31 Temmuz 2016 Pazar

Minnet

Minnet etmenin de kendi içinde dereceleri vardır. Meselâ bazıları bu tür duyguları iradeleriyle bastırır ve dışarı vurmazlar. Bu bir ölçüde şâyân-ı takdirdir. Çünkü en azından başa kakmak suretiyle insanlar rencide edilmemiş
ve bilfiil günaha girilmemiş demektir.
Bazı kimseler de vardır ki içlerindeki o sevimsiz ve nahoş duyguları saklayamaz, kontrol altında tutamaz, o ölçüde olsun iradelerinin hakkını veremezler. Bu duruma bir misal olması açısından şu an aklıma gelen bir hatıramı sizinle paylaşmak istiyorum:
El ele, omuz omuza sa’y ü gayrette bulunan bir heyetin samimi gayretleri neticesinde, Cenâb-ı Hakk’ın ilim-irfan hayatımıza lütfettiği bir müessesenin açılış merasimine davet edilmiştim. Tören esnasında konuşma yapanlardan birisi yapılan hizmetlerden bahsederken; “Bugüne kadar bu işleri, bu hizmetleri “bizdeniz” ettik, eyledik,ulaştırdık…” gibi sözler söyledi. Hem ifade, hem de muhteva yanlışlığının iç içe girdiği böyle nahoş bir durumdan şahsen çok utanmıştım. Evvela bildiğiniz üzere “bendeniz”, lisanımızda kendinden bahsetme mecburiyetinde kalındığında başvurulan, mahviyet ve mahcubiyet edalı bir sözdür ve “kul, köle” mânâsına gelen “bende” kelimesinden türetilmiştir. Yani “bendeniz” derken “kulunuz, köleniz” kastedilmektedir. Böyle olunca “bizdeniz”in kelime ve ifade açısından bir mânâsının olmadığı, yanlış bir kullanım olduğu açıktır. Konuşma esnasında iddialı tavır ve üslûptan kaçınılabilseydi, yanlış kullanım da olsa mahviyet ve tevazuu çağrıştıran “bizdeniz” kelimesi belki o ölçüde sevimsiz düşmeyecekti. Fakat âdeta denizin dalgalanmasını hatırlatırcasına bir üslûpla hafizanal ah– oradaki insanlara karşı bir iddia, bir başa kakma tavrı vardı ki, doğrusu o tablo gönlümde sevimsiz ve yaralayıcı bir iz bırakmıştı. Hâlbuki biliyoruz ki Al ah dilerse o işi bir başkasına yaptırırdı. Eğer O, bu şerefi bir kuluna lütfetmişse, kanaatimce, Alvar İmamı’nın dediği gibi 

“Değildir bu bana layık bu bende

Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” 

denmeli ve “Nasıl oluyor da Allah bizim gibi kırık dökük insanlarla böyle sağlam işleri gördürüyor.” anlayışı içinde hamd ü sena duyguları dile getirilmeliydi. Neredeyse üzerinden kırk sene geçmiş
olmasına rağmen bir mânâda çiğ sayılabilecek, yaralayıcı, insanın içini kanatan ve yanlış bir ifadeyle ortaya çıkmış bu yanlış mazmûnu maalesef unutabilmiş değilim. Unutamadım ve mevzuun ehemmiyetini anlatabilmek için böyle bir hatırayı sizinle paylaşmış oldum. Böyle yapmakla hata ve günaha girdiysem rahmeti sonsuz Rabbimden beni bağışlamasını dilerim.
Şimdi bu hatıra perspektifinden konuya bakacak olursak, diyebiliriz ki muhatabı minnet altında bırakacak iddia, tavır ve beklentilerden mümkün olduğunca sakınmamız gerekir. En azından bu tür menfî duyguları, içimizde kontrol altında tutacak ölçüde irademizin hakkını vermeli, bize lütfedilen o iradenin varlığını ortaya koyabilmeliyiz. Bu yapılamadığı takdirde mesele daha tehlikeli bir yöne doğru kayıp gidiyor demektir. Evet, insan elden geldiğince bu tür duyguları daha baştan kendi içinde hapsetmeli, ufaltmalı ve eritip ortadan kaldırmaya çalışmalıdır.

Bozyaka-Altunizade

Bozyaka

Onun arsası merhum Nefi Bey’e aitti. O zat adından da nafi (faydalı) çok güzel, çok kıymetli bir insandı. Enteresandır, Nefi Bey çoluk çocuğunu ahlâkî dejenerasyondan, çağın mesavi ve kötülüklerinden muhafaza düşüncesiyle o dönem için İzmir dışı sayılabilecek Bozyaka’da bir arsa alıp orada iki katlı yazlık bir ev yaptırmış. Ben o evi görmüştüm, ahşap, temiz bir evdi.
Bozyaka yurdu işte o evin arsası üzerine yapıldı. Şimdi geriye doğru gittiğinizde, tâ işin mebdeinde temiz nezih bir insanın salâbet-i diniye ve gayret-i diniye ile bir hazire oluşturmasına şahit olur ve o işin temelinde böyle bir safvet ve samimiyetin yer aldığını müşâhede edersiniz.
Nefi Bey’le bir ara altlı-üstlü oturduk. 65-70 yaşlarındaydı. İşte o dönemlerde bazen sabahları gelir okunan derse iştirak ederdi. Diyebilirim ki, onun dersteki heyecan ve helecanını bu işe yirmi sene, otuz senesini vermiş
insanların birçoğunda dahi görmedim. Hiç unutmam, sofranın başında risale okunurken bayılasıya ağlar, öyle bir iştiyak ve kalb rikkati içinde okunanları dinlerdi.
Aynı zamanda Nefi Bey kalemi olan, ne dediğini, ne diyeceğini, nerede, nasıl davranılması gerektiğini bilen bir insandı. Dine hizmet yolunda karınca kararınca çalışıp çabalayan hemen herkese arka çıkıyordu. Daha sonraki dönemlerde ise ciddi bir inanmışlık içinde bütün himmetini tek bir noktaya teksif edip, kayd-ı hayat şartıyla İzmir’in göbeğinde, Karşıyaka’da ve belki daha başka yerlerde bulunan bütün mamelekini eğitim hizmetlerine adadı.
İşte Bozyaka Yurdunun temelinde, bir yönüyle gecesinde yalancı bir şafağın bile çakmadığı bir dönemde o güzel insanın bu meseleye inanarak “Ben bu arsayı verdim.” deyip civanmertlik ortaya koyması vardır. Sonra da, üç-beş insanın hiç imkânları olmadığı halde, ellerindekini-avuçlarındakini ortaya koyup o binayı yapma gayretleri söz konusudur. O yıllarda bir araya gelip bu tarz bir yola başvurma bilinen bir husus değildi. Belki hayata yeni yeni taşınan bir dinamikti. Fakat ben o gün hayretler içinde kalmıştım. Çünkü o zamanın parasıyla yurdun inşası için tam üç yüz bin lira para taahhütte bulunulmuştu. Ayrıca birisi kalkıp “Binanın kalorifer tesisatını ben üzerime alıyorum”, demiş, bir başkası da daha farklı bir ihtiyacı karşılayacağını ifade etmişti. Derken 12 Mart muhtırası verildi. Hukukun askıya alındığı o süre zarfında içeriye alınanlar olmuştu. Fakat Allah’ın inayetiyle dalgalar duruldu, hâdiseler gelip geçti ve Rabbim yeniden milletimiz için hizmet etme imkânı verdi. İşte yeniden bir şeyler yapma imkânı doğunca bugün bazıları itibariyle Hakk’a yürüyen o günün fedâkar kahramanları; Yusuf Pekmezci’ler, Zeki Bey’ler, Mustafa Ok’lar, Naci Bey’ler, –belki kıtmir de vardı aralarında– hemen herkes eline kazma, küreği alıp temel kazdı, bir amele gibi o binanın inşasında çalıştı.
Şimdi meseleyi geçmişiyle değerlendirip bugüne getirdiğiniz zaman görülüyor ki o mekâna bahşedilen fâikiyet ve ulviyet; altı boş, birdenbire, tepeden inme bir hususiyet değil; öncesinde mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın inayetine sunulmuş bir niyet, azim ve gayret var.

Altunizade

İstanbul/Altunizade’nin tarihçesine baktığınız zaman da benzer hususları müşâhede edebilirsiniz. Malum o binanın yanında bir cami vardır. İşte kaç asır önce samimi ve yürekli bir gönül o caminin arsasını vakfedip oraya cami yaptırmış ve o caminin çevresinde de Hakk’a hizmet duygu ve düşüncesinin soluklandığı müesseselerin olmasını istemiş. Aradan asırlar geçmiş ve fedakârlık duygularıyla dopdolu merhum Hacı Kemal’in gayretleriyle o arsa alınmış .
Altunizade’nin inşasında da esnafıyla-öğretmeniyle insanlar ellerinde kazma-kürek bir amele gibi çalışmış, gayrette bulunmuşlar. Merhum Hacı Kemal’in kendisi de bir amele gibi çalışıp çabalamıştı. Ve o insanların hiçbiri maddî herhangi bir beklenti ve karşılık mülâhazasıyla bu işlere teşebbüs etmedikleri gibi yapılan bu hizmetlerin gün gelip bu noktaya varacağını da hiç düşünmemişlerdi. Kanaatimce bu nokta çok önemlidir. Çünkü maddî beklenti olmasa da, gelecek adına vaat ettiği neticelere bağlı olarak meseleyi götürmek ihlâsı zedeleyen bir husustur. Elbette ki, himmetler âli tutulup o gaye-i hayal istikametinde koşturup durmalı, fakat
“şöyle olacak-böyle olacak, şöyle semere alınacak-böyle semere alınacak” diye bir mülâhaza aklınızdan dahi geçse hiç bilmeden, farkına varmadan o işi sulandırmış, safvetini bozmuşsunuz demektir.
İşte o mekânların doğurganlık ve verimliliği, meselenin bugününü bilmeden yarınına kapalı, öbür gününe ise bütün bütün kapalı bulunan, sadece Allah yolu deyip mânevî insiyaklar içinde sevk edilen o insanların hareketlerine Cenâb-ı Hakk’ın özel bir teveccühüdür ve dolayısıyla o yerler hep velûd ve bereketli olmuştur. Ülke dışına ilk açılımlar araba ve daha değişik vasıtalarla işte o mekânlarda başlamıştır. O ilk açılımın, ilk teşebbüsün apayrı bir kıymeti vardır. Çünkü merkezdeki küçük bir açı muhit hattında geniş bir sahaya tekabül eder. Diyelim ki siz dar alanlı bir açılma işine teşebbüs eder, mesela bir gün kalkıp Şam’a gidersiniz. Daha sonra kendi kendinize; “Yahu! Nasıl olsa Şam’a geldik. Burası bir yönüyle izafî Kuzey Afrika oluyor. Afrika’nın göbeğine gitsek ne olur ki!” dersiniz. Yani o ilk teşebbüsün bir fikir verme, bir çekirdek teşkil etme bakımından apayrı bir değeri söz konusudur. İşte günümüzde insanımızın yeryüzü çapında gerçekleştirdiği bu güzel gayretlerin nüve ve çekirdekleri bir yönüyle ilk defa o mekânlarda toprağın bağrına atılmış, çile ve ızdırabı çekilmiştir.
Hâsılı, zılliyet planında velûdiyet ve berekete mazhar oldukları anlaşılan o mekânların bu hususiyetini liyakattan tecrit ederek tepeden inme bahşedilmiş bir faikiyet şeklinde ele almaktan ziyade, bu durumu bizim irade, cehd ve gayretimize Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve ihsanı şeklinde değerlendirip bu mevzuda iradenin hakkı verilmeli; verilmeli ve lütf-u ilâhînin kendine has enginlik ve derinlikleriyle nüzulünün şart-ı âdi planında dahi olsa o iradeye göre geldiği asla nazardan dûr edilmemelidir.

Hallac-ı Mansur

Bana göre “Bizim Rönesansımız”
diyebileceğimiz beşinci ve altıncı asra kadar İslâm dünyasında hemen her şey çok rahat konuşulmuş, münakaşa edilmiş, yazılıp çizilmiş, farklı düşünce ve telakkilere medenice cevaplar verilmiştir. Mesela bir bakarsınız Beyazıd-i Bistâmî Hazretleri vahdet-i vücudla alâkalı kendine göre bir kısım sübjektif mülâhazalar serdeder. Aynı silsileden gelen Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri ise onu sorgular. Daha sonra bakarsınız Ebu’l Hasan el-Harakânî Hazretleri veya muasırı Abdullah el-Ensârî gibi zatlar gelir, onlar da daha farklı mütalaalar ortaya koyarlar. İşte bu süreçte hiç kimse bir diğerini tekfir ve tadlîlde bulunmaz, tekfir ve tadlîlde bulunmak bir yana, insana ve onun fikirlerine saygı çerçevesi içinde meseleler müzakere edilir.
Vakıa bazı yerlerde Maktul Sühreverdi ve Hallac-ı Mansur gibi kimseler hakkında bazı sert kararlar verilmiştir. Bu zatlar âlem-i sekr hâlinde söyledikleri bazı sözleri, âlem-i sahve geçtikleri zaman da söylemiş, bundan dolayı saf ve masum kitleleri idlal ederler mülâhazasıyla tecziye edilmişlerdir. Onlara tevbe teklif edilmiş, ancak onlar düşüncelerinde ısrar etmiş ve ölüme yürümüşlerdir.
Hayatıyla alâkalı yazılanlara bakılacak olursa, Hallac-ı Mansur asılmaya götürüldüğü esnada dahi fikirlerinde ısrarcı olmuş, iltibaslı ifadelerinden geri adım atmamıştır.
Mesela ömrünün son anlarıyla alâkalı şöyle bir vak’a nakledilir: Bir gün bakarlar ki, kapılar kilitli ama Hallac hapishanede yok. Ertesi gün bakarlar ki, hapishane yerinde yok. Üçüncü gün ise Hallac, hapishane ile birlikte avdet etmiştir. Sebebini sorarlar. Şöyle cevap verir: “Birinci gün ben O’nun yanındaydım. İkinci gün O, buradaydı.
(Yani mekân lâ mekân oldu. Bu cisim cümle cân oldu. Nazar-ı Hak ayân olunca sizler körler gibi baktınız.) Üçüncü gün ise biz buradayız.” Şimdi ölüme götürüldüğü anda dahi mütalaa bu olunca, o zamanın hâkimleri,İltibasa açık bu tür yanlış ifadeler saf kitleleri dalâlete sürükler, bunun önüne geçmemiz gerekir.” düşüncesiyle adalet-i izafiyeye göre içtihadda bulunup hüküm vermiş olabilirler. Böylece artık Hallac’ın o sözleri hangi mânâda söylediğine bakılmamış ve söylediği o iltibaslı sözlerin başkaları için vesile-i dalâlet olabileceği endişesiyle de hakkında verilen karar infaz edilmiştir. Ancak bilinmesi gerekir ki, bu tür kat’î hükümler, ses kesme adına yapılan müdahaleler umumî değildir, sınırlı bir çerçeve içinde kalmıştır. Mesela, Hal lac’tan sonra gelen ve İslâm âleminde hemen herkes tarafından hüsnükabul gören Şâh-ı Geylânî Hazretleri, “Ben o dönemde bulunsaydım onu kurtarırdım.” der. Demek ki, Şâh-ı Geylânî Hazretleri, Hal lac’ın mütalaalarında bir râh-i necat görmüştür.

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Gıybet

Demek bir yerde bizim de ciddi bir rehabilitasyona, kendi insanlığımızı düşünüp onu yeniden gözden
geçirmemize ihtiyacımız var.
Kanaatimce hepimiz için geçerli bir husus bu. Zira çok küçük şeyleri büyütüyor, basit, dil ucuyla dahi olsa hemen gıybetlere giriveriyoruz. Böylece zihinler gıybet mülâhazasıyla kirletiliyor; gönül erin aydınlık çehresine gıybet ziftleri akıtılıyor.

Bakın, bu mevzuda, hesabını veremem korkusuyla dikkat etmeye çalıştığım bir hususu size nakledeyim. Diyelim ki burada bir arkadaşımız oturuyorken kalkıp dışarıya çıktı. Ben de onun gıyabında “Galiba ara sıra uykusu geliyor. Ben görmeyeyim diye kalkıp aşağıya indi.” şeklinde bir mülâhazaya girmiş veya bu mazmunu işmam eden bir laf ağzımdan kaçırıvermişsem, arkadaş bu sözümü duyduğunda rencide olabileceğinden, karşılaşır karşılaşmaz ona ilk sözüm, “Hakkınızı helal edin.” olmuştur. Çünkü gıybet büyük bir günahtır. Bir hadis-i şerifte geçtiği üzere, Peygamber Efendimiz (sal al âhu aleyhi ve sel em);  “Gıybet zinadan daha şiddetlidir.” buyuruyor.
“Bu, nasıl olur diye sorulduğunda ise şu cevabı veriyor: “Kişi zina edip tevbe eder de (bir daha yapmazsa), Allah Teâlâ onun tevbesini kabul buyurur. Fakat, gıybet eden, gıybet edilen tarafından affedilmedikçe, o günahı bağışlanmaz.” (Beyhakî, Şuabu’l-iman, 14/255) Demek ki gıybetin öyle nevi vardır ki, zinadan daha şiddetlidir.

Dünya öyle bir metâ değil ki

Dünyanın, Cenâb-ı Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı kâfir ondan bir yudum su içemezdi.”
(Müslim, Zühd, 13) buyurulmuyor mu? Demek ki dünyanın, o kadar kıymeti yok ki kâfir su içebiliyor. Şimdi eğer bütün dünya böyle ise, dünyaya ait bir kısım kırık dökük, paramparça işlerin ne ehemmiyeti olabilir ki, inanan bir insan bunlardan dolayı kan kardeşinden daha ileri olan can kardeşine, mefkûre ve yol arkadaşına karşı tavır alabiliyor. Allah aşkına siz söyleyin, mantıkla telif edilir yanı var mı bu meselenin?
Ve yine hatırlayacaksınız Uhuvvet Risalesi’nde Üstad Hazretleri, Hâfız-ı Şirazî’den

“Dünya öyle bir metâ değil ki bir nizâa değsin.”

ifadesini naklediyor

Zâlimlere bir gün söyletir Kudret-i Mevlâ

Aman Allah’ım! Meğer menfaat hırsı, çıkar düşüncesi, İslâm düşmanlığı ve küfür yobazlığı insanları ne seviyeye düşürüyormuş?.. Biz hem muhteşem devirlerimizde hem de tâli’imize yenik düştüğümüz dönemlerde insanları hep azîz bildik, azîz tanıdık; başkalarını da böyle davranacağı kuruntusuna kapıldık. Ama; esefle ifâde edelim ki, şimdiye kadar pek çok defa aldandığımız gibi, şu anda da aldatılmak istendiğimizi görüyor ve “yazıklar olsun!”
diyoruz. Yazıklar olsun asırlardan beri bize göz açtırmayan Batının kırk harâmilerine! Yazıklar olsun İslâm dünyâsını bir kere daha zulüm paletleriyle çiğneyip geçenlere! Yazıklar olsun denizlerimizi kirletip topraklarımızda kan seylâpları meydana getirenlere! Yazıklar olsun hunhâr haydutların katlettikleri bunca günâhsız insan karşısında sessiz kalanlara! Yazıklar olsun semâları titreten ma’sum çığlıklarını duyup ürpermeyenlere! Yazıklar olsun zâlime, zulmü alkışlayana ve bu kızıl kıyâmetten birşey anlamayana!
Biz, hicrân dolu sînelerimizin âhıyla inledik ve bir sürü “yazıklar olsun!” çektik. Bu önemsiz olabilir. Ne var ki, Gayretul âh’ın dile gelmesi böyle olmayacaktır. O konuşunca, bugünkü mağrur ve gaddar başlar “keşke..!” deyip iki büklüm olacak ve oturup ağlamaya bile fırsat bulamayacaklardır.

“Zâlimlere bir gün söyletir Kudret-i Mevlâ,

Tal âhi lekad âserakâl âhü aleynâ” (1)

(1) “Val âhi, Al ah seni bizden üstün kıldı.” (Yusuf, 12/91)

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var

Atalarımız

“Zulmile âbâd olanın âhiri berbat olur.”

demişlerdir ki tarih bunun yüzlerce misaliyle mâlemâldir.
Dahası, iğneden ipliğe her şeyin hesabının sorulacağı bir gün var ki, o gün vay haline o zalimlerin..!
Biz, şimdi her şeyi Sahibine havale ederek bir kere daha:

“Zalimin zulmü varsa mazlumun da Al ah’ı var,

Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.”

deyip geçelim. Allah evvelki günkü zalimleri dün cezalandırdığı gibi, günümüzün gaddarlarını da çok yakın bir gelecekte mutlaka tecziye edecektir. Bugün, şahlar, şehinşahlar gibi yaşayanlar, günü gelince sürekli ızdırapla kıvranacak ve sefalet içinde yutkunup duracaklardır. Bu dünya, var olduğu günden beri her zaman yarısı ışık, yarısı da karanlık olagelmiştir. Bugün karanlık yaşayanlar, yakın bir gelecekte -eğer iradelerine emanet edilen dinamikleri iyi kullanırlarsa- aydınlıklara yürüyecek, içinde bulundukları zamanı günahlarıyla kirletenler de karanlıklara yuvarlanacaklardır.

Bırak bîçâre feryadı

O  ızdırap karelerini ve bunların bütününden hâsıl olan gâile ve bâdireler silsilesini Cennet yolunun yokuşları gibi algılar; başkalarının âh u vah ettiği en canhıraş durumlarda bile sürekli şükranla gürler ve

“Bırak bîçâre feryadı belâdan, kıl tevekkül; zira feryat, belâ-ender, hata-ender belâdır bil

Belâ vereni buldunsa eğer, vefa-ender, atâ-ender belâdır bil

…Cihan dolusu belâ başında varken ne bağırırsın küçük bir belâdan, gel tevekkül kıl

Tevekkül ile belâ yüzüne gül, tâ o da gülsün; o güldükçe küçülür, eder tebeddül.”

(Mektubat)

der kendini sorgular. Zulümden zulme koşanlar, hayatlarını kin, nefret, iğbirar ve intikam hisleriyle karartanlar kararta dursunlar; o, kendi gibi hareket eder; gayzları mülâyemetle savmaya çalışır; en insafsızca tecavüzleri gülücüklerle tesirsiz hâle getirir; yılmadan, usanmadan hep insanca tavırlar sergiler; her şeye rağmen başına gelenleri de, istihkakına binaen rahmetin yol verdiği kaderin adaletine bağlayarak rıza ile karşılar; karşılar ve hemen toparlanır, kendine gelir, yanlışlarını görmeye çalışır ve bir kere daha yaşama düzenini hüsn-ü âkıbete göre plânlayarak yürür Hak hoşnutluğuna

Hoştur bana Senden gelen

Gönül erleri, geçmişte olduğu gibi gelecekte de olması muhtemel bu kabil densizlikleri gülerek karşılamalı;

“Hoştur bana Senden gelen

Ya hil’at ü yahut kefen

Ya taze gül yahut diken

Lütfun da hoş, kahrın da hoş.”

demeli ve her zaman dimdik durmalıdırlar.
Bizim için önemli olan, milletimiz ve onun onurudur. Eğer millet derbeder, kitleler fakr u zaruret içinde inliyor, toplum tefrikaya yenik, yığınlar birbirini yiyor ve haramiliğe prim verilip şekavet de alkışlanıyorsa, işte o zaman bize oturup ağlamak düşer.. evet, kendini milletine adamış hasbî bir ruh, şahsı veya yakınlarının maruz kaldığı tecavüzler, tahkirler karşısında değil, dinine, diyanetine, mukaddes değerlerine dokunulduğu zaman hafakanlara girer; bir itfaiyeci edasıyla çare” der, sağa-sola koşar ve gözü başka bir şey görmeyen sevdalılar gibi gerekirse
her şeyini feda eder; feda eder de, kat’iyen mil î ve dinî değerlerine toz kondurmaz.

Nâçâr kaldığın yerde

Onlar bu dünyaya herhangi bir rüzgârla sürüklenip gelmediklerinin şuurundadırlar ve en şiddetli fırtınalarla savrulup gitmeyecek kadar da konumlarının hakkını verme adına sabit-kademdirler. Öyle bir duruşları vardır ki, ne harp ü darp ne de kıyamete denk hâdiseler onları
-Allah’ın sıyanetiyle- asla yerlerinden kımıldatamaz.
Şerler, böylelerinin atmosferinde hayır rengini alır; ızdırap ve acılar da onların saflaşıp özlerine ermelerini netice verir. Havaların kararması, ortamın yaşanmaz hâle gelmesi onların gerilimlerini artırarak daha bir teyakkuza sevk eder. Zalimlerin zulmü, müstebitlerin ardı arkası kesilmeyen dayatmaları, aleyhlerinde komploları komploların takip etmesi ve bir ölçüde sebeplerin sukûtuyla çarelerin bütün bütün bitmesi onları daha bir yürekten Çaresizler Çaresi’ne yönlendirir ve kendi kendilerine:

“Nâçâr kaldığın yerde

Nâgâh açar ol perde

Derman olur her derde”

(İ. Hakkı)

der; her şeyi daha iyi okur, daha iyi değerlendirir ve kaybetmeler kuşağında iç içe kazançlar yaşarlar.

Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir

İnsan, Cenab-ı Hakk’a açık durduğu müddetçe çok engin ve geniş bir mahiyete sahip demektir. Evet o, bu haliyle melekleri bile geride bırakabilir. Merhum Akif bu hakikati ne güzel ifade eder:

Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,

Muhakkar bir vücûdum!’ dersin ey insan, fakat bilsen

Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:

Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir

Fahr-i Kainat Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâmü milelardi vessemâ) bizim içimizden çıkmış olması bu hakikatin en parlak, en güzel, en muhteşem delili değil midir? Elbette ki öyledir. Evet O, Âmine Hatun’dan tevellüd etmiş, Abdullah’tan olmuş yani anne ve babası nur-u nübüvvetle tenevvür etmemiş bir insan olarak öyle bir noktaya gelmiştir ki, Süleyman Çelebi

“Yürü top Senin, çevkân Senindir bu gece”

ifadeleriyle bu eşsiz faikiyeti dile getirir.


Sığmam dedi Hak arz u semaya

Halbuki Cenab-ı Hak bir hadis-i kudsîde:
ﻦِﻣِﺆْ ﻟْ
ﻤُ ا يﺪِﺒْﻋَ  ﻗَﻠْ
ﺐُ  ﻲﻨِﻌَﺳِوَ ﻦْﻜِﻟوَ ﻲﺿِ أَ
رْ  ﻻَوَ ﻲﺋِﺎﻤَـﺳَ ﻲﻨِﻌَـﺳِوَ ﺎﻣَ
“Arz ve sema beni istiap etmez, almaz. Ben mümin kulumun kalbine sığarım”  buyuruyor. (el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 2/195) Bildiğiniz gibi İbrahim Hakkı Hazretleri enfes bir tercümeyle bu manayı şöyle nazımlaştırmıştır:

“Sığmam dedi Hak arz u semaya

Kenzen bilindi dil madeninden.”

Evet, arz ve semalara sığmayan Hak Teâla, sezilme ve algılanma şeklinde kenzen insanın kalbinde bilinir. Bu bilinme tecellî ve mir’atiyet itibarıyladır. Bundan dolayı mevzuu şöyle de ifade edebilirsiniz: Kalbin Allah’ı duyup hissedişi, O’na ayna olup O’nu anlatması kâinat kitabının O’nu anlatmasından daha ileri seviyededir. Aynı şekilde kütüphaneler dolusu kitaplar da kalbin Allah’ı (celle celaluhu) anlatışı gibi anlatamazlar. Kitaplar ancak kalbin enginliğiyle enginleşip kalbin boyasıyla boyanınca gerçek ifadelerini bulurlar. Elbette ki burada bahsedilen vücudumuza kan pompalayan çam kozalağı şeklindeki uzuv değildir. Burada kastedilen sır, hafî veya ahfa ufkuyla Allah’ın esma ve sıfâtlarına bakan ve yerinde latife-i rabbaniye veya fuad diye de isimlendirdiğimiz vicdan mekanizmasını oluşturan dört temel rükünden biridir.

İsyan deryasına yelken açmışım

Gönlü engin, vicdanı geniş, dünyalara sığmayan, bütün insanları kucaklayıp Cennet’e götürme arzu ve iştiyakı içinde bulunan bir insan, bir yerde, kıl kadar ehemmiyeti olmayan bir hususa takılıp kalabiliyor. Mesela bir anlık bir boşlukla şehevanî bir hisse yenik düşebiliyor. Çünkü insan, zihnine gelen bir hayal veya tasavvuru alıp geliştirdiği, az-biraz kurgulayıp nemalandırdığında hiç farkına varmaksızın öyle sahillere açılır ki, artık onun geriye dönüşü neredeyse imkansız hâle gelir. Cevdet isminde halk diliyle şii rler yazan bir çocukluk arkadaşım vardı. Onun yazdığı şiirin bir beyti bu hâli ne de güzel ifade eder. Şöyle derdi o çocukluk arkadaşım:

“İsyan deryasına yelken açmışım

Kenara çıkmaya koymuyor beni”.

Evet mebdei itibarıyla kıl kadar küçük bir şey, sizi alıp öyle bir yere sürükler ki, bir daha geriye dönme imkanı bulamayabilirsiniz. O yerleri gören gözünüz de artık hiçbir şeyi göremez hâle gelebilir.

İblis ve Cinnet Hâli

Göz, görme alanı çok geniş olan, önündeki hemen her şeyi görebilen, konumuna göre cihanları müşahede edebilecek kabiliyette bulunan ilahî bir nimettir. Ancak sizin de soruda ifade ettiğiniz gibi onun üzerine bir kıl dahi konulsa, o çok küçük cisim, gözün görmesine engel teşkil edip onun görme ufkunu kapatır. Fakat burada bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Esasında göz uzvu üzerinden bir benzetme ile dile getirilen bu tespit, insanın maddî-manevî bütün latifeleri için düşünülebilir. Mesela insan bazı meseleleri çok engince mütalaa ederken uygunsuz bir nazar, gayr-ı meşru bir hülya, kendisine galip gelen bir ruh hâleti onu öyle bir noktaya sürükleyip götürür ki, insan o esnada başka hiçbir şeyi göremez hâle gelir. Öyle ki cihanlara sığmayan, dünyayı âdeta bir top gibi kucağına alıp oynayası gelen, o ölçüde onu tahkir edip küçümseyen insan bir zerrede boğulabilir. Bir bakış, bir duyuşla künde künde üstüne devrilebilir. Bir hayal, bir tasavvur, bir ruh hâli bütün benliğini sarar da onu istediği yere çekip sürükleyebilir.
İblis ve Cinnet Hâli
İnsanın bu durumunu anlayabilmek için İblis’in, Hazreti Âdem’e secde emri aldığı esnada ortaya çıkan ruh hâlini hatırlayabiliriz. Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği üzere Cenab-ı Hak Hazreti Âdem’i yarattıktan sonra bütün meleklere ona secde etmelerini emir buyurur. Meleklerin hepsi Hazreti Âdem’e secde etmesine rağmen, İblis kendisinin ateşten Âdem Aleyhisselam’ın ise topraktan yaratıldığını, dolayısıyla kendisinin ondan daha üstün olduğunu iddia ederek kibre kapılıp büyüklük taslar ve neticede küfre girer. Ardından da İzzetine yemin olsun ki, ben de onların hepsini baştan çıkaracağım” der. (Sa’d suresi, 38/82)
Görüldüğü üzere burada İblis, insanları değişik yol arla saptıracağını ifade ederken, Al ah’ın (celle celaluhu) azamet ve celaline, büyüklük ve ululuğuna yemin etmektedir. İşte onun bu kasemi, fıtratının bazı şeyleri sezdiği ve Allah’ı (celle celaluhu) belli bir seviyede bildiğini göstermektedir. Fakat teorik planda Allah’ı bu ölçüde biliyor olmasına rağmen o, bir noktaya takılıp kalıyor ve gözünün önündeki bir kıl, apaçık gerçekleri görmesine mani oluyor. Takılıp kaldığı o noktayla İblis, kendini kin, nefret, haset, kıskançlık ve bencillik gibi âfetlere kaptırıyor ve artık o, gözü başka hiçbir şeyi görmez, kulağı başka hiçbir şey duymaz kör ve sağır bir varlık hâline geliyor.
Şeytanın bu durumunu anlamak için öfkelenmiş, cinnet yaşayan bir insanın o anki hâlini düşünebilirsiniz. Çünkü bazı insanlar kimi zaman öyle öfkelenir ki, böyle bir şahsı gördüğünüzde rahatlıkla “bu insan delirmiş”
diyebilirsiniz. Hatta onun bir şizofren olduğuna kanaat getirip bir psikiyatriste gitmesi gerektiğine hükmedebilirsiniz.

İmam Gazzâlî

İmam Gazzâlî, Cürcân’da beş yıl süren ilim tahsilinden sonra bir kafile içinde Tus’a dönerken eşkıya kafilenin yolunu kesip kafileye ait ne var ne yoksa hepsini alırlar. Tabiî bu arada Gazzâlî’nin ders notlarını da gasp ederler. Hazreti Gazzâlî, eşkıya başına giderek aldıkları paranın bir önemi olmadığını ancak notlarının bulunduğu defteri geri vermelerini talep eder. Notlarını, kendi anlayacağı şekilde yazdığından, bu defterin onların
hiçbir işine yaramayacağını da ilave eder. Bunun üzerine eşkıya başı önce; “Kâğıttaki ilmin sana ne faydası var, git onları kafana koy.” diyerek Hazret’le alay eder, fakat neden sonra ders notlarını kendisine verir. Eşkıya reisinin bu sözlerini ilâhî bir ikaz olarak değerlendiren Hazreti Gazzâli de yazıp not ettiği ne varsa hepsini hıfzına alıp Tus’a öyle döner.

Her mürşide el verme

İlim tahsili için vatanını terk edip uzak diyarlara seyahatte bulunmak ciddi mânâda ehemmiyet arzetse de, olmazsa olmaz bir şart değildir. Zira insan doğup büyüdüğü yerde de ilim tahsil edip bulunduğu sahada en zirve noktaya ulaşabilir. Önemli olan doğru bilgileri, doğru insanların elinden, doğru bir şekilde alabilmektir. Yoksa, yanlış yollara sevk edebilecek mürşid görünümlü kişilerin elinde bir insan, ister uzakta olsun ister yakında, değişik dalâlet ve sapıklıklara kendini kaptırabilir. Niyazi Mısrî’nin

“Her mürşide el verme ki yolunu sarpa
uğratır

Mürşid-i kâmil olanın gayet yolu âsân imiş…”

ifadelerini hatırlayacak olursak; diyebiliriz ki, önemli olan uzak olsun-yakın olsun doğru bir rehber veya mürşidi bulabilmektir

17 Temmuz 2016 Pazar

Hak

Hakkın, hakikaten hak olması çok önemli bir meseledir. Bu noktada bütün hakların kaynağı ve her türlü hakkın önünde bulunan “Allah hakkı” ihmal edilmemesi gereken önemli bir husustur. Aynı zamanda insanın uhrevî yanlarının, ebedî arzularının, ibadet ve Allah’la münasebet haklarının gözetilmesi ve onun ruh ve beden gibi iki ayrı yanıyla alâkalı büyük-küçük bütün haklarına riayet edilmesi de hukuk devletinin bir diğer hususiyetidir. Yani hukuk devletinde, insanların maddî ve dünyevî yanlarının yanı sıra onların metafizik yanları ve uhrevî ihtiyaçları da nazar-ı itibara alınmalıdır. Ayrıca hukukun sadece kuvvetlilere has bir imtiyaz hâline getirilmemesi, cezaî müeyyidelerin sırf zayıflara karşı kullanılmaması, hâsılı insanlar arasında hukuk noktasında müsavatın gözetilmesi de meselenin çok önemli bir diğer buududur.
İşte bütün bu yönleriyle hak ve hukuk mefhumlarının Hulefa-i Râşidin döneminde yerli yerine konduğunu görüyoruz. Evet, o dönemde çok rahat bir şekilde halife ile halktan bir fert aynı mahkemede hâkim karşısına çıkabiliyordu. Mesela Hz. Ömer’in “mevali”den bir insanla beraber hâkim karşısına çıkıp muhakeme olması ve hatta hâkimin kendisine karşı temayül gösterdiğini görünce onu tedip etmesi hepimizin bildiği o döneme ait tarihî hâdiselerden biridir.
Esasında Osmanlı Devleti’nde de durum bundan farklı değildir. Mesela Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’ne dair anlatılan bir menkıbeyi burada hatırlayabiliriz. Anlatılanlara göre, Fatih Camiinin inşaını gayrimüslim bir zat üstlenmiştir. Bu zat, idare tarafından kendisine söylenen şekilde değil de, kendi bildiği tarzda cami in mimarisinde tercihte bulunur. Bu durum karşısında Fatih Cennetmekân da, elinin kesilmesi suretiyle onun cezalandırılmasını emreder. Bunun üzerine o şahıs, Hazreti Fatih’i şikâyet etmek üzere mahkemeye başvurur. Başvuruda bulunulan mahkemenin kâdısı Hızır Çelebi’dir. Hazreti Fatih, hâkimin huzuruna gelince, Hızır Çelebi, ona karşı asla bir imtiyazda bulunmaz, her iki tarafı dinler ve sonra Sultan Fatih’i suçlu bularak elinin kesilmesine hükmeder.
Verilen bu karar karşısında şaşkına dönen davacı İslam’ın adalet anlayışına hayran kalıp Müslüman olur ve Hazreti Fatih’i affeder.
Mahkeme sonunda yaşananlar oldukça dikkat çekicidir. Sultan Fatih koltuğunun altında tuttuğu çivili topuzu çıkararak Hızır Çelebi’ye gösterir ve “Allah’ın emrettiği gibi hükmetmeseydin başını bununla paramparça edecektim.” der. Bunun üzerine Hızır Çelebi de belinden çıkardığı kamasını gösterir ve “Hünkarım! Eğer benim verdiğim hükme razı olmasaydın ben de bununla seni delik deşik edecektim.” der.
Anlatılan bu menkıbenin aslı olsun veya olmasın, biz biliyoruz ve tarih de buna şahit ki, o toplumda hakka hürmet, hukuka teslimiyet, adalete inkıyat bu seviyedeydi. Hak ve hukuk o topluma öyle bir yerleşmişti ki, o, bu anlayış sayesinde büyük bir devlet hâline gelmiş; asırlarca idare ettiği koskocaman bir coğrafyada huzur ve barış
hükümferma olmuş, âsayiş ve emniyet sağlanmıştır.

Hâlık’ın nâmütenâhî adı var

Bütün hakların biricik kaynağı Hak ism-i şerifidir ve maddî-mânevî, âfâkî-enfüsî bütün haklar onun değişik dalga boyundaki tecellîlerinden ibarettir. İşte bu sebeple gerçek bir mü’min Hak isminin değişik tecellileri sayarak bütün haklara karşı saygılı davranır, hakkı tutup kaldırma cehdiyle oturup kalkar, ne zulmeder ne zulme boyun eğer; hak ve salâhiyetleri yerine getirmeye çalışır ve onları yaşatmak için çırpınır durur. Bu açıdan hakkın, inanan insanlar nezdinde apayrı bir kıymet ve ehemmiyeti vardır.  Merhum Mehmet Akif de Asr Sûresi’nin yorumunu yaptığı şiirinde işte bu hususa dikkat çeker ve

“Hâlık’ın nâmütenâhî adı var, en başı Hak

Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak.”

ifadeleriyle bu hakikati dile getirir.

Ben kul oldum

Sadakatle derinleşmemiş aşk, içindeki kaynamaları dışa taşan köpüklü bir derya, sadakatle gerçek derinliğine ulaşmış aşk ise, içinde renklerin, seslerin eriyip gittiği bir umman gibidir. O ummanın derinliklerinde ne renge rastlanır, ne dalgalarla karşılaşılır, ne de bir homurtu işitilir. O, derinliği kadar sessiz, zenginliği kadar da renksiz -bu, bütün renkleri birden ihtiva eden bir renksizliktir- ihtişamı ölçüsünde de gürültü ve şovdan uzaktır.
Bu nokta, aynı zamanda “hüsn”ün eksiksiz aşka, aşkın da huy, tabiat ve sorumluluk duygusuna dönüşmesi noktasıdır ki, bu noktada, bir taraftan, varlıktaki iç içe âhenk, iç içe mânâ ve iç içe güzel ikler his, şuur ve idrakin hassas imbiklerinden geçe geçe, kalbin kadirşinas değerlendirmelerine bağlanarak aşka, iştiyaka, cezbeye, incizaba mecralar hâline gelir; diğer taraftan da, bu güçlü alâkalarla âşık gider, bütün benliği ile mâşuka bağlanır ve onun emrine girer. Hazreti Mevlâna, bu hissi ifade sadedinde:

“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum, kul oldum..

Kul ar, hürriyete kavuşunca sevinir ve mesrur olur;

Ben, Sana kul olduğumdan dolayı şâd ve mesrurum.” 

der. İmanını mârifetle bezeyemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Mârifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen, formalitelerin ağında can çekişir durur. Aşk ve muhabbeti sevgiliye ulaşma yolunda kulluğa bağlamayanlar da, sadakatlerini ifade etmiş sayılmazlar.

Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost

Gerçek aşk, fitili sonsuzun çerağından tutuşturulmuş, arzı da semayı da, doğuyu da batıyı da aşkın, zaman-mekân üstü, lâhûtî öyle bir ışık veya kordur ki, tecellîsi nur, içi buğu buğu huzur ve çevresi de, Sevgili kokusuyla buhur buhurdur. Evet, aşk ateşiyle tutuşmuş yanan bir gönül, sürekli bir buhurdanlık gibi tüter ve âşığın iç dünyasının her yanına sevgilinin kokusunu duyurur; tabiî, sırdan anlayan çevredeki sırdaşlara da. O, yer yer kendi içinden: 

“Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost

Bülend âvâz ile dersin, bakın deryada yangın var!”

(Sûzî)

der ve bu iç çığlıklarla nefes almaya çalışır.

Âşığım der isen

Aşk, aşk sözünün
edildiği yerlerde aranmamalı. O, alevin korla yer değiştirip durduğu yerlerde aranmalıdır. Zira aşk, ya içten içe sahibini yakan gizli bir kor veya tahammül-fersâ bir hâldir ki, gönüle düşünce, alevi her yanda hissedilir. Bu öyle bir alevdir ki, fitili de, yine onun gizliliğine emanettir. Sır urbalarını atıp âlüfteleşen söze sermaye, felsefeye malzeme olan aşk, aşk değildir; o, aşkın ölgün bir resmidir. Gazellere dökülen, bestelerin emrine giren ve onlara kul-köle olan aşka ait mırıltılar, sadece onun birer aks-i sadâsı ve kitaplarda anlatılanlar da, birer kaba tarifidir.
Onu gönül evinde gizli tutmasını bilenler: 

“Âşığım der isen, belâ-yı aşktan âh eyleme

Âh edip, âhından ağyârı âgâh eyleme!”

  der; içlerindeki bu fırtınayı kendilerinden bile gizlemeye çalışırlar; evet aşk, insan gönlünde ona ait her şeyi yakıp kavuran “lâ mekânî” öyle bir ateştir ki, ona, bu hâliyle ne semavî diyebiliriz, ne de arzî. Semavî olan iştiyak bir Cennet sevdası ise, âşık, ona gönül bağlamayı Sevgiliye vefasızlık sayar; arzî olanla ise, zaten onun hiç mi hiç alâkası yoktur. Tahtını cismaniyet üstüne kurmuş, bütün oyunları göze cilve mecazî aşk, liyakat ve talep dengesi açısından aşk mesleğinde hilâbe (alış-verişte aldanma) sayılmıştır.

Bak şu gedânın hâline

Âşığa göre hoş olan, âşık olmak, aşk yolunda bulunmak, vuslat emare ve işaretleriyle yaşamak ve bu duygu tufanını sonsuza kadar sürdürmektir. Evet, cayır cayır aşkla yanmak, her vuslat avansıyla tutuşup alevlenmek;
alevlenirken de, “mükâfatı, aşkın kendisi” deyip, sadece onunla yetinmek; işte gerçek aşk! 

“Bak şu gedânın hâline

Bende olmuş zülfün teline

Parmağım aşkın balına

Bandıkça bandım, bir su ver!” 

(Gedâî

Cemalini nice yüzden görem diyen dilber

Cemalini nice yüzden görem diyen dilber,

Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek..” (Anonim

Bu öldüren sevdanın hakkını verebilmek için âşık, sürekli gönül yamaçlarında O’nu izler; O’na ait saydığı her ses, her renk, her görüntü arkasından koşar durur; kâh sekerek, kâh emekleyerek, kâh uçarak; ama her menzilde gönül kulaklarıyla O’ndan bir “hoşâmedî” alarak, mecnunların iz sürdüğü gibi, gözlerini gönlünün emrine verir.. ve mesafelerin amansızlığına rağmen, en aşkın düşüncelerle ve bütün iç ve dış duygularını yolda bulunma hislerine bağlayarak, ruh atlasındaki vuslata koşar. O, bir ölçüde aşk u vuslatı beraber yaşadığından, her menzili ayrı bir vuslat koyu gibi tasavvur eder ve bir gün bu kutlu yolculuğun biteceğinden korkarak tir tir titrer.

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez

Aslında aşk, ne ise odur; o, ne tam bir nâr, ne de nurdur. Nâr da, nur da, onun mızrabının dokunduğu tellerden yükselen birer nağme, birer çığlık, birer sevinç, birer hafakandır. Aşk, öyle paha biçilmez bir incidir ki, onun gerçek değerini bilenler de, ancak yine onun pazarında elli defa cevahir peylemiş sarraflar olabilir;

“Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez.” 

(M. Lütfî)

Evet, aşkı, tatmayan bilemez.. bilenlerin çoğu da söylemez veya söyleyemez.. söyleseler de, onu âşık olmayanlar anlayamaz.

Yansam da ocaklar gibi

Âşık, bazen his dünyasında aşk ve vuslatın birleşik noktasını öyle derinden duyar ki, fizikî âleme ait her şey gözünden silinir gider ve bir uçtan bir uca bütün varlığı O’na uzanan yollarda par par yanan ve ufuk ötesine işaret edip göz kırpan çerağlar gibi duyar. Bazen de, iştiyakının vuslat ümidine aşkınlığı karşısında, içine kor düşmüşçesine ocaklar gibi yanar yanar ama, 

“Yansam da ocaklar gibi, gam eylemem izhar.”

  (M. Lütfî)

Elverir ki, düşmesin sineme nâr-ı ağyâr.

diyerek, ümit ve şevk karışımı bir ruh hâletiyle, hep iz sürmeye devam eder.

Hak’tan ayân bir nesne yok

Ne zaman, nazarlarımızı makro âlemden enfüsî derinliklerimize, insanî değerler atlasımızdan kehkeşanlara çevirsek, değişik ihsas yollarıyla gönüllerimize akan mânâlar, tıpkı birer mızrap gibi kalb tellerimize dokunur ve her dokunuşunda ruhlarımıza hakikat aşkından ne besteler, ne besteler duyurur..! Duyurur ve bütün duygularımızı araştırma aşkına uyararak, hislerimizi ilim iştiyakıyla kanatlandırır ve vicdanlarımızda günde birkaç defa, imanın mârifete dönüştüğünü, mârifetin aşk u şevk ufkuna ulaştığını, fizikî mülâhazaların gidip tamamen metafiziğe bağlandığını hissederiz; hissederiz de, ruhun bütün bütün mâverâîleşip kendi potansiyel derinliklerine ulaştığını, derken nice gizli şeylerin bir bir ayânlardan ayân hâle geldiğini daha bir derince duyar ve

“Hak’tan ayân bir nesne yok

Gözsüzlere pinhan imiş.” 

(Niyazî)

diyerek, insanın varlık içindeki yerini ve konumunu işaretler; işaretler ve ilâhî takdire bağlı mazhariyetlerini gürül gürül haykırmaya dururuz.

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik

İnsanlık Allah’a yönelip, her şeyi bir kere daha Hak divanındaki mukadder duruşuna göre gözden geçireceği âna kadar ne fesat denen bu mel’anet dinecek, ne yeryüzündeki kargaşalar sona erecek, ne de asırlardan beri hayal edip durduğumuz huzur ve umumi saadet rüyaları gerçekleşecektir; zira:

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır,

Fazîlet hissi insanlarda Al ah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farzedilsin havfı Yezdân’ın…

Ne irfanın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdanın.  (M. Akif)

Bu itibarla da bize, verilen çerçevede her zaman fesada karşı, onunla başedebilecek dinamiklerle dimdik durmak, ıslah düşüncesine kilitli bulunmak, zulümden fersah fersah uzaklaşmak, adaletin yanında olmak ve en korkunç fesat girdapları karşısında dahi “pes” etmeden hakkı tutup kaldırmak düşer.

15 Temmuz 2016 Cuma

Ye’s öyle bir bataklıktır ki düşersen boğulursun

Ye’s öyle bir bataklıktır ki düşersen boğulursun

Azmine sarıl sımsıkı bak ne olursun

Yaşayanlar hep ümitle yaşar

Me’yus olan ruhunu, vicdanını bağlar.

Âkif’in bu ifadelerine karşılık Hazreti Pir de, “Ye’s mâni-i her kemaldir.” demiştir. Eğer kemal peşinde, bir olgunluk arayışı içindeyseniz ilk yapmanız gereken ye’si gömmek olmalıdır.

Çünkü ye’s ve reca âdeta bir tahterevalli gibidir ki, ancak ye’si gömmekle recayı olması gereken yere çıkarabilirsiniz.

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta

İbn Haldun, dejenere olmuş toplumların yeniden ihyası mevzuunda ümitsizliğin ağır bastığı bir yaklaşımı seslendiriyorsa, kanaatimce böyle bir yaklaşımda zühul var demektir. Çünkü var olduğu günden beri beşeriyetin belki elli defa mumu bitmiş, elli defa ateş gelip tahtaya dayanmış ancak Allah’ın izniyle yeniden bir meşale yakılmış ve insanlık tekrar aydınlığa kavuşmuştur. Evet, beşeriyet elli defa Lut Gölü’nün dibini boylamış, ancak bu düşüşlerin peşini Everest Tepesi’nin zirveleri takip etmiş ve gelip sıfıra dayanan insanlık yeniden zirvelere tırmanmayı başarmıştır.
Mesela Mehmed Akif, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyayı teşrif ettiği dönemi tasvir ederken:

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta

Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi

Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin

Salgındı bu gün Şarkı yıkan tefrika derdi

ifadelerini kullanmıştır. Ancak bütün bu karanlık ve kasvetli ortama rağmen Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz kayserleri, kisraları yere sermiş ve bir hamlede içinde bulunduğu o durumdan insanlığı kurtarmıştır. İnsanlık tarihinde bu durum o kadar çok tekerrür etmiştir ki, ümitsizliğe düşmeye mahal yoktur. Bundan dolayı mü’min bir kuyuya düştüğünde, artık buradan çıkmam mümkün değil diyerek ümitsizliğe düşmez/düşmemelidir. Çünkü o, her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi bir Zât’a dayanmaktadır.

