Mev’izelerde bir
menkıbe anlatılır: Bir çilehanede dervişler günlerini ibadetle geçiriyorlar. Bir
erbaîn, iki erbaîn, üç erbaîn... Ancak ölmeyecek kadar
yiyip içmek, sadece ibadet ü tâatte bulunup elden geldiğince dışarıya çıkmamak
orada bir prensiptir. El ayak, göz kulak, dil dudak, tamamen ibadetle meşgul
edilir. Uyku da azaltılır, bir günde sadece bir saat kadar başlar bir yere
konarak geçiştirilir, ihtiyaç defedilecek kadar uyunur. Zaten çok yeyip
içmeyince de az uyumaya alışılır.
İşte böyle bir
çilehane ehlinden birisinin içine rummân (nar) arzusu düşüyor. Bunu bir türlü
kafasından atamıyor. Aslında nar, Allah öbür nârdan (cehennemden) muhafaza
buyursun, sevilecek bir meyvedir; fakat öyle, gönül bağlanan haneyi terk
ettirecek kadar olmasa gerek. Nar isteği yerine başka şeyler de düşünülebilir
elbette. Tam kapıyı açıp dışarı çıkıyor, bir de bakıyor ki kapının önünde yara
bere içinde yatan birisi var. Yara bere içinde; ama hâlinden çok memnun, çok
müteşekkir, yüzünden behcet akıyor. “Elhamdülillah Yâ
Rabbi!” diyor yatan adam. Bizimki “Yâhu bu hâlinle
böyle içten hamd ü senâ da ne?” deyince “Allah’a hamdolsun” diyor, “Hiçbir zaman
rummân arzusuyla Rahmân’ı terk edip onun huzurundan ayrılmadım.” Derviş bunu
duyunca kendine geliyor ve tekrar çilehaneye dönüyor.
Kaç defa rummân
arzusu bizi arkasından koşturmuştur. Kâmil olmak kolay değil. Allah (celle
celâluhû) potansiyel insan yaratmıştır ve hakikî insan olmayı kulun iradesine,
cehdine, gayretine ve azmine bağlamıştır. Azimsiz insanlar, sabırsız kullar o
hedefe ulaşamazlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder