Bozyaka
Onun arsası merhum Nefi Bey’e aitti. O zat adından da nafi (faydalı) çok güzel, çok kıymetli bir insandı. Enteresandır, Nefi Bey çoluk çocuğunu ahlâkî dejenerasyondan, çağın mesavi ve kötülüklerinden muhafaza düşüncesiyle o dönem için İzmir dışı sayılabilecek Bozyaka’da bir arsa alıp orada iki katlı yazlık bir ev yaptırmış. Ben o evi görmüştüm, ahşap, temiz bir evdi.
Bozyaka yurdu işte o evin arsası üzerine yapıldı. Şimdi geriye doğru gittiğinizde, tâ işin mebdeinde temiz nezih bir insanın salâbet-i diniye ve gayret-i diniye ile bir hazire oluşturmasına şahit olur ve o işin temelinde böyle bir safvet ve samimiyetin yer aldığını müşâhede edersiniz.
Nefi Bey’le bir ara altlı-üstlü oturduk. 65-70 yaşlarındaydı. İşte o dönemlerde bazen sabahları gelir okunan derse iştirak ederdi. Diyebilirim ki, onun dersteki heyecan ve helecanını bu işe yirmi sene, otuz senesini vermiş
insanların birçoğunda dahi görmedim. Hiç unutmam, sofranın başında risale okunurken bayılasıya ağlar, öyle bir iştiyak ve kalb rikkati içinde okunanları dinlerdi.
Aynı zamanda Nefi Bey kalemi olan, ne dediğini, ne diyeceğini, nerede, nasıl davranılması gerektiğini bilen bir insandı. Dine hizmet yolunda karınca kararınca çalışıp çabalayan hemen herkese arka çıkıyordu. Daha sonraki dönemlerde ise ciddi bir inanmışlık içinde bütün himmetini tek bir noktaya teksif edip, kayd-ı hayat şartıyla İzmir’in göbeğinde, Karşıyaka’da ve belki daha başka yerlerde bulunan bütün mamelekini eğitim hizmetlerine adadı.
İşte Bozyaka Yurdunun temelinde, bir yönüyle gecesinde yalancı bir şafağın bile çakmadığı bir dönemde o güzel insanın bu meseleye inanarak “Ben bu arsayı verdim.” deyip civanmertlik ortaya koyması vardır. Sonra da, üç-beş insanın hiç imkânları olmadığı halde, ellerindekini-avuçlarındakini ortaya koyup o binayı yapma gayretleri söz konusudur. O yıllarda bir araya gelip bu tarz bir yola başvurma bilinen bir husus değildi. Belki hayata yeni yeni taşınan bir dinamikti. Fakat ben o gün hayretler içinde kalmıştım. Çünkü o zamanın parasıyla yurdun inşası için tam üç yüz bin lira para taahhütte bulunulmuştu. Ayrıca birisi kalkıp “Binanın kalorifer tesisatını ben üzerime alıyorum”, demiş, bir başkası da daha farklı bir ihtiyacı karşılayacağını ifade etmişti. Derken 12 Mart muhtırası verildi. Hukukun askıya alındığı o süre zarfında içeriye alınanlar olmuştu. Fakat Allah’ın inayetiyle dalgalar duruldu, hâdiseler gelip geçti ve Rabbim yeniden milletimiz için hizmet etme imkânı verdi. İşte yeniden bir şeyler yapma imkânı doğunca bugün bazıları itibariyle Hakk’a yürüyen o günün fedâkar kahramanları; Yusuf Pekmezci’ler, Zeki Bey’ler, Mustafa Ok’lar, Naci Bey’ler, –belki kıtmir de vardı aralarında– hemen herkes eline kazma, küreği alıp temel kazdı, bir amele gibi o binanın inşasında çalıştı.
Şimdi meseleyi geçmişiyle değerlendirip bugüne getirdiğiniz zaman görülüyor ki o mekâna bahşedilen fâikiyet ve ulviyet; altı boş, birdenbire, tepeden inme bir hususiyet değil; öncesinde mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın inayetine sunulmuş bir niyet, azim ve gayret var.
Altunizade
İstanbul/Altunizade’nin tarihçesine baktığınız zaman da benzer hususları müşâhede edebilirsiniz. Malum o binanın yanında bir cami vardır. İşte kaç asır önce samimi ve yürekli bir gönül o caminin arsasını vakfedip oraya cami yaptırmış ve o caminin çevresinde de Hakk’a hizmet duygu ve düşüncesinin soluklandığı müesseselerin olmasını istemiş. Aradan asırlar geçmiş ve fedakârlık duygularıyla dopdolu merhum Hacı Kemal’in gayretleriyle o arsa alınmış .
Altunizade’nin inşasında da esnafıyla-öğretmeniyle insanlar ellerinde kazma-kürek bir amele gibi çalışmış, gayrette bulunmuşlar. Merhum Hacı Kemal’in kendisi de bir amele gibi çalışıp çabalamıştı. Ve o insanların hiçbiri maddî herhangi bir beklenti ve karşılık mülâhazasıyla bu işlere teşebbüs etmedikleri gibi yapılan bu hizmetlerin gün gelip bu noktaya varacağını da hiç düşünmemişlerdi. Kanaatimce bu nokta çok önemlidir. Çünkü maddî beklenti olmasa da, gelecek adına vaat ettiği neticelere bağlı olarak meseleyi götürmek ihlâsı zedeleyen bir husustur. Elbette ki, himmetler âli tutulup o gaye-i hayal istikametinde koşturup durmalı, fakat
“şöyle olacak-böyle olacak, şöyle semere alınacak-böyle semere alınacak” diye bir mülâhaza aklınızdan dahi geçse hiç bilmeden, farkına varmadan o işi sulandırmış, safvetini bozmuşsunuz demektir.
İşte o mekânların doğurganlık ve verimliliği, meselenin bugününü bilmeden yarınına kapalı, öbür gününe ise bütün bütün kapalı bulunan, sadece Allah yolu deyip mânevî insiyaklar içinde sevk edilen o insanların hareketlerine Cenâb-ı Hakk’ın özel bir teveccühüdür ve dolayısıyla o yerler hep velûd ve bereketli olmuştur. Ülke dışına ilk açılımlar araba ve daha değişik vasıtalarla işte o mekânlarda başlamıştır. O ilk açılımın, ilk teşebbüsün apayrı bir kıymeti vardır. Çünkü merkezdeki küçük bir açı muhit hattında geniş bir sahaya tekabül eder. Diyelim ki siz dar alanlı bir açılma işine teşebbüs eder, mesela bir gün kalkıp Şam’a gidersiniz. Daha sonra kendi kendinize; “Yahu! Nasıl olsa Şam’a geldik. Burası bir yönüyle izafî Kuzey Afrika oluyor. Afrika’nın göbeğine gitsek ne olur ki!” dersiniz. Yani o ilk teşebbüsün bir fikir verme, bir çekirdek teşkil etme bakımından apayrı bir değeri söz konusudur. İşte günümüzde insanımızın yeryüzü çapında gerçekleştirdiği bu güzel gayretlerin nüve ve çekirdekleri bir yönüyle ilk defa o mekânlarda toprağın bağrına atılmış, çile ve ızdırabı çekilmiştir.
Hâsılı, zılliyet planında velûdiyet ve berekete mazhar oldukları anlaşılan o mekânların bu hususiyetini liyakattan tecrit ederek tepeden inme bahşedilmiş bir faikiyet şeklinde ele almaktan ziyade, bu durumu bizim irade, cehd ve gayretimize Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve ihsanı şeklinde değerlendirip bu mevzuda iradenin hakkı verilmeli; verilmeli ve lütf-u ilâhînin kendine has enginlik ve derinlikleriyle nüzulünün şart-ı âdi planında dahi olsa o iradeye göre geldiği asla nazardan dûr edilmemelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder