Bir insan, fâcir de olsa, Hakk’a hizmet yolunda bulunuyorsa, ona hâlâ temizlenme ve Cennet’e ehil hale gelme fırsatı veriliyor demektir. Günahlar, o maiyyet-i İlahiyeyi ve maiyyet-i Nebeviyeyi vicdanın derinliklerinde duymaya mani olabilir; fakat, “i’lâ-yı kelimetullah” hizmetinde yer alan herkesin Cenâb-ı Hak’la ve Rasûlullah’la -bir ölçüde-beraber olduğu muhakkaktır. Şayet, insan Mevlâ’nın hoşnutluğunu hedefler ve sâlihlerle kol kola yürümesini sürdürürse, zamanla günahlarının engel eyiciliğinden kurtulacak ve o kudsî maiyyeti vicdan mekanizmasıyla da sezip duyacaktır.
Hadis kitaplarında, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı şahsî alâkanın dahi çok büyük kıymet ifade ettiğine dair şöyle bir hâdise nakledilmektedir: Henüz içki, şıra ve şerbeti birbirinden tefrik edemeyen ve bağımlılıktan kurtulamayan bir sahabî, zaman zaman sarhoş olacak kadar mahmurlaşmakta ve her defasında da Rasûl-ü Ekrem tarafından
te’dib edilmektedir. O sahabî, bir gün yine aynı suçtan dolayı Rasûlullah’ın huzuruna getirilir. Cemaatten birisi,
“Allah’ım şu adama lânet et! Bu kaçıncı defadır aynı günah yüzünden tecziye ediliyor ama bir türlü ıslah olmuyor.” diye bedduada bulunur. Bu sözü işiten Şefkat Peygamberi (aleyhissalâtu vesselâm) “Ona lânet etmeyin. Allah’a yemin ederim, o, Allah’ı ve Rasûlü’nü gönülden sevmektedir!”
der; “Allah’ım, ona rahmet et ve onun taksiratını bağışla!” diye dua etmelerini emir buyurur.
Demek ki, Allah’ı ve Rasûlü’nü sevme, bir ölçüde onlarla beraber olmayı netice verecek ve mü’minlerin hayır dualarını almaya yetecek kadar değerlidir. Böyle şahsî ve küçük bir alâkaya bu kadar teveccüh gösterildiği nazar-ı itibara alınınca, i’lâ-yı kelimetullahın insana neler kazandıracağı hakkında bir değerlendirme yapılabilir.
Zira, ruha mal olan sevgi meltemiyle cihana açılma ve Allah’ın adının kalblere nakşedilmesi için çalışma, o ferdî ve basit alâkanın kat kat üstündeki bir sadâkat ve muhabbetin remzidir. Dolayısıyla, bu yoldaki bir insanın mazhar kılınacağı teveccüh, sadece cüz’î planda sevgi besleyen birisine lutfedilenden çok daha fazla olacaktır.
31 Ağustos 2016 Çarşamba
Allah’ı ve Rasûlü’nü sevme
Genç bir sahabî
Cemaatle namaz kılmak için mescide giden bir mü’minin her adımıyla bir günahının silineceğini ve yerine bir sevap yazılacağını; gönülden inanarak ve mükafatını Allah’tan umarak oruç tutan bir insanın geçmiş günahlarının affolunacağını; keza, yolculuk esnasında büyük günahlara girmeden, küçük günahları işlemekte ısrar etmeden ve fena söz söylemeden haccını
tamamlayan kimsenin günahlarından kurtularak annesinden doğduğu günkü gibi tertemiz evine döneceğini
açıkça ifade eden hadis-i şerifler misil ü daha pek çok Nebevî söz, ibadet ü taatin önemli bir arınma vesilesi olduğunu göstermektedir.
Bu hususa delil olarak zikredilebilecek ayet-i kerimeler de mevcuttur. Mesela; Cenâb-ı Allah, “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Çünkü, iyilikler kötülükleri silip giderir. Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır.” (Hud, 11/114) buyurmuştur.
Hadis kitaplarında bu ayetle alâkalı şöyle bir hâdise nakledilmektedir: Bir gün, genç bir sahabî, nefsine hâkim olamamış ve bir kadına sarkıntılık yapmıştı. Az sonra da ciddi bir pişmanlık hissiyle kendisini Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in huzuruna atmıştı. Helak olmaktan korkuyor gibi bir hali vardı; bir an önce yunup yıkanma ve bağışlanma yolu aramaktaydı. Aslında, en ufak bir hata karşısında mahvolmaktan korkma duygusu, Sahabe efendilerimizin hepsinde hâkimdi. Onlar, ruh dünyaları itibarıyla bir yara alınca hemen Hekim’e koşarlar ve dertlerine çare ararlardı. Bir kusur için günlerce gözyaşı döker ve hatalarının menfi izlerini gözlerinden boşalan yaşlarla silmeye çalışırlardı. İşte o genç de bir hata işlemişti; fakat, çok geçmeden derlenip toparlanmış, derin bir nedametle ürpermiş ve adeta kolu-kanadı kırılmış olarak kendisini Gönüllerin Tabibi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) atmosferine atıvermişti. Her kelimesinden “Mahvoldum ben!” hissi dökülen cümlelerle halini arz etmişti.
Hazreti Ömer (radiyallahu anh), “Allah seni setretmiş, keşke sen de kendini örtseydin, günahını açıklamasaydın, tevbe edip af dileseydin!” demişti. Allah Rasûlü, (aleyhissalâtu vesselâm) önce hiçbir şey söylememiş, ama bir müddet sonra o gence -mealini verdiğim ayet-i kerimeyi okuyarak- namaza sarılıp onunla arınmasını tavsiye etmişti. Bunun üzerine başka bir sahabî, “Ey Al ah’ın Rasûlü, bu hüküm sadece soru sahibi için mi (yoksa başkasına da şâmil mi)?” diye sorunca, Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), “Herkes için…” cevabını vermişti.
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bu irşadı da göstermektedir ki; insanî kurallar itibarıyla birkaç yanlış bir doğruyu götürse de, Al lah’ın rahmetinin enginliğine bağlı olarak, gönülden yapılan bir iyilik belki bin tane yanlışı yok etmektedir; evet, hasenât seyyiâtı gidermektedir.
Allah’ın rahmetinin enginliği
Rahmeti Sonsuz (celle celalühu), bir iyilikten dolayı çok kötülükleri siler. Maalesef, çoğu insanlar, bu ilahî ahlakın rağmına olarak, bir kötülük yüzünden pek çok iyiliği setrederler. Mesela, bir adamın dünya kadar fazileti vardır, herkese ihsanda bulunuyor ve iman hizmetinde de işi önde götürüyordur; fakat, o insan bir yerde az sürçünce, bazıları onun hakkında hemen kötü bir hüküm verir ve bir daha da onun üzerinden o hükmü kaldırmazlar. Bazı imtihanlarda birkaç yanlışın bir doğruyu götürmesinin ayrı bir tezahürü olarak, bazen onlarca iyiliği bir tane hataya kurban ederler. Allah’ın rahmetinin enginliğine bakın ki, O, kulunu tertemiz olarak huzuruna almak için bir sürü bahane halkeder, insanın önüne onlarca vesile çıkarır; kul onlardan hangisine tutunursa tutunsun, bir arınma musluğundan geçmiş gibi yunup yıkanır, saflaşır ve O’na ulaşır. Allah Teâlâ, bazen tek iyilikten dolayı insanın o âna kadar yaptığı bütün hataları affeder; denebilir ki, O’nun rahmet ve inayetiyle, bir iyilik bütün hataların hakkından gelir, onlara kendi rengini içirir ve günahları sevaplara çevirir. İşte, “kötülüklerin iyiliklere tebdil edilmesi”nin bir manası budur.
