30 Haziran 2016 Perşembe

Baş-ayak aynı yerde

Kul, tevazu, mahviyet ve hacâlet içinde başını yere koyduğunda ve hatta mümkün olsa başını topraktan daha aşağı götürme azmiyle secdeye kapandığında Allah’a kurbet hâsıl olur. Bir yerde secdenin bu hâli şu sözlerle ifade edilmişti:

“Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade,

İşte, insanı yakınlığa taşıyan cadde..!”

Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, mescit, kendi gurbetlerinden sıyrılıp Allah’a yakınlık peşinde koşanların ve bu kurbeti, iksir gibi bilenlerin sık sık koşup boşaldıkları, deşarj oldukları, belki diğer bir mânâda şarj oldukları mübarek mekânın adıdır.

29 Haziran 2016 Çarşamba

Alvar İmamı - Salih Efendi

Alvar İmamı ötelere göçtüğünde henüz on altı yaş civarındaydım. Bu sebeple onu ve onun ağzından dökülen mânâ derinlikli sözleri idrak ettiğimi söyleyemem. Fakat onun oturuşunda, kalkışında, hâl ve hareketinde öyle bir tesir vardı ki, en beliğ sözlerden daha müessirdi. Doksana merdiven dayamış olmasına rağmen sekiz saat dizleri üzerinde otururdu. Ayakları uyuşmaz mıydı bilemiyorum. Üstelik prostatı da vardı. Buna rağmen o, hiç tavrını değiştirmezdi. Hiçbir şey söylemese sadece bir kere yanınızda
“Allah!” dese yüreğinizi ağzınıza getirmeye yeterdi. Bazen elektrik verilmiş gibi birdenbire titrerdi. İşte onun bu derûni, ciddi ve vakûr hâli, tavır ve davranışları, bakışları ve yüz çizgileri sizin ruhunuza aksederdi.
Hâl ve tavrıyla, oturuş ve kalkışıyla insana tesir eden insanlardan birisi de Salih Efendi’ydi. Ben onun dudağının geriye gittiğini hiç görmedim. Onu tanıdığım dönemde, çocuklarının en küçüğü yaşındaydım. Fakat buna rağmen ziyarete geldiğinde ben onu bir kanepeye oturtamazdım. Hep dizleri üzerinde otururdu. İşte bu ölçüde bir temkin ve teyakkuz insanıydı. Zannediyorum, siz böyle bir insanı alıp Allah’ın huzuruna götürseniz, doğrudan doğruya, bîkem u keyf Cenâb-ı Hakk’ın kelamını işitse, doğrudan doğruya O’ndan emirler alsa yine de o insan diyecektir ki: “Ya Rabbi! Acaba bunlar nefsimden kaynaklanan şeyler midir? Eğer öyleyse bunlardan Sana sığınırım. Sen büyüksün. Benim gibi günahkâr, asi, küçük bir kul böyle bir iltifata layık olamaz. O zaman bu hâl nedir Allah’ım?”
İşte bu anlayıştaki bir insan, temkine alıştığından dolayı, hep temkin soluklar, temkinle hareket eder, temkinle oturur kalkar ve hiçbir zaman tavrını değiştirmez. Dolayısıyla böyle bir insandan hiçbir zaman şathiyat da sadır olmaz.

28 Haziran 2016 Salı

Küsme

Her ne kadar şimdiye dek hakikî ve mecazî diye bir tabir ve tasnifle meselenin üzerinde durulmamış olsa da, şahsın niyet ve maksadına göre biz küsmeyi böyle bir tasnif içinde ele alabiliriz. Buna göre, hakikî mânâda küsme mezmum bir hâl olsa da, mecazî mânâda küsme yer yer başvurulabilecek stratejik bir yol, stratejik bir hamledir. Meselâ bir insanın kendi evlatlarına karşı “Senden böyle bir şey beklemiyordum!” diyerek muvakkaten bir tavır alması mecazî bir küsmedir. Asr-ı Saadet’te yaşanan Îlâ Hâdisesi’ne de bu nazarla bakabilirsiniz. Bu noktada daha önce mükerreren arz ettiğim bir hatıramı müsaadenizle bir kez daha hatırlatmak istiyorum. İlkokul öğretmenim bir kere bir hâdiseden dolayı kulağımdan tutup, “Sen de mi?” demişti. Zannediyorum bana otuz tane değnek vursaydı bu kadar müessir olmazdı. Çünkü onun bu sözünde hem takdir, hem bir alâkayı hatırlatma, hem de benim o alâkayı kopardığıma/koparacağıma dair bir tembih vardı. Muallimimin bu davranışı, belki bir tavır almaydı ama onun bu tavrı, olumsuz bir yolda olduğumu hatırlatıp benim o yoldan dönmemi sağlayacaktı. İşte mecazî küsmeden kastımız budur. Yani ikaz edilecek şahsa karşı ölçülü bir tavır ve mesafeli bir duruş sergilemenin olumlu ve pozitif bir hedefe varma istikametinde bir metot olarak kullanılmasıdır.

Canımı cânan eğer isterse

Canın cânana koşması gibi, Allah’ın sizi beklemesine cevap olarak siz de O’na tertemiz bir gönülle gitmelisiniz.

Fuzuli ne hoş söyler:

“Canımı cânan eğer isterse minnet cânıma

Can nedir kim, ânı kurban etmeyem cânânıma…”

Bence, “Sen hep böyle arınmış olarak yaşadın, gel artık!” davetine saf, duru ve tertemiz bir hâlde gitmek lazım. Rabbim, hepimize ötelere yürürken, böyle bir ufuk, böyle bir anlayış nasip eylesin. Âmin!

Harun Reşid’in zevcesi Zübeyde Hanım

Harun Reşid’in zevcesi Zübeyde Hanım önemli hizmetler yapmış büyük bir kadındır. Bir dönem hacılar Arafat ve Müzdelife’ye giderken suları Mekke’den sırtlarına alıp öyle gidiyorlarmış. O
anamız o günün şartlarında Mekke’den Mina, Müzdelife ve Arafat’a kadar su yolları ve çeşmeler yaptırarak çok önemli bir hayra vesile olmuştur. Milyonlarca insanın o sudan içmesine ve abdest almasına imkân hazırlamıştır.

Elbette Cenâb-ı Hak böyle önemli bir hizmeti boşa çıkarmaz. Ben altmış sekizde hacca gittiğimde o büyük kadının yaptırdığı bu çeşmeleri görmüştüm. Osmanlılar bu su yolunu takviye ederek onu çok uzun bir dönem koruma altına almışlardır.
İşte bu kadar büyük bir hizmet yapan anamızı rüyada görünce, kendisine; “Cenâb-ı Hak sana nasıl muamele yaptı?” diye soruyorlar. O da şöyle cevap veriyor: “Ben şöyle şöyle ameller yapmıştım. Fakat benim kurtulmama vesile olan amelim şu oldu. Bir gün ezan-ı Muhammedî minarelerde çınlayınca, o esnada ‘Ezanı dinleyelim deyip yanımdakileri susturdum. İşte öbür âleme gittiğimde bana, ‘Allah bundan dolayı seni bağışladı’ dediler.”
Evet, bu dünyada bize çok küçük ve basit gibi gelen bir meselenin Cenâb-ı Hak katında nasıl bir kıymeti olduğunu biz bilemiyoruz. Al ah’ın (celle celâluhu) hangi amelle bizden hoşnut olacağını, hangi amelle rıdvanıyla serfiraz kılacağını, hangi vesileyle Cennetiyle bizi sevindireceğini bilemeyiz. Bu açıdan büyük-küçük demeden O’nun emrettiği her şeyi yerine getirmeye çalışmalıyız

Sevr mağarasında

Hicret esnasında, Sevr mağarasında Hz. Ebû Bekir Efendimiz için anlatılan bir menkıbe vardır. Bu menkıbeye göre, Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) ve Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) Sevr mağarasına ulaştıklarında, önce, Hz. Ebû Bekir, zararlı hayvan olup olmadığını araştırmak ve içerisini temizlemek için mağaraya girer; girer ve akrep, yılan ve benzeri hayvanların zarar vermesine engel olmak için, yırttığı cübbenin parçalarıyla oradaki delikleri tıkar. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mağaraya girer ve bir müddet istirahate çekilir. Ne var ki, Hz. Ebû Bekir’in delikleri kapamada kullandığı bez, son deliği kapatmaya yetmemiştir. Bunun üzerine o, o son deliği de ayak topuğu ile kapatır. İşte bu sırada bir yılan gelir ve Hz. Ebû Bekir’in ayak topuğunu ısırır.
Sahih kaynaklarda aslı olmayan bu meselenin faslının bize ifade ettiği bazı hakikatler vardır. Bunlardan birisi Hz.
Ebû Bekir Efendimizin sadakatidir. Zira hakikaten bir yılanın saldırma tehlikesi bulunsaydı, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), ne yapar eder, her türlü tehlike ve meşakkati göze alır, İki Cihan Serveri’ne zarar gelmesin düşüncesiyle yılanın ağzına ayağını basardı. Bu yönüyle burada Hz. Sıddık’ın sadakati vurgulanmaktadır.Menkıbeden çıkarabileceğimiz ikinci bir mânâ ve mesaj ise şudur: Mü’min bulunduğu atmosferde Allah’la irtibatına, dinî ve mânevî hayatına zarar verebilecek her türlü tehlikeye karşı bütün menfezleri kapamalıdır. Buna muhtemel tehlike menfezleri de dahildir. Mü’min, icabında kendi varlığıyla o deliği tıkamalı ve Allah’a şöyle yalvarmalıdır: “Allah’ım! Ben bu noktada dünyevî hayatım itibarıyla her şeyimi kaybedebilirim ama ne olur ya Rabbi, Seninle irtibatıma, kulluk şuuruma zarar verebilecek her türlü tehlikeden beni koru, muhafaza buyur; buyur da ruhumun âbidesi daima dimdik dursun, eğilecekse sadece ve sadece Senin karşında eğilsin.

21 Haziran 2016 Salı

Eşler arasındaki münasebet

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gece ibadeti için yatağından ayrılırken, Hz. Âişe’den müsaade istediğini görüyoruz. Evet, O, gece ibadeti için dahi yatağından ayrılırken;  “Yâ Âişe! Müsaade eder misin, bu gece Rabbime ibadet edeyim.”  buyuruyordu. Bunun üzerine Hz. Âişe Validemiz:
“Seninle olmayı severim, fakat senin hoşuna gidecek olan her şeyi de severim.”  cevabını veriyor. (İbn Hibbân, Sahih, 2/386) Bu ne hakperestliktir Allah aşkına! Çünkü o esnada, mübarek zevcelerinin hakkı söz konusu; o vakit orada onunla beraber bulunması gerekiyor. Ancak diğer taraftan da Rabbine ibadet etme adına öylesine derin bir aşk u iştiyakı var. Görüldüğü üzere Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) eşinden müsaade istemek suretiyle bu çelişkiyi aşıyor.

İşte eşler arasındaki münasebet adına böyle bir incelik, zarafet ve nezaket çok önemlidir. Hanımefendiye karşı bu ölçüde bir bağlılık izhar etme meselesi… Aslında bizim toplumumuz böyleydi. Müsaade ederseniz dar çerçevede ailem içinde gördüğüm bazı şeyleri anlatmak istiyorum. Onlar belli ölçüde bozulmuş, dejenere olmuş bir toplumun kalıntısı olmasına rağmen, Osmanlı’dan bulaşan şeyleri hâlâ yaşayan bir aileydi. Rahmetlik dedem öyle sert bir adamdı ki, evden çıkıp camiye giderken geçtiği sokakta toparlanmadık adam kalmazdı. Şamil Ağa geliyor diye ağızları yüreklerine gelirdi. Munise ninem ise tamamen farklı fıtratta bir insandı. Bir kere yanında Allah dediğinizde yirmi dört saat ağlayan, yumuşak kalbli bir kadındı. Ben on bir, on iki yaşına girene kadar onlar hayattaydı. İşte o sert ve heybetli adamın bir gün bile eşine kaşlarını çatıp baktığına şahit olmadım.
O yumuşak kalbli, gözü yaşlı ağlayan kadın, ahir ömründe mefluç bir hâlde yatağa düşmüştü. Annem her gün başında ona teyemmüm aldırıp namaz kıldırırdı. Annem demişti ki: “Vefatından önceki son cuma gecesi, benden abdest aldırmamı istedi. Ben de aldırdım. Ondan sonra da bir kahkaha attı ve şöyle dedi:

Dünyadan murad almamışız. İkimizin cenazesi de bu gece evde kalacak.’ Aslında Şamil dedenin hiçbir şeyi yoktu. Buna rağmen ninen vefat edip bir tüy gibi yastığa düştüğü esnada, ben onun gözlerini kapatırken, öbür odadan da dedenin feryadı koptu ve o da vefat etti.” İşte onların aralarında böyle bir bağlılık söz konusuydu.

Rahmetlik pederim 1974’te vefat etmişti. Ben o zaman otuz beş, otuz altı yaşındaydım. Rahmetlik pederimin de, hayatım boyunca sadece bir kere anneme kaşlarını çattığını hatırlıyorum. Ancak o esnada büyük annem hemen araya girdi ve  “Ramiz! Eğer ona bir şey yaparsan sana sütümü, emeğimi haram ederim.”  dedi. İşte, bozulmuş Osmanlı’dan kalma aile yapımız hâlâ böyleydi.

Bir başka misal de büyük amcamdan vermek istiyorum. Eşiyle nasıl bir hayatları vardı, çok bilemiyorum. Ancak eşi vefat ettikten sonra her hafta Erzurum’dan arabaya binip köye onun mezarını ziyarete gelir, mezarın başında da yarım saat ağlardı. Sonra tekrar arabaya binip Erzurum’a geri dönerdi. Hatta bir gün ablam bana gelip: “Şu amcana bir nasihat etsen. Ölmüş bir insanın arkasından bu kadar ağlaması doğru mu?” diye ricada bulunmuştu.
Benim dar dairede bildiğim belki bütün aileler böyleydi. Evet, bizim, bozulmuş, şöyle böyle deformasyona maruz kalmış aile yapımız bile böyleydi.

Harap iller

Aslında bizde çözülme Tanzimat’tan çok daha erken bir dönemde başlamıştı. Tanzimat, işin artık dışa vurduğu dönemin adıdır. Meseleyi sadece Mustafa Reşit’e bağlamak, on dokuzuncu asrın ilk yıllarıyla irtibatlandırmak yanlıştır. Belki o mesele, Yeniçeri’nin başkaldırdığı, saray baskınlarının, o baskınlarla hükümdar indirip hünkâr çıkarma gayretlerinin olduğu dönemlere; Genç Osman ve 4.
Murad dönemlerine kadar uzanır. Ta o zamandan itibaren fitne, ihtilaf ve iftiraklar bizi içten içe kemiriyor ve karbonlaştırıyordu. Bu sebeple denilebilir ki, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği yıll arda, bizim zaten kendimize ait devlet ve idare felsefemiz, adalet ve hakkaniyet telakkimiz yerle bir olmuştu. Merhum Mehmet Âkif’in şu enfes ifadeleri sanki o dönemi tasvir etmektedir:
“Harap iller; serilmiş hanümanlar; başsız ümmetler;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
Emek mahrumu günler fikr-i ferda bilmez akşamlar,
Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.”

Sonraki yıl arda ise yara daha bir derinleşti, acılar daha bir arttı

20 Haziran 2016 Pazartesi

Hazreti Cüleybib

Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ile Hazreti Cüleybib (radıyal âhu anh) arasında geçen hâdise çoğumuzun malumudur. Hazreti Cüleybib, o esnada, garize-i beşeriyenin feveranda olduğu bir dönem olan 16-17 yaşlarında bulunuyordu. Eğitimciler, genelde bu çağdaki talebelerin zapturapt altına alınamadıklarından, onların kontrolsüz ve disiplinsiz hareket içinde bulunduklarından şikâyet ederler. Bazı uysal fıtratlar, anne-babalarını takip edip doğru bir çizgide yürüseler de bozuk bir ortamda neş’et etmiş kimi gençler, ahlakî değerlere zıt tavır ve davranışlar içine girebilir. Hicap ederek söylüyorum, bu riskli dönemde sigara, alkol, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklara yakalananlar, daha değişik günahları irtikâp edenler olabilir. Bu durumda evvela ellerinden tutulup aklen, kalben ve hissen istikballeri adına onların ikna edilmesi gerekir. İşte Hazreti Ruhu Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselâm) da Cüleybib’i çekip yanına alıyor, mübarek dizlerini dizlerine vererek tam karşısına oturtuyor ve ona şöyle diyor:  “Cüleybib! Duydum ki kadınlara uygunsuz davranışlarda bulunuyormuşsun. Şimdi bana söyle, aynı şeyin senin annene yapılmasını ister misin?”  Cüleybib:  “Hayır, yâ Resûlallah istemem!”  diyor. Bunun üzerine İnsanlığın İftihar Tablosu;   “Unutma, senin sarkıntılık yaptığın da birisinin annesidir!”  buyuruyor. Daha sonra Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), aynı soruyu kız kardeşi,
halası ve teyzesi için de soruyor ve aynı cevabı alıyor. Neticede Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) Cüleybib’in akıl ve mantığına hitap edip onu ikna ediyor. Hele bu sözlerin bir Peygamber sözü olduğu düşünülürse, zannederim Hazreti Cüleybib için ne kadar müessir olduğu daha iyi anlaşılır. Nihayet Hazreti Cüleybib’in içinde hiçbir tereddüt kalmıyor. Daha sonra Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek elini onun göğsüne koyuyor ve onun için dua ediyor. Sahabe-i kiram efendilerimiz diyor ki:  “Cüleybib o andan itibaren Medine’nin en iffetli gençlerinden biri olmuştu.”  (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/420) Hazreti Cüleybib, daha sonra katıldığı bir savaşta şehit oluyor. Herkes kendi şehidini arıyor. Allah Resûlu (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanındakilere: “Hiç kaybınız var mı?”  diye soruyor.  “Hayır”  cevabını alınca:  “Ama ben Cüleybib’i kaybettim!”  buyuruyor. Ashab-ı kiram onu bulduklarında öldürmüş olduğu yedi kişinin yanında şehit edilmiş olduğunu görüyorlar. Resûl-i Ekrem Efendimiz gidip onun başucunda duruyor, Cüleybib’i kolları arasına alıyor ve:  “Bu bendendir, Ben de ondanım.”  buyuruyor. (Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 131) Siyerden naklettiğimiz bu tablo, bir mürşidin bu türlü durumlarda nasıl davranması gerektiğine dair çarpıcı bir örnektir. Görüldüğü üzere o zat yanlış bir adım atma durumundayken akla-mantığa hitap eden bir nasihatle hemen ondan vazgeçmiş, gerisin geriye dönmüş ve hakka teslim olmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak bir hamlede onu evc-i kemalat-ı insaniyeye çıkarmış ve o hâliyle huzuruna almıştır. Dolayısıyla tökezleme, düşme, sürçme vetiresinde bulunan bir insana yapılması gereken öncelikle budur.

Efendimiz

Henüz yedi – sekiz yaşlarındayken bir gün babam: “Şayet Perşembe günü bin İhlâs-ı Şerif okursan Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) rüyanda görürsün.” demişti. Ben hangi mülâhazayla, hangi duygularla öyle hareket ettiğimi bilemeyeceğim ama Efendimiz’in (sallall âhu aleyhi ve sellem) nur cemâlini görebilmek için sabaha kadar bin İhlâs’ı okuduğumu hatırlıyorum. O gün olmadıysa bir sonraki gün, o gün de olmadıysa bir gün daha, İhlâs Suresi’ni okumaya devam ettim. Şimdi, O’nu (sallal lâhu aleyhi ve sellem) kendi enginlikleriyle tanımadıkları,âsârını tam takdir edemedikleri ve çok bozuk bir muhitte neş’et ettikleri halde, eğer bir kısım insanların içinde hâlâ böyle bir heyecan varsa bunun sebebi, O’nun saltanatının günümüze kadar uzanması ve temâdî etmesinden başka ne olabilir ki! Evet, All ah (celle celâluhu), hiçbir beşere nasip olmayacak, hiçbir beşerle kıyaslanmayacak ölçüde O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmet-i Muhammed’e sevdirmiş, kalblerin sevgilisi, gönüllerin sultanı kılmıştır.

15 Haziran 2016 Çarşamba

Ey dîde nedir uyku

Tabakât kitaplarına baktığınızda, Allah dostlarının hemen hemen bütününün, gecelerini kıyamla ihya ettiklerine şahit olursunuz. O nurlu zaman diliminin bu ehemmiyetinden dolayıdır ki, hakkında pek çok güzel söz söylenmiştir. Fakat Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin şu beyitleri onların en güzellerinden biri olsa gerek:

“Ey dîde nedir uyku gel uyan gecelerde
Kevkeblerin et seyrini seyrân gecelerde
Bak, hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyret
Bul Sâni ni ol O’na hayran gecelerde
Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gâfil
Ko gafleti, Dildârdan utan gecelerde
Gafletle uyumak ne revâ abd-i hakîre
Şefkatle nidâ eyleye Rahmân gecelerde
Cümle geceyi uyuma Kayyûm’u seversen
Tâ hay olasın Hayy ile ey cân gecelerde
Âşıklar uyumaz gece hem sen uyuma kim
Gönlün gözüne görüne Cânân gecelerde
Dil beyt-i Hudâdır onu pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyler o Sultân gecelerde
Az ye az uyu hayrete var fânî ol ondan
Bul cân-ı bekâ, ol O’na mihmân gecelerde
Al ah için ol halka mukârin gece gündüz
Ey Hakkı, nihân-ı aşk oduna yan gecelerde.”

Şefkat

Bakmaz mısınız İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hayatına! O Şefkat Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) söyleyeceklerini hep umuma söylemiş, kimseyi doğrudan doğruya itap etmemiştir. Yanında bir insan horlanıp hakir görüldüğünde ise hemen onu müdafaaya koyulmuştur. Meselâ, bir gün yeni Müslüman olan bir zat, Peygamber Efendimiz’e gelerek O’ndan yardım istemişti. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o adama istediklerini vermişti. Fakat o, bununla yetinmeyerek hoşnutsuzluğunu izhar etmişti. Bunun üzerine sahabî efendilerimizden bazıları bu saygısızlığı cezalandırmak üzere harekete geçmiş, o şahsın üzerine yürümüşlerdi. Fakat âlemlere rahmet olarak gönderilen O Yüce Nebi, onlara mâni olmuş ve başka şeyler de vererek o adamı memnun etmişti.Sonra da ashaba dönüp onlara şöyle bir misal vermişti: “Birisi devesini kaçırır ve insanlar o deveyi yakalamak için koşarlar. Fakat esirmiş deve iyice küstahlaşır ve var gücüyle kaçar. Devenin sahibi elinde bir tutam otla gelir ve:
‘Benimle devem arasına girmeyin!’ der. Sonra da yavaşça devenin yanına yaklaşır, zimamını boynuna takar ve çekip götürür.” Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu misali verdikten sonra ashabına dönmüş ve:  “Eğer o adamı bana bırakmasaydınız siz de onu iyice uzaklaştırmış ve ateşe atmış olurdunuz. Benimle ümmetimin arasına girmeyin, ashabımı bana bırakın!”  buyurmuştur. (Kadı İyaz, Şifa-i Şerif, 1/124-125
Bu açıdan diyebiliriz ki, “disiplinli olacağız, disiplinli olup insanları hizaya getireceğiz” deyip huşunet ve hırçınlık gösterirsek onları kendimizden kaçırmış ve uzaklaştırmış oluruz. Bunun yerine, ciddiyeti elden bırakmadan, içten bir muhabbet ve engin bir şefkatle insanları kucaklamalı ve onlara kol kanat germeliyiz. Öyle ki, gözümüzün içine bakmalı ve anne-babalarından beklediklerini bizden bekler hâle gelmelidirler.

Aklî ve mantıkî

İnsan, inandığı değerleri ruhlara duyurma adına pürheyecan olmalı, dine gelebilecek bir felaket karşısında âdeta ölecek hâle gelmelidir. Fakat bütün bunlarla beraber o, her zaman, akıl ve mantığıyla o heyecan dinamizmini tadil etmesini, onu doğru yola kanalize edip en güzel şekilde ondan yararlanmasını bilmelidir.
Maksadımı bir misalle izah etmeye çalışayım: Meselâ yüksek dağların eteğinde yer alan bir beldeyi düşünün. Bu beldede, her sene, karlar eridiğinde debisi çok yüksek, önüne gelen her şeyi kütük gibi sürükleyip götürebilen bir sel tehlikesi bulunmaktadır. Şimdi burada aklî ve mantıkî olan; bir baraj yapmak, o coşkun suyu kontrol altına almak, daha sonra da kanal ar açıp onunla kurak arazileri sulamaktır. Aynen bunun gibi, bir mü’minde de mutlaka heyecan olmalı. Öyle ki, din adına olumsuz bir durum zuhur ettiğinde ızdırapla iki büklüm olmalı, kıvrım kıvrım kıvranmalı, uykuları kaçmalı ve kalkıp odasının içinde deli-dîvâne gibi dönüp duracak hâle gelmelidir. Fakat o, bu heyecanı hiçbir fayda getirmeyen bağırıp çağırmalarla israf etmemeli, boşa harcamamalıdır.

14 Haziran 2016 Salı

Evlendirme

Kaynaklarda Ömer b. Abdülaziz Hazretleri’nin gençleri evlendirme mevzuunda şöyle bir
uygulamasından bahsedilir: Devlet yetkilileri halife Ömer b. Abdülaziz Hazretleri’ne gelip bütçede fazlalık olduğunu, devlet kasasında çok fazla para bulunduğunu haber verirler. O, önce, ne kadar fakir fukara varsa, onlara o paranın dağıtılması emrini verir. Bütün fakir fukaraya para dağıtılır, öyle ki zekât verilebilecek ölçüde fakir kimse kalmaz; ancak yine de hazine dolup taşmaktadır. Bunun akabinde, Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, mevcut imkânların, on beş
yaşına giren gençlerin evlendirilmelerine yardımcı olunması için kullanılmasını emreder.
Bu mevzuyla alâkalı verilebilecek bir başka misal de, Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri’yle alâkalı anlatılan şu vakıadır: O, bir gece mübarek hanesine döndüğünde, mübarek hanımı, “Efendi, bizim kız bu gece rüştünü idrak etti.” der. Hazret, gece hiç uyumadan kalkar, ders verdiği veya müritlik münasebetiyle kendisine bağlı bulunan talebelerin medreselerini dolaşır. Gece yarısı herkes uyurken, medresede Alaeddin Attar Hazretlerinin odasının ışığının yandığını görür. İçeriye girdiğinde de onu güzel bir hâl içinde bulur. Ona, “Oğlum, benim kızım bu gece rüştünü idrak etti. Onu seninle evlendirmek istiyorum.” der. O da bu teklifi emir bilip memnuniyetle kabul eder.
Belki öyle bir sultanın kerime-i muallası için binlerce insan, kendisinin tercih edilmesini isterdi. Ancak bu mazhariyet, daha sonra silsile-i zehebin önemli halkalarından birini teşkil edecek olan Alaeddin Attar Hazretlerine nasip olur ve hakikaten o altın halkadan daha nice halkalar meydana gelir. Görüldüğü üzere, bu menkıbeye göre, Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri, mübarek kızının, kendini duyduğu, kendini bir beşer ve bir kadın olarak hissettiği andan itibaren, gözünün içine başka hayal girmesin diye hemen onu evlendirme teşebbüsünde bulunmuştur.
Bana kalsa, elimden gelse ben de bu mevzuda mevcut imkânları seferber eder, gençlere yardımcı olmaya
çalışırdım. Tabiî bunu yaparken, günümüzün genç nesillerinin izdivaç, aile, çoluk çocuk gibi mevzularda gerekli bilgi ve donanıma sahip olması için de elimden gelen gayreti sarf ederdim.

Rızık

Rızık endişesi, bir yönüyle, “bugünüm, yarınım” dedirtmek suretiyle insanın All ah’a karşı olan/olması gereken tevekkülünü sarsabilir; sarsıp onun Rabbisiyle olan münasebetine zarar verecek bir noktaya gelebilir. Böylece insan, daha bugünden, yarının, ertesi günün korkusunu yaşamaya başlar, hatta aklı-zihni yarınları bırakıp öbür günler endişesiyle dolup taşar. Bu korku ve endişeler secdede bile onu rahat bırakmaz. Öyle ki insan, Allah’a en yakın olduğu secde anında dahi, bir taraftan All ah’a dua ederken, diğer yandan da maişet derdi kafasını meşgul eder. Hani, konuyla alâkalı Ebu Hanife Hazretleri’nin bir menkıbesi anlatılır: O dönemde Hazret-i İmam-ı Hümam yaptığı içtihatlarla öyle meşhur olmuştur ki, kimin ne problemi varsa çözüm adına hemen ona müracaat etmektedir. Bir gün, eşyasını kaybeden bir şahıs, ona gelerek yitiğini nasıl bulacağını sorar. Hz. İmam onu dinledikten sonra, “Git, abdest al, iki rekât namaz kıl, sonra gel!” buyurur. O zat abdest alıp namaza durduktan sonra, kaybettiği şey her ne ise, orada hemen aklına geliverir.
İşte bu menkıbede olduğu gibi, kafanızdan silinip gitmiş bazı şeyler vardır ki, kendinizi ibadet ü taata verdiğiniz esnada şeytan uzaktan lümme-i şeytaniyenize oklar atar ve sizi onunla meşgul eder. Normal zamanlarda aklınıza gelmeyecek şeyler namazda geliverir. Aynı husus rızık düşüncesi için de geçerlidir. O da sizinle namazınızın arasına girerek, kalblerin All ah’la buluşmasına mani olabilir.

Hırsız

Bir kısım kimseler dünyanın değişik yerlerinde belli yollarla iktidara yürümüş, iktidar olmuş ve halklar üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır. Onlar bu uğurda, meşru-gayrimeşru ellerindeki her türlü imkânı kullanmış, belli yerlere gizlice nüfûz etmiş ve gelip o ülkenin imkânları üzerine konmuşlardır. İşte bu tür insanlar çevrelerine bakarken hep kendi iç dünyaları adesesinden bakar, değişik hareket ve oluşumları, faaliyet ve kıpırdanmaları kendi yaptıklarına kıyas edip öyle değerlendirir ve neticede kendi levsiyatlarını başkalarında da tahayyül edip insanlarla muamelelerini bu anlayışa göre belirlerler.
Hani bir hırsız bir dükkânın kepenklerinin önünden geçerken, onlara bakar ve o esnada “o kepengin kolay bir şekilde nasıl açılacağı, kilidinin nasıl çözüleceği, hangi yollarla içeriye girilip daha sonra içerideki o malların nasıl hızlı bir şekilde boşaltılacağı” gibi şeyleri düşünür. Yani oradan geçerken daha başta göz hırsızlığıyla, yapacağı hırsızlığın zeminini hazırlar, onun kurgusuyla meşgul olur. Fakat o dükkânın sahibi de dükkânının önünden geçerken gözleri kendi kepenginin üzerinde, muhtemel bir hırsızlığa karşı oradaki kilidin yeterince güvenli olup olmadığını düşünür.
Bu durumu gören ve o şahsın dükkân sahibi olduğunu bilmeyen hırsızlar ise, onu kendilerine kıyas edip “bu da bizden” derler.
İşte bu misalde olduğu gibi, birileri kırk haramiler gibi milletin mukadderatı üzerine oturmuş, belli yerlere sızmış, nüfûz etmiş ve oraları ele geçirerek kendi aralarında paylaşmışlarsa, gayet masum düşüncelerle ve insanî faziletlerin i’lası istikametinde koşturup duran insanları da aynı şekilde değerlendirir, onlara da aynı gözle bakarlar.

13 Haziran 2016 Pazartesi

Rahmetli Hacı Kemal

Rahmetli Hacı Kemal: “Hocam, bugün sen yine bana vaaz ettin. Yine beni yerden yere vurdun!” derdi. Hâlbuki vaaz esnasında ben onu aklımdan geçirdiğimi, söyleyeceklerimi onu düşünüp söylediğimi hatırlamıyorum. Fakat öyle anlaşılıyor ki, o, benim konuşmalarımdan kendine göre bir sürü şey çekip çıkarıyor ve kendi ufku itibarıyla alacaklarını alıyordu

Büyük Doğu

Eşref Edip merhum onun bu halini Tarihçe-i Hayat’ta, “kendisi bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle
teğaddî eder. Elbisesi pek basit ve fakiranedir. Temizliğe fevkalâde itina eder. Mâmelek namına dünyada hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, cem’iyet için yaşar” ifadeleriyle anlatır. Zaten Hazreti Üstad, kendisi de, “tatmaya izin var, doymaya yok” diyerek dünyaya bakışını özetlemiş gibidir. Lâhikalara bakıldığında bu bakışın onun hayatındaki yansımalarını görmek mümkündür. Onun cemiyet ve insanlık için fedakârlık ufkunu anlama adına fikir verecek bir hatırayı Vehbi Vakkasoğlu beyden dinlemiştim. Kendisi Necip Fazıl merhumu ziyarete gittiğinde ona Zübeyr abiden işittiği bir hatırayı naklediyor. Büyük Doğu dergisinin sıkıntılar yaşadığı, bir yayınlanıp bir yayınlanmadığı dönemlerden birinde yine parasızlıktan dolayı dergi basılamayacak gibi oluyor. Bu mevkûte o zaman için çok önemli bir misyon ifade ettiğinden Üstad Hazretleri ona İslam’ın sesi ve soluğu olarak bakıyor. Fakir de gençlik yılları itibarıyla hatırlarım, Büyük Doğu o zaman için ufuk açıcı, yüreklendirici, inananların hallerine tercüman olan, onların sıkıntılarını dile getiren önemli bir yayındı. İşte Büyük Doğu’nun parasızlıktan dolayı basılamayacak olması Üstad Hazretlerine çok dokunuyor ve Zübeyir ağabeyi çağırıp ona, “Zübeyir, Doğu çıkmayacakmış, mutlaka bir şey yapmamız lazım”  diyor. Zübeyir abi de,
“Üstadım, neyimiz var ki bir şey yapalım” diye cevap veriyor. Bunun üzerine Üstad Hazretleri “Benim, kışın üzerime aldığım eski, yamalı bir yorganım vardı. Belki birisi bir değer atfeder de onu satın alır. Siz de elinize geçeni Doğu’ya gönderirsiniz” diyor. İşte Hazreti Üstad o yorganı sattırıp bedelini dergiye gönderiyor. Vehbi Vakkasoğlu Beyefendi bunu Üstad Necip Fazıl’a anlattığımda yüzünü pencereye çevirdi ve hıçkıra hıçkıra ağladı” demişti.
Üstad’ın fakirane hayatı işte budur. Fakat onun, acz, fakr, şevk, şükür, şefkat ve tefekkür olarak kendi mesleğinin altı önemli erkanından biri olarak olarak saydığı “fakr” anlayışı, bildiğimiz fakirlikten biraz daha farklıdır. Ona göre fakr, ister fakir olsun, ister servet sahibi, kişinin kendisini hiçbir şeye malik görmemesi, her nimeti Allah’tan bilmesi mânâsına gelir.

Hazreti Musa zamanında

Hazreti Musa zamanında, kum ile üzerini örtmeye çalışacak kadar fakr u zarurete düşmüş bir adam vardı. Bir defasında Hazreti Musa’ya, “Ya Musa, Cenab-ı Hakk’a benim halimi bir arz ediversen” dedi. Hazreti Musa da onun bu ricasını kırmadı. Bunun üzerine Cenab-ı Allah, “O kulum için bu hâl, kendisi için daha hayırlıdır” buyurdu. Fakat adamcağız bu isteğinde ısrarcı oldu ve ısrarlarının neticesinde kendisine Allah tarafından imkân verildi. Önce bir koyun aldı, sonra o koyundan sürüler meydana geldi ve o şahıs bir servet sahibi oldu. Ne var ki, zenginlik o zavallıyı gaflete sürükledi ve neticede yoldan çıkarttı. Öyle ki adam içkiye bile başlamıştı. Bir müddet sonra Hazreti Musa (aleyhisselam) yoldan geçerken bir kalabalığa rastladı. “Burada ne oluyor” diye sorunca, şöyle cevap verdiler: “Bir adama kısas uygulanıyor. Adam fakirdi, sonra malı-mülkü oldu. O
mal-mülk onu azdırdı. İçkiye başladı, sonra birini öldürdü. Şu an cezasını çekiyor.”

Haliç’ten geçerken

Söz, tavır ve davranışın ifadesi olması itibariyle izafî bir kıymeti haizdir. Ancak tabiata mâl olmuş, tabiatın bir derinliği hâline gelmiş temsildir ki, başkalarında büyük bir merak uyandırır ve müessir olur.
Meselâ siz arpa kadar olsun hiç mi hiç harama elinizi sürmezsiniz. Hatta şiddetli ihtiyacınız olduğu zaman dahi aynı iradeyi ortaya kor, aynı tavrı gösterirsiniz. Bu bir olur, iki olur, üç olur… ve nihayet sizin bu hâliniz başkalarının nazar-
ı dikkatini celbeder. Hani Seyyid Tâha ve Hacı İlyas’la beraber Hz. Pîr Haliç’ten geçerken başını öne eğer ve nazarlarını hep kayıt altında tutar. Bu durum karşısında Seyyid Tâha ve Hacı İlyas taaccüplerini ifade edince Hz.
Üstad onlara şöyle cevap verir: “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin âkıbeti elemler, teessüfler olmasından, istemiyorum.”
İşte bütün bir ömür boyu böyle bir duruş, böyle bir tavır sergilemek çok önemlidir.

9 Haziran 2016 Perşembe

Ebû Sehl hazretleri

Dâr-ı bekâya irtihalinden sonra, Ebû Sehl hazretlerini, rüyada tarifler üstü nimetler içinde yüzüyor görüp sorarlar: “Üstad, bu yüksek pâyeyi nasıl elde ettiniz?” Ebû Sehl cevap verir: “Rabbim hakkında beslediğim hüsn-ü zan sayesinde.”
Aslında, bir mü’min hayatının her diliminde Allah Teâlâ hakkında hüsn-ü zanna sarılmalı ve hep bu recayla yaşamalıdır. “Ben günahkâr olabilirim; hatta hâlâ O’na ancak pamuk ipliği ile bağlı olduğum için her an bir kopukluğa da düşebilirim. Fakat, o Gafûr ve Rahîm’dir; gufrân deryasına beni de alacağına dair inancım kavîdir!..” demeli ve bağışlanacağı ümidini beslemelidir.

8 Haziran 2016 Çarşamba

İkaz

İzmir’e ilk gittiğim yıllarda Erzurumlu, hayatını Sünnet-i Seniyye çizgisinde sürdürmeye çalışan kıymetli bir arkadaşım vardı. Gözünün içine baktığınızda, onda size Allah’ı hatırlatabilecek mânâlar görürdünüz. Bu arkadaşıma bir gün şöyle bir teklifte bulundum:
“Yanlışlarımı gördüğün zaman sen beni ikaz edeceksin. Senin bir yanlışın olduğu zaman da ben seni uyaracağım.” Böylece çizgimizi bulma, Allah’ın bizi koyduğu yerde yörüngemizi takip etme ve yanlış yolda yürümeme adına birbirimize yardımcı olacaktık. İşte böyle bir mukaveleden sonra, namazın secde ve rükûlarında tesbihleri istenen seviyede söylememem karşısında bir gün yanıma geldi ve bana şöyle bir ikazda bulundu: “Falanlar gibi ne öyle namazı verip veriştiriyorsun. Allah’a en yakın olunan o hâli niye dolu dolu dua ile zenginleştirmiyorsun?” Şimdi bakın, onunla bu konuda bir kardeşlik mukavelesi yapmış olmamıza ve bunu da benim teklif etmiş olmama rağmen kemal-i teessüfle itiraf etmeliyim ki, fren yemiş araba gibi sarsıldım. Ancak, Rabbime hamd olsun ki, hemen kendi içime dönerek: “Şimdi iradenin hakkını verme zamanı. Bu onun vazifesi olduğu için benim mukabelede
bulunmamam gerekir. Zaten ben de bunu hak etmiştim. Namazda böyle bir hususa dikkat etmeliydim.” dedim.
Başka bir gün ben de bir hususta onu ikaz etmiştim. Zannediyorum o da aynı şekilde sarsılmıştı.
Bunu şunun için arz ettim: Siz başkalarının kusurlarını, eksik ve gediklerini onların yüzlerine karşı söylediğinizde, herkes bunu rahatlıkla içine sindirip hazmedemeyebilir. Bu açıdan bu tür durumlarda söylenecek şeyler usûlüne göre söylenmelidir. Bu konuda Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) üslûbu ne kadar latîf, ne kadar hoştur. Bildiğiniz üzere O, birisi bir kusur yaptığı zaman, cemaat içinde onu teşhir etmek suretiyle onun onuruyla oynamıyordu. Hemen minbere suud buyuruyor ve umuma hitap etmek suretiyle hem kusuru olan kişinin hem de diğerlerinin ders almasını temin ediyordu. Böylece hem muhatap rencide edilmiyor, hem de bir yanlış, yanlış olarak bırakılmayarak onun düzeltilmesi istikametinde bir gayret ortaya konmuş oluyordu.

Aklından zoru olan bir kadın

Aklından zoru olan bir kadın, huzur-u risalet-penahiye gelerek bir problemi olduğunu söylüyor ve İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan (aleyhissalâtü vesselâm) bu problemini çözmesini istiyor. Ardından İki Cihan Serveri’nin elinden tutan kadın, yarım kelimelik bir itiraz görmeden o sokak senin, bu sokak benim Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) alıp götürüyor. Artık ne tür bir isteği varsa, Allah Resûlü’nü götürüp o isteğini yerine getirtiyor. İşte her idarecinin bu kadar insanların içinde olması gerekir. Çünkü siz onların içine girmezseniz onlar da sizin içinizde olmazlar. Siz onları idare edeyim derken, onlar sizi idare ederler. Bu husus, gerçekte öyle olunmadığı hâlde, sadece şirin ve sempatik görünmek suretiyle elde edilecek bir mesele de değildir.

7 Haziran 2016 Salı

Esved b. Yezid en-Nehaî Hazretleri

Kendisiyle yüzleşmesini bilen Allah dostları, hep böyle bir havf yörüngesinde hayatlarını sürdürmüşlerdir. Meselâ, Esved b. Yezid en-Nehaî Hazretleri can hulkuma geldiği esnada tir tir titreyip ağlayınca kendisine bu korkunun sebebi sorulur. Bunun üzerine o büyük zat; “Nasıl korkmayayım ben! Allah’tan korkmaya benden daha müstahak kim var? Hem, Cenab-ı Hakk yaptıklarımı mağfiret buyursa da, hayâ duygusu, beni hep endişeye sevk eder.” diye cevap vermiştir. Vefat ettikten sonra kendisini rüyada görüp, durumunu sorduklarında ise o, “Val lahi peygamberlikle aramızda dört parmak gibi bir mesafe kalmıştı.” diye cevap vermiştir. Bu zat, dini hakikatleri kendi dönemlerinde ihya eden Ebû Hanife mektebinin ilk müessislerinden Nehaî ailesinin bir mensubudur. Yüzlerce sahabiyle görüşmüş bir insandır. Parmak ucu kadar yanlışa adım atmamış bir irade kahramanıdır.

Anadolu insanının civanmertliği

Cenab-ı Hakk, belli bir dönemde kendi ülkemde pek çok adanmış ruhla beraber olmayı nasip buyurdu. Ülkenin değişik yerlerinde örnek olabilecek pek çok fedakârlığa şahit oldum. Mesela Bozyaka’nın üst tarafında civanmert Anadolu insanının civanmertliğine müracaat etmiştik. Herkes bir şeyler vermişti. Sonra odama çekildim, oturuyordum. Subaylıktan emekli bir zat, elinde şangır şungur anahtarlarla yanıma geldi ve bana şöyle dedi: “Burada herkes bir şeyler verdi ama ben veremedim. Emeklilik ikramiyemle bir ev satın almıştım, ben de onu vermek istiyorum, evin anahtarlarını size getirdim.” Tabi  böyle bir durumda size düşen vazife şudur: Dersiniz ki:
“Kardeşim, herkes imkânına göre  vermekle mükelleftir. Sen zaruri ihtiyaçların dışında elinde ne varsa onu verirsin.
Evini verecek halin yok. Allah senden onu istemiyor.” Böylece anahtarları yeniden ona teslim eder ve: “Git evinde otur. Rabbim sana lütufta bulunur, yeni kapılar açar, sen de getirir onu verirsin” dersiniz. Çünkü Peygamber Efendimiz de (aleyhissalâtü vesselâm), Kab b. Malik ve Sa’d b. Ebi Vakkas gibi bütün servetini vermek isteyen sahabe efendilerimizi tadil buyurmuştur.

Üslup

Diyelim ki evinizin üst katında sarhoş bir komşunuz var. Siz onun her gece apartmana sarhoş bir şekilde geldiğini biliyorsunuz. Fakat bir zararı dokunmuyorsa, onun bu hali pek dikkatinizi çekmez ve bu durumu önemsemezsiniz. Fakat o, sarhoş haliyle merdivenlerden çıkarken nara atarak çıkıyor, “var mı bana yan bakan” diye bağırıp çağırıyor, apartmanı ayağa kaldırıyor ve insanları rahatsız ediyorsa, sizin ona karşı tepkiniz daha farklı olacaktır. Bu açıdan bildirme, tanıtma başka; tahrik ve şirazeden çıkarma tamamen başka bir meseledir. Bundan dolayı bizim meseleyi hiçbir zaman hazmedilemez bir üslup içerisinde sunmamamız gerekir.

En son duyacak, anlayacak

Bir dönem bakanlık da yapmış kıymetli bir zat İngiltere’deki bir toplantı sonrası bana telefon açtı ve görüp duydukları karşısındaki hayranlığını dile getirdi. Daha sonra da, “Hocam, galiba bu güzellikleri en son duyacak, anlayacak ve değerlendirecek ülke Türkiye olacak” gibi bir değerlendirmede bulundu. Benim bu telefon görüşmesinden çıkardığım netice; niyet ne kadar halis olursa olsun, yapılanlar ne kadar şeffafiyet içinde yapılırsa yapılsın, meselelerin doğru anlaşılması adına bu durum yeterli olmamaktadır. Evet, sadece şeffafiyet yetmiyor; vehimleri izale edebilmek için aynı zamanda, insanların elinden tutup müesseseleri gezdirmek, yapılan hizmetleri birebir gösterip anlatmak gerekiyor. Siz onları müesseselerinize davet edip yapılan iş ve hizmetleri gösterdikçe, insanlar gizli kapaklı bir şey olmadığını görecek, anlayacak ve neticede şartlanmışlıklarından, önyargılarından kurtulacaklardır. Bu noktada önemli olan, gece gündüz demeden, sesin önünde bir aksiyon anlayışıyla peygamberâne bir azim ve peygamberâne bir cehd ve gayret ortaya koyabilmektir.