Canım derviş, gözüm derviş

Bugün değerlendirilmeyen nimetler yarın elimizden çekilip alınabilir. Bu sebeple dinimiz ve insanlık için hangi sahada koşturuyor, maratonu hangi alanda yürütüyor; ilim, imkân, pâye, mansıp… adına hangi imkânlara sahip bulunuyorsak, işte bütün bunlarla alâkalı eğer önümüze bir fırsat aralığı doğmuş, Cenâb-ı Hak bize bir kapı aralamışsa vakit fevt etmeden değerlendirme cehd ve gayreti içinde olmalıyız. Yoksa fırsat elimizden kaçar ve biz nice ah u vah ederiz de, kaçırılan o fırsatı bir daha telafi etme imkânı bulamayız; bulamayız ve Sûzî’nin;

“Canım derviş, gözüm derviş

Çalış maksuduna eriş

Bu gafletle baş olmaz iş

Geçer fırsat demedim mi?..”

  ifadeleriyle dile getirdiği duruma düşeriz.
Şimdi bir düşünün, zımni sorgulama diyebileceğimiz bir üslûpla yakın geçmişimize dair teessürlerimizi zaman zaman dile getirmiyor muyuz? Mesela Keşke iki yüz sene evvel, çok değil, yüz bin insanımız yeryüzünün yeni coğrafyalarına gidebilseydi; gidebilseydi de bugün biz de farklı unsurlar karşısında o coğrafyalarda milletimiz adına bir denge unsuru olabilseydik. Eğer geçmişte bu yapılabilseydi, şu an güçlü lobiler teşkil eder, bu suretle insanlık ve dünya barışı adına yeryüzünün kaderinde müspet bir rol oynama fırsatını yakalamış olurduk.”
demiyor muyuz? İşte aynen bunun gibi şu an önümüze çıkan fırsat ve imkânları gerektiği şekilde
değerlendirmezsek, gelecek nesiller de bizim hakkımızda benzer şeyleri söylemezler mi?

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Meşveret

İnsanlığın İftihar Tablosu Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz mübarek beyanlarında “Dâhi olan insan haybet yaşamaz.” demiyor; “İstişare eden haybet yaşamaz, hüsrana düşmez.” buyuruyor. Bir Arap atasözünde denildiği gibi iki akıl bir akıldan hayırlıysa o zaman üç akıl, dört akıl, on akıl evleviyetle bir akıldan hayırlıdır.
Mevzuu misallendirerek bir nebze daha açmaya çalışalım. Diyelim ki sizin, umumun hukukuna taalluk eden bir vazife ve sorumluluğunuz var. Siyasî veya gayr-i siyasî büyük bir kitlenin mesuliyetini taşıyor, bir kısım hayırlara matuf olarak onları yönlendirme konumunda bulunuyorsunuz. Eğer yapılacak iş ve vazife sadece sizin
insiyatifinize bırakılıyorsa, siz dâhi bile olsanız bazen nefsinize uyarak yanılabilir, herhangi bir hissin tesirinde kalıp halet-i ruhiyenizi o işe karıştırabilirsiniz. Mesela, uykunuzu tam almadan öfke edalı kalktığınız bir günde, yapacağınız o işe gerginlik ve öfkenizi aksettirebilirsiniz. Veya çocuğunuzun canınızı sıktığı, sizi üzdüğü bir günde, o can sıkıntınızı işinize yansıtabilirsiniz. Hâlbuki o işin içinde Allah hakkı vardır, umumun hukuku söz konusudur. Dolayısıyla hak ve hukukun azamet ve büyüklüğünü düşünüp yaptığınız o işte hata etmemeye
gayret göstermelisiniz. Fevrî bir davranış neticesinde bunca insanın hukukuna tecavüz etme ihtimalinizin bulunduğunu, dahası haklarını çiğnediniz o insanların ahirette sizden davacı olabileceğini ve bu işten yakanızı kurtaramayacağınızı hesaba katmalısınız. İşte bütün bu olumsuz durumlardan kurtulmanın çaresi istişaredir, meşveretin hakkını vermektir. O dâhiler dâhisi Hazreti Ali birçok meseleyi çevresindeki insanlarla istişare ettiyse, hatta hiçbir şekilde meşverete ihtiyacı olmayan, vahiyle müeyyed bulunan Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizlere rehberlik etme adına birçok kez ashabıyla meşveret buyurduysa bize de kendi aklımıza, kendi dehamıza bakmadan meşveret etmek düşer.
Bildiğiniz üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye Sulhü’nden sonra sahabeye kurbanlarını kesmelerini emretmesine rağmen onlar; “Belki Allah Resûlü verdiği karardan vazgeçer ve biz yeniden Kâbe’ye yürürüz.” ümidiyle bu emri uygulamada biraz ağır davranmışlardı. Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu
vesselâm) ise bu durum karşısında Ümmü Seleme Validemizle meşveret etmişti. Ümmü Seleme Validemiz: “Ya Resûlallah! Onların tavırlarına bakma. Sen kendi kurbanını kes ve ihramdan çık. Zannediyorum onlar da verdiğin karardaki kesinliği anlayınca sana itaat edeceklerdir.” demişti. Nitekim O’nun (aleyhissalâtü vesselâm) mübarek mülâhazaları da aynı istikametteydi ki çıkıp kurbanını kesince birdenbire herkes kollarını, paçalarını sıvamış, bıçakları ellerine almış ve kurbanlarını kesmişlerdi.
Elbette ki böyle bir hâdise karşısında yapılması gereken en uygun hâl tarzı zaten Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) muazzez ve mübeccel zihinlerinde mevcuttu. Çünkü vahiy ile müeyyed fetanet-i uzma sahibi bir Rehber-i Kül ’ün bu durum karşısında yapılması gereken neyse onu düşünmemesi mümkün
değildir. Bu sebeple O’nun bu davranışını, her konuda bize rehber olan o Zât’ın (aleyhissalâtü vesselâm) meşveret mevzuunda da bize numune-i imtisal olması şeklinde okuyup anlamamız gerekiyor.
Bu hâdisenin derununda üzerinde durulması gerekli olan birçok önemli hakikat ve ders vardır. Ezcümle “kadının ruhu var mı; kadın da bir insan mı, değil mi?” münakaşasının yapıldığı bir dönemde, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir peygamber olarak, hem de eşi olan bir kadınla istişarede bulunması, zannediyorum günümüzde kadın haklarını savunduğunu iddia eden kişilerin bile şaşırıp kalacağı bir tavırdır. Aynı zamanda bu hâdisede bir yönüyle kadın şefkatine müracaatta bulunma esprisi de söz konusudur.

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyip ecel

Yahya Kemal, Ezan şiirinde Yavuz Sultan Selim için der ki:

Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyip ecel,

Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî.

Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,

Şehbal açınca ruh-ı revan-i Muhammedî.”

Bu insanlar ömürlerini bunun sevdalısı olarak geçirince, aşk ve heyecanlarını derinleştirmişler ve böylelikle solmanın, sönmenin ve partallaşmanın önünü almışlar ve Allah’ın izniyle uzun ömürlü olmuşlardır. Yoksa sosyal ve felsefî tarihçilerin dedikleri üzere, tıpkı fertler gibi toplumlar da doğar, gençlikten geçer, bir olgunluk dönemi yaşar, ardından yaşlanır ve nihayet yuvarlanarak bir çukura giderler. Toplumlar için bu durum kaçınılmazdır.

Murat Hüdavendigar Hazretleri

Dünyada en uzun ömürlü devletlerden biri Devlet-i Âliye’dir. Emevî ve Abbasi’lerden daha sağlam temeller üzerine bina edilen Osmanlı Devleti’nin blokajına baktığımızda, orada yatan mânâ ve muhtevanın iman-ı billâh, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî olduğu görülür. Siz bu devletin düşüncelere sahip olduğunu öğrenmek istiyorsanız, Murat Hüdavendigar Hazretleri’nin Kosova Muharebe’sinde şehit edilmeden önce Allah’a nasıl teveccüh ettiğine bakabilirsiniz. Savaş öncesi akşamleyin çadırına çekilen Murat Hüdavendigar ibadet ü taatle geceyi ihya ettikten sonra seccadesinden kalkmadan önce ellerini kaldırıp Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyaz eder: “Ey Rabbim! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları yüzünden çıktıysa, masum askerlerimi cezalandırma. Onları bağışla. Allah’ım! Onlar ki, buraya kadar, sadece Senin adını yüceltmek ve İslâm dinini insanlara duyurmak için geldiler. Bu fırtına afetini, onların üzerinden def’eyle. Senin şanına layık bir zafer kazandır ki, bütün Müslümanlar bayram ede. Müslümanları mansûr ve muzaffer eyle. Ve dilersen o bayram gününde şu Murad kulun sana kurban olsun. Önce beni gazi kıldın, sonra şehit et.” Bu duayı yapan nasıl bir ağızdır ki, arzusu hemen hüsnükabul görmüş ve o şehitlik mertebesine ermiştir.
Allah’a bu kadar gönül vermiş, Allah için işlemiş ve O’nun rızası dairesinde hareket etmiş bu insanlar ömürlerinin saniyelerini seneler hükmüne getirmişlerdir. Onların sahip olduğu bu yüksek kıvam ve İslâm’ı yüksek seviyede temsil etmeleri uzun süre devam etmiştir.

Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan

Ferdî tefekkür, tedebbür ve tezekkürün yanında insanın zirvelerde tutunmasını ve kazandıklarını kaybetmeksizin yoluna devam etmesini sağlayan önemli bir diğer vesile de sohbet-i cânandır. Bu öyle bir sevgi, öyle bir aşk ve öyle bir iştiyaktır ki, bir hak dostu heyecan dolu ifadeleriyle bu hissiyatını şöyle seslendirir:

“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan!

Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa..!” 

(Taşlıcalı Yahya)

Evet, fani bir varlığa gönlünü kaptıran, mecazi bir aşka dilbeste olan insanlar dahi, mahbubundan başka hiç kimseyi görmez, tanımaz olur. Bizim sevdiğimiz, iştiyak duyduğumuz ve âşık olduğumuz ise Allah’tır, Resûlullah’tır. İşte bundan dolayı biz arzu ederiz ki, bütün dünya bu hakikatlere dilbeste olsun. Herkes benim Allah’ımın adını ansın; benim Efendim’in (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) nam-ı celîlini yâd etsin.

Yenilenme

Mebdede elde edilen kazanımları; kıymet-i harbiyeleriyle, derinlik, revnaktarlık ve cazibedar buudlarıyla koruyabilme, onları ilk defa elde etmekten daha zordur.

Her fert ve toplum için mukadder gibi görünen bu durum karşısında yapılması gereken, insanın sürekli yenilenme ceht ve gayreti içinde olması, bu şuurla hayatını örgülemesidir. Zira sizin gözünüz ve gönlünüz bir dönem, belli güzelliklere açılmış olabilir ve siz o güzellikleri samimi ve yürekten bir şekilde bağrınıza basmış
olabilirsiniz. Fakat daha sonra o güzellikleri soldurmadan, öldürmeden, ruh ve düşünce dünyanızda partallaştırmadan bütün parlaklığıyla muhafaza edebilmeniz çok ciddi bir ceht ve gayrete vâbestedir. Bu durumu şöyle bir misalle de izah edebiliriz: Bir insan halata tutunarak, ayağına kancalar takarak, ellerine eldiven giyerek ve benzeri yollarla uğraşıp çabalayarak bir yolunu bulup zirveye tırmanabilir. Fakat daha sonra, tırmandığı bu zirvede tutunabilmesi, mevcudiyetini orada devam ettirebilmesi, o zirvenin şartlarına, atmosferine ayak uydurabilmesi ve aynı zamanda o mekânı kendileştirmesi, kendisine benzetmesi zirveye tırmanmaktan daha zor bir iştir. Bunun için asıl mesele zirvede durabilmek, kazanımları kaybetmemek bir yana belki onları katlayarak devam ettirebilmektir. Bu da ancak sürekli bir yenilenme ceht ve gayretiyle mümkündür.

6 Temmuz 2016 Çarşamba

Hazreti İkrime

Kim bilir İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) cehlin babası dediğimiz Ebû Cehil’in kapısının tokmağına kaç defa dokunmuş ve bütün olumsuzluklara rağmen kaç defa mesajını ona sunmuştur. Çünkü Ebû Cehil, Benî Mahzum’un önde gelenlerinden birisiydi. O, İslamiyet’e girdiği takdirde bütün kabilesi onun arkasından gelebilirdi. Bunun için Allah Resûlü (aleyhi ekmelü’ttehâyâ) ona da diğer müşriklere de, mefkûresi uğruna hiçbir zaman kırılmamış, gönül koymamış ve her fırsatı değerlendirerek sürekli onların kapılarının eşiklerini aşındırmıştı. Evet, yıldızların ayaklarının altında kaldırım taşı gibi serileceği Âlemlerin Sultanı, İki Cihan Serveri, gelmiş gitmiş ve sürekli onlara mesajını sunmuştu. İman, Ebû Cehil’e nasip olmasa da Efendiler Efendisi’nin (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) o inceliği, şefkat ve re’feti oğlu İkrime’ye tesir etmiş ve o, bir gün gelip iman etmişti. Sonra da fevt ettiği, vaktine kavuşup da eda edemediği o civanmertliğin kazasını yapmak istemişti. Âdeta geçmişte bıraktığı bütün kirlerin zail olması için gayret göstermiş, belki de elli yerinden yara aldığı Yermük savaşında şehit olmuştu. Ben hayret ediyorum, bir insan iki üç senede nasıl böyle bir evc-i kemalat-ı insaniyeye çıkabilir? Bildiğiniz üzere Hazreti İkrime’yi şehit olmadan evvel çadırına getirip yatırıyorlar. Hidayetine vesile olan, onu tutup Resûl-i Ekrem Efendimiz’e teslim eden hanımı da başında bekliyor. Hazreti İkrime bir aralık doğruluyor, başını kaldırıyor ve: “Sen mi geldin Ya Resûlallah? Vazifemi yaptım mı?” diyor. Çünkü o, kılıcıyla gelip Peygamber Efendimiz’e (sallal âhu aleyhi ve sellem) teslim olduğunda, sahip olduğu kılıcın hakkını vereceğine dair O’na söz vermişti.

Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi?

Yürüdükleri yolun derinlemesine felsefesini bilmeyen o insanlara “yürü” denildiğinde hiç diriğ etmeden yüreklerindeki teslimiyet duygusuna sarılarak yürümüşlerdi. Allah onları sevk ediyor ve onlar da mübarek bir insiyak içinde gidiyorlardı. Ben, gidenler arasından şikâyet edip de geriye dönene rastlamadım. Böyle bir şey vuku bulduysa bile ben bilmiyorum. Ülkemizin en prestijli üniversitelerinden mezun olmuş, diplomasını eline almış, çiçeği burnunda binlerce genç, anne-babasının ve çevresindeki insanların beklentilerine rağmen sadece
“ülkem, ülküm, mefkurem..” deyip, 

“Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi,
Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi;
Girdik reh-i sevdaya cünûnuz…
Bize namus lâzım değil ey dil ki bu iş şâne düşer mi!..” 

anlayışıyla seve seve yol ara dökülmüşlerdi.

İhsan ve ikram

İnsan bazen kendisine bahşedilen ihsan ve ikramları seslendirirken, kendisi işin içinde bulunduğundan dolayı, kendini ifade etme, kendini seslendirme gibi bir arzuya da kapılabilir. Bu mevzuyla alâkalı hiç unutamadığım bir hâdiseyi daha önce size anlatmıştım. Şöyle ki, bir müessesenin açılışında konuşma yapan bir zat, yapılan faaliyetleri anlatırken şu mealde bir şey demişti: “Bugüne kadar çalışıp gayret ederek bizdeniz bu okulu yaptık.” Ben, bu garip, tuhaf ve yanlış ifadeyi hiç unutamadım. Keşke unutabilseydim. Çünkü o sözü hatırlayınca sözün sahibini de hatırlıyorum. Rabbim taksiratımı affetsin!
Hâlbuki inanan bir insanın düşüncesinde, ne “bendeniz”, ne sizdeniz” ne de “bizdeniz” olamaz. Biz hepimiz, bırakın denizi birer damladan ibaretiz, birer “bende”yiz. Dolayısıyla bir mü’min konuşurken, “Bakın, bu işin içinde biz de varız!” mânâsını ihsas edecek bir konuşmaya girmemelidir. Hatta konuşmaktan da öte, asıl insanın içinde, kalbinin derinliklerinde kendini anlatma ve kendini ifade etme gibi bir derdinin olmaması gerekir. Yoksa söz ve lafız çok güzel olsa da, içteki arzu ve temayül bazen mimiklere akseder. Çehreyi iyi okuyan, fizyonomiden mânâ çıkaran erbab-ı firaset de meselenin esrar-ı derununu keşfeder. Evet, ehl-i firaset, kendini anlatma derdine düşmüş kişinin yüzünün mimiklerinden, ağzının hareketinden, gözünün irisinden, sesinin dalga dalga yükselişinden onun iç dünyasını okuyabilir. Elbette ki, melekler de dışa yansıyan onun bu hâlini anlarlar. Allah zaten muhit ilmiyle her şeyi bilir. Dolayısıyla böyle bir tavır ve düşünce önce Allah’a, sonra meleklere, sonra da erbab-ı firasete karşı işlenmiş bir ayıp olur. Hâlbuki biz biliyoruz ki, başarı ve muvaffakiyetleri ihsan eden Allah’tır.