Diğer taraftan, Hazreti Üstad, bu ilahî vaadi tefsir ederken, şu enfes yorumu yapmaktadır: “Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılâb eder.” Evet, insanın donanımında kötülüklere açık bir sistem vardır; bu sistem bir fenalık ibresi gibi onu hep şerlere yönlendirir, sürekli çirkin işlere sevkeder. Fakat, insanın gönülden tevbesi, imanını bir kere daha gözden geçirmesi ve sonra amel-i sâlih ile onu taçlandırması öyle bir iksir olur ki, onun vesilesiyle Cenâb-ı Hak, kulunun mahiyetindeki şer istidadını hayır kabiliyetine çevirir; ondaki sonsuz fenalık istidadını iyilik yapmaya doymama istikametine yönlendirir. Bu itibarla da, mezkur ayet-i kerimede söz konusu olan, sadece insanın kötülüklerinin silinmesi değil, aynı zamanda fenalıklara karşı önünün kapanması ve iyiliklere meylinin artmasıdır.
Abdullah İbn-i Hüzafetü’s-Sehmî
Allah’ın yüce adının her tarafta şehbal açmasının lüzumuna ve Rasûlullah’ın nam-ı celilinin sinelerin dermanı olduğuna kim ne kadar inanıyorsa, işte o kadar kendisini davaya adar ve o nisbette dine hizmet heyecanıyla dolar. Bu itibarla, Sahabe efendilerimizin imanı ve İslamî heyecanı tarife gelmeyecek kadar büyüktür. Öyle ki, onlardan hangisine kulak verilse, “Sadece malı-mülkü feda etmek ne ki; ah keşke, yüz canım olsaydı da hepsini Allah yolunda verseydim” dediği duyulacaktır.
Bu konuda, Abdullah İbn-i Hüzafetü’s-Sehmî binlerce hüsn-ü misalden sadece biridir: Bizanslılar onu esir edip, akla-hayale gelmedik her türlü vahşice işkenceye maruz bıraktıktan sonra idamına karar verirler. Karar kendisine tebliğ edilince Abdullah İbn-i Hüzafetü’s-Sehmî ağlamaya başlar. O ana kadar bu yüce sahabiyi defalarca kaynar suya sokan, atların arkasına bağlayıp sürükleyen ve dayanıklılığı karşısında hayrete düşüp, hayranlık içinde
“Keşke bu, bizim dinimizi kabul edip bizden biri olsa!..” demekten kendilerini alamayan Bizanslılar, evvelki bütün eziyetlere katlanan bu büyük insanın o anda ağladığını görünce şaşkınlıklarını gizleyemez ve ona “Niçin ağlıyorsun, yoksa korkuyor musun?” diye sorarlar. Hazreti Abdul ah, “Korkmak da ne demek!.. Böyle bir tek canla ve yalnız başıma gideceğim için üzülüyorum. Arzu ederdim ki, başımdaki saçlarım adedince canım olsaydı da hepsini Allah’ın ve Rasûlü’nün uğrunda feda etseydim; ya da sizden birine Rabbimi anlatabilseydim de ben ölsem bile onun kurtulmasına vesile olsaydım. Heyhat, şu anda buna muktedir değilim ve sadece bir insan olarak, basitçe öldüğüm için kederleniyorum!..”
Bu cevap karşısında Bizanslıların hayranlığı bir kat daha artar ve bu kahraman adamın ölmesine razı olamazlar; bir bahaneyle onu idam etmekten vazgeçmek isterler. Abdul ah İbn-i Hüzafetü’s-Sehmî’ye bir daha düşünmesi ve kendi dinlerine dönmesi için üç dakikalık fırsat verdiklerini söylemek ve onu razı etmek için rahiplerini gönderirler. Hak Dostu, kendisine lütufkâr bir tavırla nazar eden râhibe döner ve şöyle der: “Aziz peder, bana verdiğin şu üç dakikalık fırsattan ötürü bilsen sana nasıl minnettarlık duyuyorum! Zira, şu kısacık zaman içinde Hak din olan İslam’ı sana anlatabilirsem, artık ölsem de gam yemem. Sana ebediyet yolunu gösterdikten sonra ölüme seve seve giderim!" Evet, Ashab-ı Kiram çok kısa bir zamanda cihanı fethe muvaffak olurken işte bu coşkuyla dolu bulunuyorlardı.
Onların hepsi, İslam davasının birer mecnûnu idi. Dıştan ve zâhiri nazarla bakan onlara deli derdi; çünkü onların yaptıkları sıradan akılları durdurup, dünyevi hayal eri donduracak çapta işlerdi. Onlar, birer hakikat delisiydi, İslam hakikatına delice bağlanmışlardı. Leyla’nın peşine düşen Mecnun’un hali nasılsa, İslam’ı cihana neşretme ve Al ah’ın rızasını, Rasûlullah’ın hoşnutluğunu kazanma mevzuunda onların hali de öyleydi.
30 Ağustos 2016 Salı
Ömer bin Abdülaziz
Tertemiz yaşantısıyla ilk halifelere ve hususiyle de adaletin temsilcisi Hazreti Ömer’e çok benzeyen Ömer bin Abdülaziz de, ekonomisi ve siyasi istikrarı bozulmuş bir devletin başına halife seçiliyor. Allah’ın izni ve inayetiyle, ikibuçuk senede başkalarının otuz yılda yapamayacakları hizmetleri yapıyor. Öyleki, onun icraatları neticesinde Türkiye’den kat kat büyük bir devletin hazinesi dolup taşıyor. Bir gün, maliye nâzırı gelip “Efendim, hazinemiz haddinden fazla dolu; harcamalarımızın çok üstünde gelirimiz var. Bu imkanı nasıl değerlendirmemizi istersiniz?”
deyince, “Halka zekat dağıtın ve muhtaç kimse bırakmayın” diyor. Bir süre sonra maliye nazırı tekrar gelip
“Efendim, neredeyse herkes zekat verecek hale geldi ama hâlâ fazlamız var; yapmamızı istediğiniz bir iş varsa emrinize âmâdeyiz!” diyor. Ömer bin Abdülaziz “Onbeş yaşına girmiş, rüşt çağına ermiş herkesi evlendirin; gençlere ev kurmalarında yardımcı olun.” mukabelesinde bulunuyor. İşte, ülkesini ve halkını öyle bir zenginlik ve refah seviyesine yükselten insan, kendi adına ise zühd yolunu tercih ediyor. Velid döneminde onbin dinar maaş
alan halasının tahsisatını bile kesiyor ve halacığım “Hak ettiğimiz kadarını alalım, gerisi bize haram olur” diyor.
Sonra da her zaman yaptığı gibi kalkıp biraz zeytin yağı biraz da ekmek getiriyor ve “Halacığım yemek istemez misin?” diyor, ekmeği yağa banıp yiyor. İşte, bu sayede tefessüh etmek üzere olan bir toplumun bağrında yeniden zühd anlayışını, Muhammedî bir ruh kazanma düşüncesini yeşertiyor.
Adalet timsali Ömer Efendimiz
Mevlânâ Şiblî’nin anlattığına göre; Hazreti Ömer (radiyallahü anh), dörtbir cephede hasımlarıyla hesaplaşırken, onca at ve onca deveyi harp meydanına sevkediyor ama bununla beraber harbe iştirak etmeyen binlerce atı da hazır bekletiyordu. Meselâ, Medine civarındaki çiftliklerde savaşa hiç katılmamış asil Arap atlarından tam kırkbin tane, Suriye civarında da yine aynı sayıda at besleniyor ve yedekte tutuluyordu. Fakat, milletinin selameti ve istikbali için askerî gücünü bu denli kavî tutan ve o büyüklükte bir sermayeye sahip olan Seyyidina Ömer, günde belki sadece bir defa ekmeğini zeytin yağına banıyor, yiyecek olarak onunla iktifa ediyordu.
Adalet timsali Ömer Efendimiz, bir gün hanımının, saçlarına zeytin yağı sürmüş olduğunu görüyor. Saça sürülen zeytin yağı kaç para eder! Fakat bu, Ömer hassasiyeti sormadan duramıyor: “O zeytin yağını nereden aldın?” diyor. Hanımı, “Hani, fakirlere yağ dağıtmak için kullandığın kazanlar vardı ya.. işte onlardan biri henüz yıkanmamıştı; o kazanın dibinde kalan yağı kullandım” cevabını veriyor. Hazreti Ömer, bu cevaptan hiç memnun olmuyor ve “Millete ait zeytin yağını nasıl kullanabiliyor, onu saçlarına ne hakla sürüyorsun?” diyerek bu hoşnutsuzluğunu dile getiriyor. –Mil letin malını “hortumlayıp” duran modern kırk haramilerin kulakları çınlasın!..
Haberdâr olmamışsın kendi zâtından
Hazreti Ali (radiyallahu anh) insanın mahiyetindeki ulvîliğe bakarak ona seslenir ve “Kendini küçük bir cirim görüyorsun; halbuki bütün âlemler sende gizlidir. Sen bütün hakâike bir fihristsin.” der. M. Akif, Hazreti Ali’ye isnad edilen bu sözü serlevha yaptığı bir şi rinde insana şöyle seslenir:
“Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
Muhakkar bir vücûdum!” dersin ey insan, fakat bilsen.
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir:
Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,
Olur kalbin tecel î-zâr-ı nûrâ-nûr-i Yezdânî.
Musaggar cirmin amma gâye-i sun’-i İlâhîsin;
Bu haysiyyetle pâyânın bulunmaz, bîtenâhîsin!”
Evet, insan böyle mükemmel yaratılmış bir varlıktır ve o, Hâlık-ı Kerim’in pek çok isminin aynasıdır.
28 Ağustos 2016 Pazar
Anne ve çocuk
Sahih-i Müslim’de nakledilen bir rivayette de şöyle denmektedir: “Küçükken ölen çocuklar, Cennete girip çıkarlar.
Anne-babaları ile karşılaşınca, eteklerine yapışır veya el erinden tutarlar. Ana-babaları Cennete girinceye kadar, onlardan ayrılmazlar.” Taberânî’nin rivayetine göre; Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya), “Üç çocuğu ölen, Cennet’e girer” demiştir. Oradakiler, “İki çocuğu ölen de girer mi?” diye sual edince Peygamber Efendimiz, “İki çocuğu ölen de Cennet’e girer” karşılığında bulunmuştur. “Bir çocuğu ölen de öyle mi?” sorusu üzerine de,
“Allah’a yemin ederim ki, çocuk düşük de olsa, annesi sabredip sevabını Allah Teâlâ’dan beklerse, o çocuk annesini Cennet’e götürür” buyurmuştur. Evet, Cenâb-ı Hak dilerse, küçücük çocukları anne-babaların imdadına yetiştirir. Rahmeti Sonsuz, o rahmetin muktezasını yerine getirirken çocukları da icraatına perde birer sebep, birer argüman olarak kulanabilir. Keşke, biz de burada salih evlat olarak yaşasak ve ötede anne-babamızın el erinden tutsak, burada sebep olduğumuz hicran ve hasrete mukabil orada ebedî beraberliğe vesile olsak.
Ana - baba
Manisa’ya tayin olduğum günlerde Erzurum’a gidip sıla-yı rahimde bulunmuş, anne-babamın ellerini öpmüş ve birkaç gün yanlarında kaldıktan sonra yeni yerime gitmek için onlardan izin istirham etmiştim. “Müsaade ederseniz gidip vazifeye başlayayım.” deyince, babam “Önümüzdeki Perşembe’ye kadar gitmesen, yanımda
kalsan!” dedi. Ben karşılık vermedim, sadece boynumu büktüm ve gitmemin daha hayırlı olacağını ima ettim.
Babam, derince düşüncelere daldı, biraz bekledi, sonra gözleri yaşlı, ellerini omuzuma koydu, “Git” dedi, “Burada bir çift göz, orada ise binlerce göz bekliyor, git!” Bir programa yetişme gayretiyle elleri ni öpüp ayrıldım ve İzmir’e döndüm.
