dolaşan kan gibi kabul etmiş, değişik
yollarla Allah’ı (celle celâluhû) anmamayı kan yetmezliğine bir sebep gibi görmüş ve
sürekli zikirle beslenmişlerdir. Mesela, Hz. Ali Efendimiz der ki: “Ben Resûlullah’tan şu duayı ve şöyle bir tavsiyeyi duyduktan
sonra artık onu hiçbir gece terk etmedim.” Hz. Ali için belki de hayatının en
önemli, en ciddî gecesi ve onun en çok meşgul olduğu zaman dilimi, Nehrivan’da Haricîlerle savaştığı geceydi. Birisi Nehrivan’ı işaret ederek, “O gece de unutmadın mı, onca
koşuşturma ve meşgale arasında dua ve zikrini terk etmedin mi?” diye sorunca Hz.
Ali’nin cevabı, “O gece bile terk etmedim” şeklinde olmuştur.
Evet, belli
dönemler itibarıyla bizim dünyamızda, evde, sokakta, camide ve hatta harp
meydanlarında Allah (celle celâluhû) anılıyor, her fırsatta zikir halkaları teşkil
ediliyor ve Cenâb-ı Allah’ın isim ve sıfatları yâd
ediliyordu. Zikrullah, oruç tutarken de, zekât
verirken de ihmal edilmiyordu. Hacda gürül gürül zikrullah sesi duyuluyordu. Bayram sabahları ovalar, obalar
bir çağlayanın akışına benzeyen zikir sesleriyle doluyordu. Hususiyle de Kurban
bayramında yüksek sesle tekbir getirme, şeâiri ilan
etme mânâsına geliyordu. İşte bu itibarla zikrullah, hemen her ibadetin damarlarında cereyan eden kan
gibiydi; bugün de öyledir. Onsuz hiç olmadı, bugün de onsuz olamaz. Çünkü biz
ancak onun sayesinde, Allah’la (celle celâluhû) irtibatımızı kuvvetlendiririz. Zikrullahın, evrâd ü ezkârın terk edilmesi bizde ciddî bir zaaf meydana getirir.
Allah’la (celle celâluhû)
münasebetlerimizde bir gevşeme hâsıl eder, hafizanallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder