Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gece ibadeti için yatağından ayrılırken, Hz. Âişe’den müsaade istediğini görüyoruz. Evet, O, gece ibadeti için dahi yatağından ayrılırken; “Yâ Âişe! Müsaade eder misin, bu gece Rabbime ibadet edeyim.” buyuruyordu. Bunun üzerine Hz. Âişe Validemiz:
“Seninle olmayı severim, fakat senin hoşuna gidecek olan her şeyi de severim.” cevabını veriyor. (İbn Hibbân, Sahih, 2/386) Bu ne hakperestliktir Allah aşkına! Çünkü o esnada, mübarek zevcelerinin hakkı söz konusu; o vakit orada onunla beraber bulunması gerekiyor. Ancak diğer taraftan da Rabbine ibadet etme adına öylesine derin bir aşk u iştiyakı var. Görüldüğü üzere Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) eşinden müsaade istemek suretiyle bu çelişkiyi aşıyor.
İşte eşler arasındaki münasebet adına böyle bir incelik, zarafet ve nezaket çok önemlidir. Hanımefendiye karşı bu ölçüde bir bağlılık izhar etme meselesi… Aslında bizim toplumumuz böyleydi. Müsaade ederseniz dar çerçevede ailem içinde gördüğüm bazı şeyleri anlatmak istiyorum. Onlar belli ölçüde bozulmuş, dejenere olmuş bir toplumun kalıntısı olmasına rağmen, Osmanlı’dan bulaşan şeyleri hâlâ yaşayan bir aileydi. Rahmetlik dedem öyle sert bir adamdı ki, evden çıkıp camiye giderken geçtiği sokakta toparlanmadık adam kalmazdı. Şamil Ağa geliyor diye ağızları yüreklerine gelirdi. Munise ninem ise tamamen farklı fıtratta bir insandı. Bir kere yanında Allah dediğinizde yirmi dört saat ağlayan, yumuşak kalbli bir kadındı. Ben on bir, on iki yaşına girene kadar onlar hayattaydı. İşte o sert ve heybetli adamın bir gün bile eşine kaşlarını çatıp baktığına şahit olmadım.
O yumuşak kalbli, gözü yaşlı ağlayan kadın, ahir ömründe mefluç bir hâlde yatağa düşmüştü. Annem her gün başında ona teyemmüm aldırıp namaz kıldırırdı. Annem demişti ki: “Vefatından önceki son cuma gecesi, benden abdest aldırmamı istedi. Ben de aldırdım. Ondan sonra da bir kahkaha attı ve şöyle dedi:
Dünyadan murad almamışız. İkimizin cenazesi de bu gece evde kalacak.’ Aslında Şamil dedenin hiçbir şeyi yoktu. Buna rağmen ninen vefat edip bir tüy gibi yastığa düştüğü esnada, ben onun gözlerini kapatırken, öbür odadan da dedenin feryadı koptu ve o da vefat etti.” İşte onların aralarında böyle bir bağlılık söz konusuydu.
Rahmetlik pederim 1974’te vefat etmişti. Ben o zaman otuz beş, otuz altı yaşındaydım. Rahmetlik pederimin de, hayatım boyunca sadece bir kere anneme kaşlarını çattığını hatırlıyorum. Ancak o esnada büyük annem hemen araya girdi ve “Ramiz! Eğer ona bir şey yaparsan sana sütümü, emeğimi haram ederim.” dedi. İşte, bozulmuş Osmanlı’dan kalma aile yapımız hâlâ böyleydi.
Bir başka misal de büyük amcamdan vermek istiyorum. Eşiyle nasıl bir hayatları vardı, çok bilemiyorum. Ancak eşi vefat ettikten sonra her hafta Erzurum’dan arabaya binip köye onun mezarını ziyarete gelir, mezarın başında da yarım saat ağlardı. Sonra tekrar arabaya binip Erzurum’a geri dönerdi. Hatta bir gün ablam bana gelip: “Şu amcana bir nasihat etsen. Ölmüş bir insanın arkasından bu kadar ağlaması doğru mu?” diye ricada bulunmuştu.
Benim dar dairede bildiğim belki bütün aileler böyleydi. Evet, bizim, bozulmuş, şöyle böyle deformasyona maruz kalmış aile yapımız bile böyleydi.