Bir hafta sonra, Ramazan ayının bir Perşembe gecesi babamın vefat ettiğini öğrendim. Son anlarında onun yanında bulanamayışıma çok üzüldüm. Hele onun keramet gösterircesine dile getirdiği “Bir hafta sonra gitsen!” teklifini hemen kabul etmeyişim, içimde sürekli kanayan bir yara olarak kaldı. O, yaptığım işin doğruluğuna ve bereketine inansa da, benden razı olarak “git” dese de, ben başka bir çözüm yolu bulmalı ve arzusunu yerine getirmeli değil miydim? O bir civanmertlik yapmışsa, bu fedakarlığı ona aittir ve onun fazilet hanesine yazılır; fakat, acaba ben başka bir formül bulamaz mıydım? İşte, bu endişeden dolayı hâlâ çok ciddi bir sorumluluk hissiyle iki büklüm olduğumu söyleyebilirim.
Annem yaşasaydı, doksan yaşını aşmış olacaktı; zaten elden ayaktan düşmüştü. Fakat, öyle de olsa, şu
merdivenleri çıkarken kaç defa düşünmüş ve kendi kendime “Ah anacığım, keşke hayatta olsaydın da seni sırtıma alsaydım, şu basamakları sırtımda çıkarsaydım; yemeğini yedirseydim, yatağını serseydim ve doya doya ellerini öpseydim. Sen de bana “Oğlum, Allah seni Firdevsiyle sevindirsin!” deseydin, hakkımda dualar etseydin.”
demişimdir. Babam için de aynı hisleri beslemişimdir. Bunlar içimdeki ukdeler… “Keşke” demekten alamıyorum kendimi… Emin olun, bunları size bir şey ima etme mülahazası taşımadan, sadece meseleyi kendi sorumluluğuma bağlayarak söylüyorum. Her gün sırtıma alıp taşısaydım, oradan oraya götürseydim de haklarını ödemiş olamazdım ama sevgi ve hürmetimi hiç değilse o şekilde ifade edebilmeyi çok isterdim.
Heyhat ki, bazı şeylerin ve bazı kimselerin kıymetleri yokluklarında anlaşılıyor. Anne, baba, amca, dayı, teyze, hala gibi insanların kıymetleri de ayrılıklarında daha çok ortaya çıkıyor. İnsan ancak onlardan cüda düşünce ve yerleri boşalınca fark ediyor onların değerini.
Anne-babanın hukuku
Hadis kitaplarında Fahr-i Kâinat Efendimiz’e biat etmek için gelen birinden bahsedilir. Ashab-ı Kiram’ın altın halkasına girmekle şereflenen o sahabi, en kutlu el leri tutar ve “Sana biata koştum ama annem babam arkada hicranla ağlıyorlardı” der. Şefkat Peygamberi (sallal lahu aleyhi ve sellem), hemen ellerini geri çeker, memnuniyetsizliğini yüz işmizazlarıyla ifade ederek şöyle seslenir: “Dön anne-babana, dön de ağlattığın gibi güldür onları.”
Bu temel kaideler zaviyesinden meseleye bakacak olursak, anne-babanın hukukunu gözetme hususunda hiçbir mazeret geçerli değildir; her fert onlara karşı vazifelerini eksiksiz eda etmek mecburiyetindedir.
26 Ağustos 2016 Cuma
Tefe’ül
Rehber-i Ekmel (sallallahu aleyhi ve sel lem), bir keresinde, “İslam’da teşe’üm yoktur, en hayırlı yorum tefe’üldür.”
buyurmuştu. Mübarek meclisindekilerden biri, “Tefe’ül nedir ya Rasûlallah!” diye sorunca, Rasûl-ü Ekrem,
“(Hadiselerin değerlendirilmesiyle alâkalı) güzel sözdür.” şeklinde mukabelede bulunmuştu.