Ganimet

Allah Resûlü’nün (sallal âhu aleyhi ve sell em) henüz müslüman olmuş ancak müell efe-i kulûb olarak gördüğü bazı Mekkelilere ganimetten pay vermesi ensar-ı kiramdan bazı gençleri rahatsız etmişti. Onlardan bazıları şöyle demişti: “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, hâlbuki en fazla payı da onlar alıyor.” Durumdan haberdar olan Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Ensar’ın tamamını toplayarak, bu sözü söyleyenlerin yüzlerine vurmadan umuma bir konuşma yapmıştı. Evvela Cenâb-ı Hakk’ın kendisini onlara bir nimet olarak gönderdiğini hatırlatarak şöyle buyurmuştu:  “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Ben geldiğimde, siz fakr u zaruret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Ben geldiğimde siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?”  Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara her seslenişinde, Ensar da, “Evet, minnet ve şükran Allah ve Resûlü’nedir.”  diyordu. O Rehber-i Kül  Mükteda-yı Ekmel Efendimiz de (aleyhi ekmelüttehâyâ) her zamanki gibi yine taşı gediğine koymuş ve konuşmasını şöyle tamamlamıştı:  “Ey Ensar topluluğu! Herkes evine deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Resûlul ah’la dönmeye razı değil misiniz?”  Bunun üzerine Ensar-ı Kiram Efendilerimiz gözyaşları içinde:
“Razı olduk!” deyip teslimiyet ve memnuniyetlerini ifade etmişlerdir. (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 1-2) Bu hâdiselerde görüldüğü üzere, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kimsenin kusurunu yüzüne vurmadan, yumuşak tavrıyla bir hekim gibi hareket etmiş ve yağdan kıl çeker gibi bu problemleri çözmüştür.

Zekât

Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) birisini zekât âmili olarak bir bölgeye göndermişti. O şahıs da gittiği yerde halkın vermesi gereken vergileri toplayıp getirmişti. Ancak âmiller o dönemde âdeta bir vali ve hâkim gibi çok salahiyetli kimseler olduğundan kimi yerlerde halk vergilerinin yanında bu vazifelilere bazı hediyeler de veriyorlardı. İşte bu zat halktan topladığı değişik vergileri maliyeye teslim ederken: “Bunlar size aittir, bu da bana hediye edildi.” diyerek, kendisine verilen hediyeleri ayırmıştı. Bunun üzerine minbere çıkan Al lah Resûlü (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra, o şahsı doğrudan muhatap alıp mahcup duruma düşürmeden, herkese hitap ediyor gibi genel bir üslûpla:  “Ben sizden birini Allah’ın bana tevdi ettiği bir işte istihdam ederim. Sonra o kişi gelir, ‘Şu size aittir, bu da bana hediye edilendir.’ der. Eğer bu adam doğru söylüyorsa, anasının veya babasının evinde otursaydı da, hediyesi ayağına gelseydi ya?”  (Buhari, Hiyel 15) buyurur.

6 Haziran 2016 Pazartesi

Münafıklık

Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) hayatından bir kesit sunayım. Uzun zaman münafıklık yapmış birisi, pişman olup doğruyu görüyor ve o pişmanlıkla Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna geliyor. O güne kadarki sergüzeşt-i hayatını anlattıktan sonra, kendisi gibi düşünen, arafta, berzahta kalmış daha başka insanların olduğunu, onları da Huzur-u Risaletpenâhî’ye getirebileceğini ifade ediyor. Ancak Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) münafıklara karşı hep perdeyi yırtmayacak şekilde muamelede bulunduğundan o zatın bu teklifini kabul buyurmuyor.
İşte bu, çok önemli bir stratejidir. Çünkü her gün içlerinden birisinin Efendimiz’in yanında yer aldığını gören münafıklar yeni bir cephe oluşturacaktı. Daha sonra kendi yanlışlıklarını müdafaa adına değişik arayışlar içine girecek, ağızlarından bir sürü şey döktürecek, bir yönüyle bâtıla felsefe uydurup bâtıl düşüncelerinde daha da kemikleşeceklerdi. Fakat Rehber-i Kül  Mükteda-yı Ekmel Efendimiz aleyhi ekmelüttehâyâ) yüksek fetanet ve firasetiyle buna fırsat vermeden meseleyi çözüme kavuşturmuştu. Böylece o münafıklar yavaş yavaş,
hissettirmeden inananların yanında yerlerini alacak ve nihayet Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât) ruhunun ufkuna yürüdüğü bir dönemde hepsi eriyip gidecek, onlardan tek bir münafık dahi kalmayacaktı.

3 Haziran 2016 Cuma

Her şey Senden, Sen ganîsin

Cenâb-ı Hak yaptığımız hizmetlerle övünme gibi bir densizlikten bizi muhafaza buyursun. Çünkü bu, hizmet hayatımız ve hareket adına temkinsizliğimiz olur. Bu mevzuda, temkin, her şeyi Allah’tan bilmektir. Evet,

“Her şey Senden, Sen ganîsin,

Rabbim Sana döndüm yüzüm!

Hem evvelsin hem âhirsin,

Rabbim Sana döndüm yüzüm!”

deyip insan şöyle düşünmelidir: “Ben tıpkı suyun üzerindeki, güneşe bakan kabarcıklar gibi ancak Sana yüzümü dönersem tenevvür eder, aydınlanırım. Ancak o zaman güneşin akislerini göz bebeğimde saklarım. Aksine ben
karanlığa gömülünce ne güneş kalır, ne de güneşin aksi.” İşte bu mülâhaza hizmete ait bir temkinin ifadesidir

Ben Sana hizmette iki büklüm oldum

Temkin; her zaman abdiyetin, kulaktaki küpenin, boyundaki tasmanın, ayaktaki pranganın farkında ve şuurunda olma demektir. Hz. Mevlâna, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) için şöyle diyor:  “Kul oldum, kul oldum, kul oldum!

Ben Sana hizmette iki büklüm oldum.

Kullar âzad olunca şâd olur;

Ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” 

Bu meseleyi Al ah’la münasebetimiz açısından Zât-ı Uluhiyet’e tevcih ederek, bin defa

“Kul oldum, kul oldum, kul oldum”

diyebiliriz. İşte bu bir temkin ifadesi, temkin soluklanmasıdır ve velilere göre bir hâldir. İrşat ve tebliğ hayatımızdaki temkine gelince; din-i mübîn-i İslâm’ı dırahşan çehresiyle insanlığa göstermeye çalışmak, kusursuz bir temsil sergileyerek dilin söylediklerini temsille derinleştirip enginleştirmek ve söyleyeceklerimizi hiç kimsenin itiraz etmeyeceği, kabul etmekten çekinmeyeceği bir üslûp ve formatla sunmak demektir. Tabiî aynı zamanda insanın elde edilen netice ve semereyi asla kendinden bilmemesi ve ortaya koyduğu hizmet ve gayretler dolayısıyla nazlanma gibi tavırlar içine girmemesi de temkin adına çok önemlidir.

Sigara

Sigara, tabiplerin ifadesiyle,  “tedrîcî intihar”  dır. Ondaki zehirleri alan kimse bir anda ölmese de, günden güne ölüme yaklaşmakta ve buna kendisi sebebiyet verdiği için de âdeta intihar etmiş
olmaktadır. Hatırlarsanız Sızıntı’daki bir resim değerlendirmesinde buna yer verilmiş ve peşi peşine sigara içen bir adamın bulunduğu o resmin altına, 

“Ölüme yürüyorsun hep ölüm diye

Anlamadım âhesterevlik etmen de
niye?”

  şeklinde iki mısra ilave edilmişti. Evet, alıp bağrına bir hançerin ucunu saplayıp sonra yavaş yavaş onu içe doğru itmekle, sigara içmek suretiyle, yavaş yavaş onu tüttüre tüttüre kendini mahvetmek arasında bir fark yoktur.

İnsanın kendi canına kıyması kat’iyen haram olduğu gibi, sağlığına şöyle ya da böyle zarar vermesi de haramdır.

Bir hâlimi size arz edeyim

Sübjektif bir hususiyeti bulunsa da, bir hâlimi size arz edeyim. Çok defa beni sıkan hâdiselerde, yorgan ve döşeğim benim sırdaşım oluyor. O üzücü hâdiseleri size de açamıyor, kalkıp koridorlarda geziyor, bazen de masaj aletine oturuyor ve orada evrada dalarak o ruh hâletinden uzaklaşmaya çalışıyorum. Dün de beni hüzne gark edecek üzücü hâdiselerden dolayı çok sıkılmıştım. Sonra odama geldim ve “bari evradımı okuyayım” dedim.
İşte o esnada Kulubu’d-daria’yı açtığımda, daha önce işaret koyduğum yerin Muhammed b. Üsame Hazretleri’nin evradının bulunduğu yer olduğunu gördüm. Bu evradda Kur’ân-ı Kerim’deki tevekkülle ilgili bütün âyetler bir araya getirilmiş. Bunları okuduğumda sadrıma nasıl bir şifa verdiğini, kalbimin nasıl bir inşirahla dolduğunu şu an size ifade edemem. İşte insan hâdiselerin tazyiki altında Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edince, teveccüh edip tevekkül, teslim, tefvîz yolunda bulununca öyle sonsuz bir güç ve kuvvete dayanmış, öyle nâmütenâhî bir inayet ve kudrete sığınmış
olur ki, artık en sarsıcı hâdiseler karşısında dahi –Allah’ın izniyle– sıradağlar gibi dimdik yerinde durabilir.

2 Haziran 2016 Perşembe

Keşke sevdiğimi sevse

İhlâsı   yakalama adına sohbet-i cânan meclisleri çok önemlidir. Bir şiirde;

“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk u cihan

Sözümüz cümle heman kıssa-i Cânân olsa!”

(Taşlıcalı Yahya)

denildiği gibi, biz de bir araya geldiğimizde, kubbedeki taşlar gibi, düşmemek için baş başa vermeli, birbirimize destek olmalı ve âdeta bir pusula, bir kıblenüma gibi birbirimize hep rıza ufkunu hedef göstermeliyiz. Böyle bir gaye için İhlâs Risalesi’ni ve Lahikalardaki ihlâsla alâkalı mevzuları müzakere etme bana çok önemli geliyor. Yerine göre formatla oynayarak meseleye farklılık kazandırmalı ve onları yeniden bir kere daha, bir kere daha okumalıyız.

Mirat-ı Muhammed

O, ahlak-ı âlîye ve hamîdenin bütününe, hem de en yüce ve en yüksek seviyede sahip bulunuyordu. Evet, O, huluk-u ilahi ile mütehallikti; bütün ahlak-ı hasenenin cami bir mirat-ı mücellasıydı. Onun için halk dilinde olan ve şiirimize de giren bir sözde:

“Mirat-ı Muhammed’den Allah görünür daim”

demişlerdir. Yani Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (aleyhiekmelü’t-tehâyâ) bakıldığında, O; “Allah var”
dedirtecek kadar ciddi bir simaya, çok temiz bir karaktere ve çok inandırıcı bir ruha sahipti.

1 Haziran 2016 Çarşamba

Harap iller; serilmiş hanümanlar

Öyle hassas insanlar vardır ki, âlem-i İslâm’ın hâlihazırdaki perişaniyeti, dağınıklığı, ezilmişliği ve zalimlerin vesayeti altında yaşaması karşısında âdeta sinesine zıpkın saplanmış gibi ızdırap duyar. Öyle ki her sabah gözlerini o dert ve ızdırapla açar; akşam yatağa girdiğinde yarım saat o acı hülyalarla kıvranır ve istirahatini bile zehir zemberek hâle getirir; getirir de Merhum Âkif’in

“Harap il er; serilmiş hanümanlar; başsız ümmetler;

Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;

Emek mahrumu günler fikr-i ferda bilmez akşamlar,

Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;

Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.”

mısralarıyla inleyip durur. Fakat sonra bir kısım esintilere bakar. Meselâ Anadolu insanının dünyanın dört bir tarafında harıl harıl çalıştığını görür, onların bu samimi gayretleri karşısında: “Çok kötü şeyler var ama elhamdülillah dünyanın şu kadar ülkesinde sesimiz, soluğumuz duyuluyor ve bayrağımız dalgalanıyor. Kültürümüzün bir tercümanı olan dilimiz konuşuluyor.Tarihten tevârüs ettiğimiz bize ait değerler, o dil vasıtasıyla başkalarına duyuruluyor.” der, teselli bulur.

Medyun O’na cemiyeti

Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ), vahiy ile müeyyed bulunduğundan bizim elimize aklın rehberliğinde ulaşmamız mümkün olmayan sırlı anahtarlar vermiş; vermiş ve kaos ve zulmet içinde bulunan eşya ve hâdiselerin dili çözülmüş; varlık, okunaklı, muhtevalı, muhteşem bir kitaba dönüşmüş; zulüm, anarşi ve karanlıklar içinde bocalayıp duran insanlık da kurtuluşa ermiş ve insanî değerler açısından yeniden dirilmiştir. Merhum Âkif ne güzel ifade eder bu hakikati

Medyun O’na cemiyeti, medyun O’na ferdi!

Medyundur O Ma’sum’a bütün bir beşeriyet,

Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!”

Evet, işte bu ölçüde kendimizi, varlığın ille-i gâiyesi, en anlamlı nüktesi olan o Zât’a karşı medyun hissederiz. O
olmasaydı kâinat da olmamalıydı, biz de olmamalıydık. Çünkü her şey O’nunla bir mânâ kazanmıştır. O’nun eliyle Cenâb-ı Hak vâridât ve mevâhibini başımızdan aşağı boşaltmaktadır.

Tulumban al yetiş imdada, yangın var

Insanlığın bu hâli karşısında gamsızlığı, ızdırapsızlığı büyük bir afet olarak bilmeli ve “Eyvah! Yazıklar olsun bizim bu halimize!” deyip ızdırapla inlemelidirler. İnlemeli, seccadeye koşmalı, seccade onların alınlarını öperken onlar da “Ne olur Allahım, bahtına düştük!” diyerek Allah’a içlerini dökmelidirler. İşte böyle bir ızdırap ve sıkıntı, bizim için bir dinamo vazifesi görür ve bizi harekete sevk eder. Biz de bir itfaiyeci gibi tulumbamızı alıp yangını söndürmek üzere imdada koşarız. Zira Sûzî’nin sûzîşî nağmelerle ifade ettiği gibi;

“Tulumban al yetiş imdada, yangın var.

Dedim: Zahirde mi âşık?

Dedi: İhfada yangın var.

Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost

Bülend-avaz ile dersin

Bakın deryada yangın var!”

Evet, ülkede yangın var. Dünyada yangın var. Hayatî müesseselerde yangın var. Gelin Allah aşkına böyle büyük bir yangın karşısında herkes bir itfaiye memuru gibi hareket etsin; hareket etsin de bu korkunç yangını el birliğiyle söndürebilelim.

Naçar kaldığın yerde - Gelse celalinden cefa

Hakiki mü’min, en çetin ve sıkışık anlarında dahi, Hz. Yakup aleyhisselâm gibi:  “Allah’ım tasamı, kederimi, dağınıklığımı, derbederliğimi, perişaniyetimi, bütün bütün kolsuz kanatsız kalışımı, Sana arz ediyorum.”
diyerek Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmelidir. İşte o zaman

Naçar kaldığın yerde,
Nagah olur ol perde,
Derman olur her derde,
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Evet, inanmış bir insan, sıkıntı ve musibetler karşısında:

“Gelse celalinden cefa
Yahut cemalinden vefa
İkisi de cana safa
Lütfun da hoş, kahrın da hoş”

deyip, engin bir sineyle başına gelen bela ve musibetleri ufaltıp küçültmesini ve böylece “of, of”ları, oh, oh”lara çevirmesini bilmelidir. Musibetlerin çehresinde rahmetin nümayan olduğunu görmeli, onlar karşısında “Oh ne güzel”
demeli ve böylece irade ve aklın hakkını vermelidir.

Leylî sözü söyle

Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.”  Demek ki, yerinde fuzuli bir konuşma, tek bir kelime dahi insanın helakine, kayıp gitmesine sebebiyet verebilir. O halde bize düşen

“Leylî sözü söyle yoksa hâmûş! –

Sevgiliden söz et, aksi halde sus!”

ifadeleriyle dile getirilen hakikati hayatımıza hayat kılmak yani ya sürekli Sevgili deyip inlemek veya sükût etmek olmalıdır.