29 Nisan 2016 Cuma

Nâçâr kaldığın yerde

Yunus bin Metta (aleyhisselâm) balık tarafından yutulduğunda; balık, denizin dalgaları ve gecenin karanlığı bir araya gelerek onu dört bir taraftan çepeçevre kuşatmıştı. Fakat o büyük peygamber, üst üste bu karanlıklar içinde
"Senden başka ilâh yoktur. Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin; doğrusu ben kendi kendime zulmettim (affını bekliyorum).”  (Enbiyâ Sûresi, 21/87)
şeklinde niyaz ederek, Cenâb-ı Hakk’ın nazar-ı merhametini celbetmiş
ve karanlık karanlık üstüne bir hâlde bulunuyorken balığın karnından kurtulmuştu. İsterseniz siz, burada İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şu mısralarını hatırlayabilirsiniz:

“Nâçâr kaldığın yerde,
Nâgâh açar ol perde,
Derman olur her derde
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”

Şimdi bu açıdan bir bakın günümüzdeki derbeder hâlimize! Allah aşkına, bugün biz, Yunus bin Mettâ’nın (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) balığın karnına düşmesinden daha feci bir durumda değil miyiz?

Tok olan cümle âlemi hep tok sanır

Hazreti Mevlâna da Mesnevî’sinde, derici dükkânındaki pis kokuya alışıp daha sonra ıtriyat çarşısına götürülen bir insanın, oradaki güzel kokular karşısında düşüp bayıldığından bahseder. Esasında hazret bu hikâyesiyle bize, bozulmuş tabiatların hâlini resmetmektedir. İşte çağımızın insanları olarak biz, neş’et ettiğimiz ortama öyle alışmış
ve öyle uyum sağlamışız ki, insanı insanlığından utandıracak manzaralar karşısında dahi herhangi bir utanç ve acı duymuyoruz. Bütün terslikleri ve yanlışlıkları âdeta normal görüyoruz. Bir şairin dediği gibi;

“Tok olan cümle âlemi hep tok sanır.

Aç olan âlemde ekmek yok sanır.”

Bunun gibi biz de acıyı hissedip farkına varmayınca, vicdanımızda ona karşı “yeter” deme ve ardından silkinip doğrulma gayreti içinde olmuyoruz.

27 Nisan 2016 Çarşamba

Ebû Hureyre

Ebû Hureyre Hazretleri’nin her gün on iki bin defa sübhanallah dediği rivayet edilmiştir. Ona, “Bu çok değil mi?” diye sorduklarında; “Günahlarım sayısınca söylüyorum.” şeklinde cevap vermiştir. (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 5/345)

Devs’ten gelip ashâb-ı suffe arasına giren, uzun süre İnsanlığın İftihar Tablosu’nun huzurunda bulunan, O’ndan en fazla hadis rivayet eden ve Allah Resûlü’nden sonra herkesin kendisine başvurduğu bir menhelü’l-azbi’l-mevrud haline gelen o Devs’in aslanının bir günahı olacağını zannetmiyorum. Ama o kendi ufku itibarıyla bunu gerekli görüyordu.

Hazreti Mevlana

Hazreti Mevlana, Mesnevi’sinde şehvet zaafıyla alakalı bir hikâye anlatır ve bu hikâyede şeytanın Cenâb-ı Hak’la konuşmasına, daha doğrusu O’na karşı küstahça bir dil kullanmasına yer verir. Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde şeytanın demagoji adına serdettiği küstahça ifadeler vardır. Fakat Hazreti Mevlana burada farklı olarak şöyle bir hâdise anlatır: Şeytan, Cenâb-ı Hakk’a kendisini rezil ettiğini ve hüsrana uğrattığını ifade eder. Daha sonra da, insanlara karşı kullanabileceği, onları saptırabileceği, onları baştan çıkarabileceği bazı şeyler ister. Cenâb-ı Hak ona, servet, makam, şöhret gibi şeyler verir. Fakat o, bunların hiçbirisinden hoşnut olmaz. Sonunda kendisine,
‘Sana erkek için kadını, kadın için erkeği kullanma imkânı vereyim’ denilince, şeytan çok memnun olur ve zil takıp oynamaya başlar.
Aslî kaynaklarda geçmese de, burada bizim için esas önemli olan, bu hikâyenin ifade ettiği hakikattir.

Sizin taptığınız tanrı

Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, Şam’da baskıya uğradığı bir zaman ayağını yere vurur ve

“Sizin taptığınız tanrı, benim ayaklarımın altındadır.” der.

Bazıları onun bu sözlerini ilhadına bir sebep sayarlar. Hâlbuki hazret, muhataplarının Karun gibi gönüllerini paraya kaptırdıklarını ve âdeta ona tapmaya başladıklarını düşünmektedir.
Onların taptıkları bu tanrının, ayaklarının altında olduğunu ifade etmesinin ise, ayaklarının altında gömülü bulunan büyük bir hazineye işaret olduğu nice zaman sonra anlaşılmıştır.

İnsan Cennet gibi bir yere gitmek üzere

İmam Gazzâli Hazretleri, insanın karşılaştığı bu imtihanları şöyle bir misal e anlatır:

İnsan Cennet gibi bir yere gitmek üzere ciddî bir azim ve kararlılıkla yola çıkar. Çünkü gideceği yerin baş döndüren cazibedar güzel ikleri daha önce kendisine anlatılmıştır. Fakat yolda suların şakır şakır aktığı, ağaçların üfül üfül estiği, kuşların ötüştüğü, gölgelerin insanı rahata çağırdığı serin ve rahat bir yer bulunca birden gideceği yeri unutarak orada yerleşmeye karar verir.

Hemen orada bir kulübecik yapar ve içinde kalmaya başlar

Bu yol uzaktır

Maruz kalınan imtihanlar,

“İşte Halep, işte arşın. Alın boyunuzun ölçüsünü!”

demek gibidir. Yunus Emre de,

“Bu yol uzaktır, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var.”

ifadeleriyle insanların dünya hayatında hırpalanacakları, değişik haddelerden geçirilecekleri, demir ocaklarında eritilir gibi eritilecekleri hakikatini dile getirmiştir

22 Nisan 2016 Cuma

Der tarîk-i acz-mendî

Günümüzde enaniyet çok ileri gittiği, insanlar bencil iğin tesiriyle oturup kalktığı ve dolayısıyla günümüzde bu ölçüde bir “terk mülahazası” mümkün olmayacağı düşüncesinden hareketle olsa gerek, Hz. Pîr, farklı bir yaklaşımla, Dördüncü Mektup’ta;

“Der tarîk-i acz-mendî, lâzım âmed çâr çiz:

Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-i mutlak, şevk-i mutlak, ey aziz!”

der ve günümüzde bu dört esasa sımsıkı sarılmak gerektiğini ifade eder. Yani, insan öncelikle kendinin mutlak âciz olduğunu idrak ve kabul edip “Allah dilemediği sürece ben hiçbir şey yapamam.” anlayışı içinde olmalı. Aynı şekilde kendini öyle fakir bilmeli ki, elindeki sermayenin hepsinin O’nun bahşettiği imkânlar olduğunun farkında bulunmalı.
Âcizlik ve fakirliğine rağmen Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği lütuf ve imkânlar karşısında da şükürle gerilip şevkle coşmalı, oturup kalkıp sürekli Allah’a şükretmeli ve doyma bilmez bir aşk u heyecan, bir şevk u iştiyakla O’nu gönüllere duyurma adına koşturup durmalıdır. Hz. Pîr, Yirmi Altıncı Söz’ün Zeyl’inde de, yolunun dört esasını “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” olarak ifade eder ki, bu da ortaya konan sistemin farklı altı derinliğinin bulunduğuna işaret eder.

Der tarîk-i Nakş-bendî

Bugüne kadar değişik ameliyelerle Din-i Mübin-i İslam’ın ruh ve özünü aksettirmeye matuf çeşitli yol ve yöntemler ortaya konmuştur. Mesela Nakşîlikte takip edilen yol şu ifadelerle hülasa edilir:

“Der tarîk-i Nakş-bendî lâzım âmed çâr terk:

Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk

Bunun manası şudur: Nakşibendî Tarikatı’nda dört şeyi terk etmek gerekir. Bunlardan ilk ikisi dünyanın ve ukbanın terkidir. Yani kişi dünyanın cazibedar güzelliklerini elinin tersiyle ittiği gibi, kul uğunu, “ben ‘Cennet’e gideyim” gibi bir mülahazaya da bağlamamalıdır. Zira “ubûdiyetin dâîsi (asıl sebep ve illeti) emr-i ilâhî, neticesi de rıza-i haktır.” Bu itibarla kul, mekiğini emr-i ilâhî ile rıza-i ilâhî arasında hareket ettirmeli ve hayat dantelâsını buna göre örgüleyerek ortaya öyle bir nakış çıkarmalıdır ki, melekler bile buna hayranlık duymalıdır.

21 Nisan 2016 Perşembe

Molla Cami

Molla Cami’ye yeni geçtiğimiz bir gün, talebe arkadaşlarla birlikte onun yanına gitmiştik. Erzurum’un beş on tane zengini de onunla birlikte oturuyordu. O, “Ben şimdi talebeme bir soru soracağım. Bilirse hepiniz ona şu kadar para vereceksiniz.” dedi. Ben Molla Cami’de nereleri en iyi biliyorsam, o, bana onları sordu. Ben de bildiğim yerler olduğundan hepsine cevap verdim. O zengin kişiler de bana Efe Hazretleri’nin dediği miktarda para verdiler. Zannediyorum toplam miktar, o günün parasıyla iki yüz lira kadar oldu. Belki de bir insanın hacca gidebileceği kadar bir paraydı bu. Efe Hazretleri’nin gözlerinde katarakt rahatsızlığı olduğundan bende ne kadar para biriktiğini görememişti. Bu sebeple bana ne kadar para biriktiğini sordu. Ben de cevap verdim. Sonra, “Bu kadar para sana çok. Ben onu Demirci Osman Efendi’ye vereyim de, onunla medreselerin ihtiyacını karşılasın.” dedi.

Kendisini tanımış olma

Kendisini tanımış olma bahtiyarlığını ruhumda derinlemesine hissettiğim o büyük zatla (Alvarlı Efe Hazretleri) alakalı unutamadığım bir-iki hatıramı nakletmek istiyorum. Unutamadığım hatıralardan biri şudur: Henüz on dört, on beş yaşlarındaydım. Çok sevdiğim güzel bir arkadaşım vardı. Bana bir gün dedi ki, “İstanbul’da öyle dergâhlar, öyle medreseler var ki, Allah’ın izniyle altı ayda insanı evc-i kemâlâta çıkarıyor ve onu vaz u nasihat yapmaya ehil hale getiriyor.” Arkadaşım, bu sözleriyle beni ikna etti. Ben de hocama ve başımın bağlı bulunduğu o Hazret’e sormadan eşyalarımı bir küçük sandığa koyup arkadaşımla birlikte istasyona doğru hareket ettim. Bu arada benim başka bir talebe arkadaşım –ki bu arkadaşım Vehbi Efendi’nin torunuydu- bu durumu bizim akrabalara haber vermiş.
İstasyonda tam gişeye yanaşıp bileti alacağım esnada birdenbire biri bileğimden tuttu. Bileğimi tutan, babamın teyzesinin oğluydu. Bilet alamadan beni geriye getirdi. Ertesi gün hocam, bana Hazret’in beni çağırdığını haber verdi. Ben, titreye titreye onun yanına gittim. Onun bu ölçüde celallendiğini hiç görmemiştim. Bana “Vallahi, billahi, tallahi gitseydin paramparça olurdun.” dedi. Onun bu sözleri hâlâ tın tın kulağımdadır. Ben senelerce, “Yaptığım şey o kadar kötü müydü ki, gidince paramparça olayım?” diye düşündüm ve Hazret’in niye böyle dediğini anlayamadım.

Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı

Fuzûlî’nin

Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı
Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı
Şeb-i hicran yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı
Gâmım pinhan tutardım ben dediler yâre kıl rûşen
Desem ol bî-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı
Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvadır
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı”

Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş

Bayburtlu Zihni’nin;

“Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş,
Canan göçmüş ıssız kalmış otağı,
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş,
Sakiler meclisten çekmiş ayağı.”

“Hangi dağda bulsam ben o maralı,
Hangi çölde soram çeşm-i gazalı,
Yavrusunu yitirmiş ceylan misali,
Gezer çölden çöle yoktur kararı"

Cânân dileyen dağdağa-i cana düşer mi?

Seyyid Nigari Hazretleri’ne ait olan,

“Cânân dileyen dağdağa-i cana düşer mi;
Can isteyen endişe-i cânâna düşer mi?   Girdik reh-i sevdaya, cünunuz, bize namus lazım değil.  
Ey dil ki bu iş şâna düşer mi?”

Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem’-i tâbânım

Ketencizade’nin Divan’ında şeyhi için söylediği,

“Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem’-i tâbânım.
Ziya-i himmetimdir her iki âlemde devrânım.
Benimle müttefiktir bu recâda cümle ihvanım.
Aman ey kutb-ı ekrem, gavs-ı azam, şah-ı devranım.
Nazardan dûr kılma bendegânı, gözde sultanım.”

Sana cânan gönül hayran nedendir

Sana cânan gönül hayran nedendir,

Cemâlin gün gibi rahşan nedendir,

Kaşındır kâb-ı kavseyni ev ednâ,

Yüzündür sûre-i Rahman nedendir.”

Alvarlı Efe Hazretleri

Ey Şâhid-i Mukaddes Hûrşid-i âlem-ârâ

Ey Şâhid-i Mukaddes Hûrşid-i âlem-ârâ,

Geysülerin muhammes ebrûlerin dilârâ.

Zülfün teline kıymet olmaz cihân serâser,

Neşreylemiş dû-kevne mûyin anber-i sârâ.”
Alvarlı Efe Hazretleri

Ravza-i Tahire

Ravza-i Tahire’yi ilk gördüğümde orası için,

“Bir avuç toprağını, cihanlara değiştirmeyeceğim bukalar bukası”

sözleri dudaklarımdan dökülmüştü. Fakat, Hazret’in aşkı bambaşkaydı. Birisi ona gelip,

“Orada, sokaklarda çok uyuzlu mahlûklar gördüm.”

dediğinde tepkisi şu olmuştur: “Sus! Medine’nin sokak köpekleri için dahi öyle söyleme! Ben Peygamber hatırına oranın uyuzlusuna bile kurban olurum.” O, bu ve benzeri ifadeleri, yüreğinden kopup gelen bir içtenlikle, bütün benliğiyle söylerdi. Öyle ki, bunu söylerken adeta Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsiyet-i maneviyesinde erir ve fena fi’r-resûl olurdu.

Cüda düştüm güzellerden

Vehbi Efendi, Alvar İmamı’ndan büyüktü ve ben henüz beş yaşlarındayken vefat etmişti.
Vefat ettiğinde;

“Cüda düştüm güzellerden, Derem vâ-hasretâ şimdi!”

mısralarını zannediyorum Efe Hazretleri onun için yazmıştı.

Alvar İmamı

Evlâd-ı Resûl’den olan Alvar İmamı ile babası Hüseyin Kındığî Efendi, Pîr-i Küfrevî Hazretleri’ne intisap etmek üzere Bitlis’teki dergâhına giderler. Pîr-i Küfrevî Hazretleri, muhtemelen, görür görmez onlardaki istidadı hemen keşfettiğinden kendilerine hususî teveccühte bulunur ve ciddi ihtimam gösterir. Daha sonra da erbain çıkartma, seyr u sülûk-i ruhaniden geçirme, herhangi bir teste tabi tutma, endazeye vurma ihtiyacı duymaksızın her ikisine birden hilafet verir.

Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez,

sarraf değilse bir insan altın ve gümüşten anlamaz. İşte Pir-i Küfrevî Hazretleri cevahir kadrini bilen bir cevher-fürûşân olarak görür görmez onların kıymetini anlıyor ve halkı irşat edebileceklerine dair kendilerine hilafet veriyor. Ani gelişen bu durum karşısında, o güne kadar Küfrevî Hazretleri’ne hizmet eden müritleri geceleyin ileri geri konuşmaya başlıyor ve sonra da hilafet konumunu ihraz edip etmediklerini anlama adına onları imtihana tabi tutuyor. O esnada birden kapı ardına kadar açılıyor ve içeriye giren Küfrevî Hazretleri onlara şöyle sesleniyor: “Mollalar! Mollalar! Hüseyin ve Muhammed Lütfi Efendi’nin bana ihtiyaçları yoktu.
Onları kemâlâtı buraya getirdi"

Kemâl ehli kemâlâtı kemâl ile buldu hep

Kemâl ehli kemâlâtı kemâl ile buldu hep,
Bîfaidedir kemâlâtsız fıdda u zeheb.”

Bir insan kemâl sahibi değilse, Karun’un hazineleri ölçüsünde altını ve gümüşü olsa ne ifade eder ki!

10 Nisan 2016 Pazar

Her nefeste Allah adın de müdâm

Aynı zamanda insan, sohbet-i cânânla da, ahirette “keşke”lerle inleyebileceği feci bir akıbete sürükleyecek olumsuzlukların önüne daha baştan geçebilir. Süleyman Çelebi’nin ifadesiyle;

“Her nefeste Allah adın de müdâm
Allah adıyla olur her iş tamam.”

Aynı hakikati başka bir hak dostu da şöyle dile getirir:

“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk u cihan;
Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa..!”

Evet, eğer biz oturup kalktığımız her yerde hep O’ndan bahseder, meclislerimizi O’nunla nurlandırır ve zamanımızı O’nunla âdeta buutlara sığmayan bir derinliğe ulaştırabilirsek, ötede bize “keşke” dedirtecek pek çok olumsuzluğun da önünü almış oluruz.

İslamofobi

Yeri gelmişken burada bir hatıramı nakletmek istiyorum. Ziyaretime gelen bir misafir, İslamofobiden bahsederek, Batılıların Müslümanlara bir canavar nazarıyla baktıklarını ifade etmiş ve onların karikatürlerinde, gazetelerinde ve televizyonlarında İslâm aleyhine yayın yaptıklarını anlatmıştı. Ben de, onlar bir yerde İslâm aleyhine saldırıda bulununca, bizim içimizde de maalesef hissî hareket eden bazı kimselerin aynıyla mukabelede bulunma gibi İslam’la telif edilmesi mümkün olmayan davranışlar içine girdiğini, bundan dolayı kendimizi bütün bütün paka çıkarmamızın doğru olmadığını anlattım. Bu, onun hiç beklemediği ve şaşırdığı bir cevap olsa da, inkâr edilemez bir gerçekti. Hâlbuki yapılan kötülüklere mukabelede bulunurken biz, bize yakışan şekilde davranmalı, mü’mine yakışır bir mücadele tavrı ortaya koymalıydık. Aksi takdirde yapılan yanlışlıklar yeryüzündeki bütün Müslümanları güç bir durumda bırakmaktadır. Çünkü bu tür hareketler belli odakların eline, Müslümanlar aleyhine kullanacağı malzeme vermektedir. Yapılması gerekli olan hareket tarzı ise, üslubumuzu namusumuz bilerek dinin temel esaslarına bağlılık içinde saldırıları bertaraf etmektir.

Hz. Ali Efendimiz

Hz. Ali Efendimiz döneminde fitneler aynen günümüzde olduğu gibi kabardıkça kabarmış, köpürdükçe köpürmüştür. O dönemde Hz. Ali’ye karşı çıkan Hariciler Harura’da toplandıklarında birisi Hz. Ali’ye gelerek, “Yâ İmam! Hariciler falan yerde ordularıyla toplanmışlar, senin üzerine gelecekler. İyisi mi onlar senin üzerine gelmeden, sen onların üzerine git ve onları bütünüyle yok et.” demiştir. Hayber’in kapısını koparan Şah-ı Merdan, kılıcını çektiği zaman bir kılıç darbesiyle birkaç kelleyi birden alan Haydar-ı Kerrar, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun velâyetin serkârı yaptığı o büyük imam, “Ne malûm onların bizim üzerimize geleceği?” diyerek kendisine yakışanı söylemiştir. Görebiliyor muyuz bu yaklaşımdaki inceliği! Bence esas şâh-ı merdanlık, Hayber’in kapısını koparmada, Amr İbn Abdivüdd’ü bir kılıç darbesiyle ikiye biçmede değil, enaniyetin “ben, ben” diye Ramazan davulu gibi ses çıkarma ihtimalinin olduğu bir zamanda bu şekilde kendini kontrol altına alıp iradesinin hakkını vermede aranmalıdır. Evet, bence esas yiğitlik, gerçek şecaat ve cesaret, böyle kritik bir zamanda, “Ne malum bize hücum edecekleri?” sözünü söyleyebilmektir. Hazreti İmam Hümam Ebû Hanife Hazretleri de onun bu mülahazasını esas alarak, nereye yürüyecekleri kesin olarak bilinmediği sürece bir yerde toplanmış bir grubun üzerine yürümenin caiz olmayacağı görüşünü benimsemiştir. (Bkz.: el-Merginânî, el-Hidâye 2/170-171; el-Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâî’ 7/140-142)

Kudüs

Kudüs fethedildiğinde Hz. Ömer Efendimiz, şehrin anahtarlarını almak üzere yanındaki hizmetçisiyle birlikte Medine’den yola çıkıyor. Yolda üzerindeki elbiseler yırtılınca yanında taşıdığı iğne ve iplikle onları dikiyor. Hazineye ait iki hayvanı kullanmaya hakkı olmadığı mülâhazasıyla tek bir hayvan alıyor ve hizmetçisiyle birlikte bu hayvana nöbetleşe biniyorlar. Tam Kudüs’e yaklaştıklarında binme sırası hizmetçisine geliyor. Binmesi için Hz. Ömer Efendimiz’e ısrar edilmesine rağmen o, bu teklifi kabul etmiyor ve hizmetçisini deveye bindiriyor. Yahudi ve Hıristiyan ruhanî reisler şehrin girişinde gelip onu karşılıyor, “Burayı fethedecek insanın bu evsafta olduğunu biz zaten kitaplarımızda görmüştük.” diyerek ona tazim ve tekrimde bulunuyorlar ve şehrin anahtarlarını kendisine Kudüs Patriği Sophronios teslim ediyor. Namaz vakti geldiğinde Hz. Ömer, namaz kılması gerektiğini söylüyor. Onlar da “Ey Mü’minlerin Emiri! Mabedimizin bir köşesinde namazınızı kılabilirsiniz.” diyorlar. Fakat Hz. Ömer, “Şayet Mü’minlerin Emiri burada bir yerde namaz kılarsa, arkadan gelenler teberrüken orayı bir mescid hâline getirirler. Bu da sizin hukukunuza tecavüz olur.” diyerek dışarıya çıkıyor ve kayaların üzerinde namazını eda ediyor. Şimdi bir, Hz. Ömer Efendimiz’in diğer dinlerin mabedlerine olan saygısına, incelik, hassasiyet ve basiretine bakın; bir de, güya İslâm adına yapılan bugünkü çirkin saldırılara!

Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi

Ülkemizin en prestijli üniversitelerinden mezun olmuş, diplomasını eline almış, çiçeği burnunda binlerce genç, anne-babasının ve çevresindeki insanların beklentilerine rağmen sadece “ülkem, ülküm, mefkurem..” deyip,

“Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi,
Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi;
Girdik reh-i sevdaya cünûnuz…
Bize namus lâzım değil, ey dil ki bu iş şâne düşer mi!..” 

anlayışıyla seve seve yollara dökülmüşlerdi.

9 Nisan 2016 Cumartesi

Ne harâbî ne harâbâtiyim

geçmişinden kopuk yaşayan ve hâli değerlendiremeyen insanların yeni bir gelecek kurmaları mümkün değildir. Nitekim Ziya Gökalp’in

“Harâbisin, harâbâtî değilsin, gözün mâzidedir, âti değilsin.” 

sözlerine karşılık, bir yönüyle geçmişle alâkasını devam ettiren Yahya Kemâl, 

“Ne harâbî ne harâbâtiyim
Kökü mâzide olan âtiyim.” 

demiştir.

Bir geçmiş gün için beyhude feryat etme

Geçmiş, hâl ve istikbal sadece şu anı yaşayan insanlar için üç farklı zaman dilimi olsa da, zaman üstü yaşayabilenler için bunlar bir vahidin üç ayrı yüzünden ibarettir. Her şeyi cismanî zevkleri hesabına değerlendirenler,

“Bir geçmiş gün için beyhude feryat etme,

Bir gelecek günü boşuna yâd etme,

Geçmiş, gelecek masal hep,

Eğlenmene bak, ömrünü berbat etme!”

mülâhazalarıyla sadece şimdiki zamanda serâzât yaşamayı tercih ederler. Fakat kalb ve ruh ufkunda seyahat eden insanlar, bu üç zaman dilimini birden mütalâaya alır ve bunlardan hiçbirini diğerine feda etmezler.

Leylî sözü söyle yoksa

mü’minin sükûtu tefekkür, konuşması ise hikmet olmalıdır. Yani sözlerinde bir hikmet varsa konuşmalı, yoksa susmalıdır. Şairin dediği gibi 

“Leylî sözü söyle yoksa hâmûş!”

 Yani konuşacaksan sevgiliden söz et, aksi hâlde sus!

İnsanları Allah’a giden yollara ulaştırmayan, onlara Peygambere (sallallâhu aleyhi ve sellem) giden yolları açmayan ve İslâmî hakikatler adına bir şey ifade etmeyen konularda gevezelik yapma ihtimali belirdiğinde, kalbten daha büyük hale getirilen o yaramaz dil ısırılmalı ve sükût edilmelidir.

Hasan Basrî Hazretleri

Hasan Basrî Hazretleri bazı sahabe efendilerimizle birlikte bir mecliste sohbet halkasında bulunuyor. Bu meclise uğrayan insanlar sorularını sahabilere soruyor ve onlara danışıyorlar. Zaten olması gereken de budur. Çünkü sahabe-i kiram, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda bulunmuş ve o huzurun boyasıyla boyanmış insanlardır. Zannediyorum Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda bir kere bile bulunmak, Kur’ân-ı Kerim’i baştan sona on kere okumak kadar feyz ve bereket vesilesidir. Çünkü O’nun her tavrında Hak nümayandı. Bakışlarında, kulak kabartışında, ağzını açışında, dilini ve dudaklarını hareket ettirişinde dahi hep Allah’a inanmışlığın hakikatleri görülürdü. Bir şair bu durumu,

كُلَّمَا سَجَدَ تَجَلَّي اللهُ فِيهِ

“Her secde ettiğinde onda Allah mütecelli olurdu”sözleriyle ifade etmiştir. Yani O’na bakan bir insan, O’nun silinip gitmesi karşısında adeta Allah’la karşı karşıya kalıyordu. Hâşâ bunun manası, zat-ı nübüvvette, Zat-ı Ulûhiyet tasavvur etme değildir. Bilakis O’nun her tavır ve davranışıyla Allah’ı ifade ettiğini vurgulamaktır. Dolayısıyla böyle bir Nebiyy-i Muhterem’in huzurunda bulunan sahabiler hiç şüphesiz ayrı bir insibağ yaşıyorlardı. Hele O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) yürekten bağlı bulunan insanların hayatları boyunca en az her gün birkaç defa O’nun huzuruna çıkmayı ihmal etmemeye çalıştıkları düşünülecek olursa, elbette onların sözleri dinlenilmesi ve düşüncelerine müracaat edilmesi gereken insanlar oldukları anlaşılmış olur. Ayrıca o dönem itibarıyla ekonomik, idari ve sosyal hayat bütünüyle din ekseni etrafında dönüyor ve dinin nasslarına bağlı götürülüyordu. Dolayısıyla insanlar, hayata ait problemleri çözme mevzuunda dinin sarsılmaz ve sabit kurallarına başvuruyorlardı. Hasan Basri Hazretleri’nin döneminde yaşayan insanların dinin kaynağından beslenen ve henüz hayatta olan sahabe efendilerimize başvurmaları buradan kaynaklanıyordu.

İşte Hasan Basri Hazretleri’nin bulunduğu böyle bir mecliste yine bir sahabi efendimize (radıyallâhu anh) soru sorulmuş, o da cevabını vermişti. Sahabi efendimizin konuşması bittikten sonra bir ara söz sırası henüz 25-30 yaşlarında olan ve arka tarafta bir yere oturmuş bulunan Hasan Basrî’ye geliyor. O, ağzını açıp konuşmaya başlayınca sahabi efendimiz hayran kalıyor. Peygamberimiz Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğrendiği ahlâkla çok hakperest ve çok insaflı olan o sahabi efendimiz etrafındakilere, “Bu adam varken ne diye bize soru soruyorsunuz?” diyor. Bu misalde de görüldüğü gibi sahabe-i kiram, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nispeti, o münasebetin kazandırdığı kredi ve payeyi bile dayatma unsuru olarak kullanmıyordu. Sözünün daha tesirli ve muhakemesinin daha güçlü olduğuna inandıkları bir gencin yanında nazarları o gence yönlendiriyor ve onun konuşmasının daha yararlı olduğuna inanıyorlardı. Bence meşveretin ruhunu kavrama mevzuunda böyle bir yaklaşım çok önemlidir.

8 Nisan 2016 Cuma

İnsanları sevk ve idare

İnsanları sevk ve idare konumunda bulunan yöneticilerin bu hususun farkında olması ve herkese istidat ve kabiliyetlerine göre bir iş teklif etmesi gerekir.

Bilindiği üzere Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Halid’i, arzusuna binaen irşat ve tebliğ vazifesiyle Yemen’e gönderiyor. Ebu Musa el-Eş’arî’nin bildirdiğine göre aradan iki gün, üç gün, iki hafta, üç hafta geçiyor, ne gelen var, ne de giden. Aslında Halid b. Velid, konuşmasını bilmeyen bir insan değildi. Fakat Cenâb-ı Hak onu irşad âlemi itibarıyla mercuh, ordu komutanı olması yönüyle racih kılmıştı. Yani onun üstünlüğünü başka bir yöne bağlamıştı. Hikmet-i ilahiyeye akıl ermez. Eğer Hazreti Halid de, tarihte emsaline az rastlanır bazı sahabi efendilerimiz ölçüsünde ayrı bir söz sultanı olsaydı, Bizans’ın başına balyoz gibi kim inecek, Sasanileri kim yerle bir edecekti! İşte Hazreti Halid Yemen’de bir müddet durduktan sonra Medine’ye dönüyor ve bunun üzerine Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ali’yi onun yerine Yemen’e gönderiyor. Sözüyle ruhlarda ciddi heyecan uyaran; sesini çağlar ötesine ulaştıran; bir hatip, bir vaiz ve bir nâsih olarak Allah’ın kendisine ayrı bir hususiyet ve imtiyaz bahşeylediği Hazreti Ali oraya ulaştıktan birkaç gün sonra, inanan insanların sayısı dalga dalga genişlemeye başlıyor. Çünkü o, konuşurken ruhlara girmesini, nerede ne zaman ne söylemesi lazım geldiğini çok iyi bilen bir yüce kametti.

İşte idarecilere düşen vazife de, çevresindeki kabiliyetleri farklı farklı mütalaa etmek ve onlardan rantabl olarak istifade etmek için herkesi yerinde değerlendirmektir. Karıncaya fil vazifesi yüklemek, onu bu işin altında bırakıp ezeceği gibi, ormanı söküp götürebilecek bir fili de karıncanın işinde kullanmak ona yazık etmek olur.

Mevlana Halid-i Bağdadî’nin istiğna konusundaki

Mevlana Halid-i Bağdadî’nin istiğna konusundaki hassasiyeti bizim için çok güzel bir örnek teşkil eder. O, kendi döneminde, olumsuz bir kısım mülahazaların önüne geçme adına talebe ve müritlerine daha baştan şu manada ikazlarda bulunur: “Sakın zenginlerle, hükümdarlarla, idarecilerle senli benli olmayın. Onlar yemek yedirmeyi, iltifat-ı şahanede bulunmayı, hatta tebessümlerini bile rüşvet vasıtası olarak kullanmak isteyebilir. Eğer onların tesiri altına girerseniz ömür boyu diyet ödeme mecburiyetinde kalırsınız. Bu itibarla elinizdeki imkânlarla yetinin, hiç kimseye el açmayın. Şayet evliyseniz, ikinci evliliğinizi yapmayın. Unutmayın hükümdar ve idareciler elinize ve kolunuza vuracakları prangalarla sizi kontrol altında tutmak ister.” Bu açıdan, hayatını hizmet önceliğine bağlamış insanlar bence haklarında suizan oluşmasına sebebiyet verebilecek her türlü muameleden uzak durmalı ve töhmet mahallerine hiç mi hiç yaklaşmamalıdır. Mesela “Acaba oradan mı çıktı?” dedirtmemek için bir meyhanenin önünden bile geçmemeye dikkat etmelidir. Hususiyle birisinin ayıbının başkalarına mâl edilmesi söz konusuysa, fevkalade hassas hareket edilmelidir.

İstiğna

Aksine onlar, ev alma, servet sahibi olma, şahsî rahat ve istikbali için yatırım yapma gibi dünyevî arzulara kendilerini kaptırdıkları an Allah hizmet imkânlarını ellerinden alır ve bu işi yıpranmamış, aşınmamış, dünya karşısında diş kırmamış yeni bir nesle teslim eder. Bu açıdan adanmışlar, adanmışlıklarını son kerteye kadar korumalıdırlar.

İstiğna En Büyük Kredi

Buhârî ve Müslim gibi muteber hadis kitaplarının muhtelif rivâyetlerinde nakledildiğine göre; Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yahûdiden veresiye yiyecek satın almış ve borcuna mukabil zırhını rehin bırakmıştı. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), bu borcu ödeyemeden âhirete irtihal buyurmuş; ne zaman sonra, Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) bedelini vererek Nebî yadigârı bu mübarek zırhı rehin olmaktan kurtarmış ve onu Hazreti Ali’ye (radıyallahu anh) emanet etmişti. Nezâhetin Hülâsâsı (aleyhissalâtü vesselam) ashabından borç almayı istiğna anlayışına muvafık bulmamış; onlardan herhangi bir dünya malı istememeyi, risâlet vazifesine karşılık ücret beklememe esasının icabı saymıştı. Din-i Mübîn’i tebliğ ve temsil etmesine, insanlara iki cihanın saadet vesilelerini bildirmesine ve hususiyle Sahabe’ye Cennet yolunu göstermesine mukabil en küçük bir menfaat talep etmediğini bu vakıayla bir kere daha ortaya koymuş ve peygamberlik davasının vârislerine yine güzel misal olmuştu.

Hallac-ı Mansur

Hallac-ı Mansur, istiğrak halinde söylediği “enelhak” sözünden dolayı mahkûm edilip elleri kesilince, kanlar içindeki kesik kollarını yukarıya doğru kaldırıp

“Allah’ım! Bana bunu reva görenleri Sen affetmeden ruhumu teslim etmek istemiyorum.” der.

İşte bu söz, büyük insan sözüdür. Bu sözün, kendisinden sekiz asır sonra dile getirilen, “Beni memleket memleket gezdirenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim.” ifadesinden bir farkı yoktur.

Bana Hak’dan nida geldi

Evet, yârı görmeye, dildarla hemdem olmaya hazır olmak lazım. Burada hep aşk mektupları yazmışsanız, orada bunların hiçbirisi zayi olmaz. Oraya gittiğinizde, “Bu mektup senden gelmişti.” derler. Orada insanın muhatap olacağı, 

“Bana Hak’dan nida geldi
Gel ey âşık ki mahremsin
Bura mahrem makamıdır
Seni ehl-i vefa gördüm.”

türünden iltifatlar yanında, dünyevîlerin iltifatlarının ne ehemmiyeti olur ki! Allah’ın bahşettiği sultanlığın yanında, “Bin canım olsa, ona kurban olsun.” dediğim Fatihlik ne olur ki! Bunlar güneşin yanındaki zerreler bile olamazlar.

Aciz kaldım zalim nefsin elinden

Esasında büyük insanların sözlerine baktığınızda onların bile dünyadan ne kadar şikâyet ettiklerini görürsünüz. Mesela Yunus Emre şöyle der:

Aciz kaldım zalim nefsin elinden

Şol dünyanın lezzetinden doyamaz.

Aynını (gözünü) almıştır gaflet gömleğin

Ömrünün gelip geçtiğini bilemez.

 

İlâhî gaflet gömleğin giyene,

“Müslüman” der misin nefse uyana?

Kazanıp kazanıp verir ziyana

Hak yoluna bir pulunu kıyamaz.

 

İlâhî, gafletten uyar gözümü,

Dergâhında kara etme yüzümü

Yunus eydür, gelin tutun sözümü

Dünya seven, ahireti bulamaz.

Sular gibi çağlasan

insan niyetlerini çok geniş ve engin tutmalıdır. Mesela demelidir ki, “Allah’ım bana öyle bir fırsat ve imkân ver ki, şu küre-i arzın yörüngesini değiştireyim; değiştireyim de nam-ı celil-i Muhammedî bütün yeryüzünde dalgalansın.” İşte insanın bu mevzudaki bir damla niyeti ona deryalara denk sevap kazandırabilir. Yani insan bir taraftan yapması gereken işleri şakakları zonklayasıya, göbeği çatlayasıya yapacak, takatini aşan bir yere geldiğinde de, “Allah’ım! Ben bu işi yapmaya kararlıydım. Fakat gücüm buraya kadar yetti. Bundan fazlasını götüremiyorum.” deyip niyetini şefaatçi kılacaktır. İşte o zaman Sonsuz Kudret, Sonsuz Meşiet ve Sonsuz İrade “Kulum! Senin götüremediğini Ben götürürüm.” diyecektir.

“Dünya Seven, Ahireti Bulamaz”

Meseleyi Alvar İmamı’nın sözlerine bağlayarak şöyle diyebiliriz

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de / Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında / Canlar feda eylesen

Emrince hizmet etsen / Allah ecrin vermez mi?

Sular gibi çağlasan / Eyyub gibi ağlasan,

Ciğergâhı dağlasan / Ahvalini sormaz mı?

Derde dermandır bu dert / Dertliyi sever Samed,

Derde dermandır Ehad / Fazlı seni bulmaz mı?” 

Evet, sözün özü budur.

Vardık der-i saâdetine yâri görmedik

Maalesef çoklarının bu dünyada aldandığı bir gerçektir. Esasen neye ne kadar önem verileceği belirlenmediği takdirde isabetli karar verilemez. Dolayısıyla insan son noktaya gelindiğinde umduğunu bulamayabilir.

O zaman Şeyh Gâlib gibi,

“Vardık der-i saâdetine yâri görmedik
Girdik behişte, hayfâ ki dîldârı görmedik.”

 (Saadet yurduna vardık, cennete erdik ama heyhat ki sevgili yâri göremedik) der.

Yani dünya ukba dengesini kuramamış bir insan bazen burada din adına bir şey yapıyorum zannederek bir ömür boyu didinir durur. Fakat öte tarafa gittiğinde insan orada yârı bulamaz, dildârla hemdem olamaz, gönüllerin etrafında pervaz ettiği Hazreti Mahbûb’u göremez.

7 Nisan 2016 Perşembe

Sine hâhem şerha şerha ez firak

Bu sabırlardan daha öte bir sabır da mukarrabînin, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ kemâline ve Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a kavuşma adına iştiyakla yanıp kavrulmalarına karşı, ruhlarının ufkuna yürüyecekleri ana kadar dünyada kalmaya sabretmeleridir. Bu ufkun önemli temsilcilerinden Mevlâna, 

“Sine hâhem şerha şerha ez firak
tâbe-gûyem şerh-i derd-i iştiyak!”

 (Parça parça olmuş bir sine isterim ki, bu iftirak derdini ona anlatayım.) der.

Yani bir insanın dertli olması lazımdır ki, dertten anlasın. Dertten anlamayanlara derdinizi anlatamazsınız. Esasen Hazreti Mevlâna, bir insan olarak yitirilmiş bir cennetin çocuğu olduğu ve Allah’tan gelmiş ve buraya atılmış bir zavallı konumunda bulunduğunu söylüyor ve sürekli iştiyak ateşiyle yanıp tutuşuyor. O, vefat edeceği ana kadar şeb-i arus diyor. Fakat o, “vuslat ne zaman” diyerek yanıp kavrulsa, burnunun kemikleri sızlasa da, hiçbir zaman, “Allah’ım bir an evvel canımı al ki, Sana kavuşayım” şeklinde bir hissiyatı seslendirmiyor, iradesinin hakkını verip vuslat iştiyakına karşı sabrediyor.

Hoştur bana Senden gelen

İbadet ü taat, insana her zaman Cenab-ı Hakk’ın rızasını, kaza ve kaderini hatırlatır. Dolayısıyla böyle bir mü’min mübtelâ olduğu sıkıntılar karşısında müstakim düşünür ve Allah’ın izniyle isyana düşmez, kaderi tenkit etmez. Bilakis Allah’la irtibatı kavi olduğundan dolayı, “Bütün bunlar, benim kemerbeste-i ubudiyet içinde karşısında el pençe divan durduğum Zât tarafından geliyor.” şeklinde düşünerek kadere rıza gösterir. Başkalarının sarsıldığı hatta devrildiği zamanlarda bile o sürekli,

“Hoştur bana Senden gelen
Ya hil’atu yahut kefen
Ya taze gül yahut diken
Lütfun da hoş, kahrın da hoş.”

diyerek sürekli rıza ufkunda yaşar.

5 Nisan 2016 Salı

Medet Efendi

Medet Efendi’nin anlatmış olduğu bir hadiseyi nakletmek istiyorum. Kendisi, İkinci Abdülhamid’in yaveri bir binbaşı imiş. Bir zaman kendisiyle beraber olmuştuk. O zaman ben on iki – on üç yaşlarında idim. O da, yetmiş beş yaşında idi. İbadet ü taatinde çok hassas, sakallı, nurani bir zat idi. Ayrıca tam bir Osmanlı beyefendisiydi. 1908 yılında Sultan Abdülhamid (cennetmekân) hal’ edilince, ittihatçılar başkaları gibi onu da tımarhaneye atmışlar. Delilerin içinde kala kala kendisi de bir nebze aklî dengesini yitirmişti. Zaten mecnunlarla aynı mekânı paylaşmak zorunda kalan biri onlarla aynı çizgiyi paylaşmaz ve onlara uyum sağlamazsa, problem haline gelir ve oradaki deliler tarafından “deli” ilân edilir. İşte, bir süre delilerin içinde kalan Medet Efendi, zaman zaman onların hâl ve tavırlarını naklederdi. Onlardan kimi eline bir ayna alıp Erzurum’u sel bastığından bahsedermiş, bir başkası soba deliğinde hazine yer aldığını anlatırmış, bir başkası da gazetede çıkan yazılara küfreder dururmuş.

Delilere dair Medet Efendi’nin naklettiği bu hadiseden şu noktaya gelmek istiyorum: Şayet biz de oturup kalktığımız yerleri nurani birer meclis haline getirmezsek dünyevî-uhrevî faydası olmayan mevzuları konuşur durur ve sürekli gevezelikle zamanımızı heba ederiz. Tıpkı tımarhanedeki insanlar gibi, birisi kalkar gereksiz bir söz eder, öbürü başka bir boş mevzuu dillendirir, başka birisi de kalkar bir başkasına verir veriştirir. Bunun sonucunda meclislerimizi verimsiz, bereketsiz çorak bir arazi haline getirmiş, isyan deryasına yelken açmış ve -halk ifadesiyle söyleyecek olursak- eften püften meselelerle vaktimizi israf etmiş oluruz. Meclislerimizi iman meclisi haline getirme dururken, niye onu ruhtan, manadan yoksun bir kabristana çevirelim ki! İtaat vadilerinde dolaşma varken niye geriye dönüşü zor bir deryaya açılalım ki! Niye meclislerimizde fırsatları değerlendirip değişik menfezler bularak oradan Kur’ân’ın değişik enginliklerine açılmayalım ki!

Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyecek hâke nebat

Sürekli kendisiyle meşgul olan, kendi ufku, kendi düşünceleri, kendi mülahazaları hatta kendi kamet-i bâlâsı, edası ve endamı karşısında hayranlık duyan bir insana da narsist denir. Böyleleri sadece kendi yaptıklarını ve ortaya koyduğu başarıları beğenir ve bunlarla övünür, başkalarını beğenmesi ise mümkün değildir. Bu tür insanların övgü ve senalarla tatmin oldukları da görülmemiştir. Onlar sürekli hep daha fazlasını ister. Tabii böyle bencil ve narsist kişiliklerin, insanlığa faydalı herhangi bir iş ve icraatları da olmaz.

Mütevazı insanlardır ki, Allah (celle celâluhû) onları nice hayırlı işlere vesile kılar. Şairin dediği gibi,

“Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyecek hâke nebat.

Mütevazı olanı rahmet-i Rahman büyütür.”

Yani tohum toprağın bağrına düşmeyince feyze mazhar olamaz. Yüzü yerde olanları da Allah (celle celâluhû) ekstra lütuflarla kamet-i bâlâ hâline getirir. İşte Şâh-ı Geylânî, işte Muhammed Bahauddin Nakşibend, işte Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, işte Hazreti Pîr-i Mugan. Aradan asırlar geçmesine rağmen hâlâ onların evradını okuyor ve eserlerinden istifade ediyoruz. Onların her birisi unutulmayan simalar hâline gelmişler. Çünkü onlar, mahviyet, tevazu, hacalet ve kendini nefyetmenin kahramanları olmuşlar. Kendilerini yok sayıp bütün himmetlerini Allah’ı ispata vermişler. O’nun varlığını nazara verip, kendilerini sıfırlamışlar.

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum


“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar.”(Mâide Sûresi, 5/54) Yani onlar, mü’minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirir, “zillet” denecek ölçüde kardeşlerine karşı alçakgönüllülük ve mülayemetle muamele ederler. Fakat küfür ve küfran içinde olanlara karşı da onlar aziz mi azizdirler. Kat’iyen onlar karşısında serfüru etmez, asla boyun eğmezler. Akif’in şu mısraları bu mazmunu ne güzel seslendirir:

“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!”

İşte bu, izzet açısından tam prototip bir insandır. Fakat bir kere daha ifade etmek gerekirse, bu iki tavrın sergileneceği yerin çok iyi belirlenmesi gerekir.

4 Nisan 2016 Pazartesi

Hazreti Pîr’e ömür boyu hizmet etmiş

Hazreti Pîr’e ömür boyu hizmet etmiş saff-ı evveli teşkil eden kahramanlardan birisinin bir tavrını daha önce size birkaç defa nakletmiştim. Bir müzakere esnasında bu kahraman zatın yanında bulunanlardan birisi onun düşüncesine muhalif bir beyanda bulunuyor. Fakat o büyük insan ona karşı “Öyledir kardeşim. Belki de doğru söylüyorsun.” deyip tebessümle mukabelede bulunuyor. Çünkü o, muhatabının o anki halet-i ruhiyesi itibarıyla, hakikati kabullenip söylediklerini anlayacak seviyede birisi olmadığını hissediyor. Fakat itiraz eden kişi bir süre sonra kendi mülahazalarının falsosunu birkaç yerde yaşayınca tekrar o büyük insanın yanına geliyor ve bu sefer, “Efendim! Ben şu düşüncemde yanılmışım. Sizin söylediğiniz doğruymuş.” diyor. Hazret, tavrını hiç değiştirmeden yine, “Öyledir kardeşim.” diyor.

Ben de belki yüz defa benzer hâdiseler yaşadığımı ve her defasında bunları geçiştirdiğimi söyleyebilirim. Geçiştirmişimdir çünkü bu tür insanlar kendi akıllarının her meseleye erdiğini zannedip her söze itiraz edebilirler. Bu durumda siz, problemin büyümemesi adına meseleyi zamana bırakırsınız. Aksi takdirde bu insanlar çok farklı noktalara savrulabilirler. İnsanlık tarihi boyunca bunun pek çok acı örneği vardır. Mesela bir Hitler, bir kısım kabiliyetleri olmakla birlikte, kendisini hep üstün görme gibi bir hastalığa tutulduğundan hiçbir kalıba girmemiş, hiçbir söze kulak asmamış ve neticede koskocaman bir milleti bir macera uğruna hezimete uğratmıştır. Öyle ki günümüzde bile hâlâ kendi toplumu içinde ona lanet okunmaktadır.