Allah Rasûlü’nün Hudeybiye anlaşmasında Süheyl bin Amr’ın adını hayra yorması, tefe’ülün en güzel
misallerinden biri olarak kayıtlara geçmişti. Anlaşma yapmak üzere Kureyş tarafından gönderilen heyetin başında Süheyl bin Amr’ın olduğunu duyunca, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sel lem) uysallık, kolaylık, mülayemet ve yumuşaklık ifade eden “Süheyl” ismiyle tefe’ülde bulunarak “Artık işimiz kolaylaştı!” demişti. Şu kadar var ki, ne de olsa “Süheyl” adı, “ism-i tasgîr” denilen, küçüklük ve azlık ifade eden kelime grubundandı; onun menşei olan “sehl” kelimesi kolaylık manasına gelse de “süheyl” musaggar bir isimdi ve “küçük bir kolaylık”,
“azıcık yumuşaklık” demekti. Rasûlullah’ın nazarında, bu nüans, orada yine bir kısım problemlerin çıkabileceğinin iması gibiydi. Zaten müzakereler esnasında tam bir sühulet olmamıştı; anlaşma metnine
“Muhammedün Rasûlullah” yazılmasına dahi rıza gösterilmemiş, “Seni peygamber kabul etseydik bu anlaşmaya gerek kalmazdı ki!” manasına gelecek beyanlar serdedilmişti. Dolayısıyla, sehl değil, süheyl olmuştu; tam bir kolaylık değil, küçük bir kolaylık ortaya konulmuştu. İşte, Hikmetin Lisân-ı Fasîhi (sallallahu aleyhi ve sellem) bir isimden onca mana çıkarmış ve hasıl olacağını umduğu mülayemete “işimiz kolaylaştı” diyerek işaret etmişti.
Hazreti Rûh-u Seyyid’il-Enâm (aleyhi ekmelüttehaya), tefe’ülden hoşlanırdı; insanların güzel isimler taşımalarını ister, duyduğu o isimlerden güzel manalar çıkarır ve herkesin adının iyi yoruma açık olmasını arzulardı. Bundan dolayı da, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bazı kimselerin isimlerini değiştirmiş; onları eskisinden daha güzel ve manalı adlarla çağırmıştı. Ezcümle; Gurâb (karga), Harb (savaş), Âsi, Şeytan, Atale (şiddet, sertlik), Şihab (kıvılcım, ateş parçası) isimlerini değiştirmiş; mesela, Şihâb’ı Hişam (mutevazı, edepli), Harb’i Silm (sulh), Muzdaci’ı (yatıp duran) Münbais (kalkıp koşan) yapmıştı. Âsiye (isyankâr, itaatsiz kadın) adından hoşlanmamış, onun yerine Cemîle’yi (iyi huylu, güzel kadın) tesmiye buyurmuştu. Sadece insan adlarını güzel eştirmekle de iktifa etmemiş; Afire (çorak) adını taşıyan bir araziyi Hadire (yeşillik) ve “Şi’b-i Dalâlet” (sapıklık geçidi/alanı) denen yeri de “Şi’b-i Hüdâ” diye isimlendirmişti. Nezâhetin Hülâsâsı Peygamber Efendimiz, daha pek çok insan ve mekan ismini daha güzeliyle tebdil eylemişti.
Günümüzde de bazıları bir kısım rakamları, haftanın bel i günlerini, kara kedi, karga ve yarasa gibi kimi hayvanları uğursuz saymaktadırlar. Mesela, bir evin çatısında ya da balkonunda karga öterse, o ev halkından birinin öleceğine veya orada ciddi bir yıkım meydana geleceğine inanmaktadırlar.Aslında, kainatta cereyan eden hiçbir hadise manasız değildir. Her nesne ve hadise kendi diliyle bir mesaj vermektedir. Düşüp kırılan bardağın ve devrilen çaydanlığın dahi kendine göre bir manası vardır. Hayatını tevhid hakikatini ikame etmeye adamış Üstad hazretleri, eserlerinde çok defa bu meseleye de dikkat çekmiş; örnek olarak, demir sobasının zahirî bir sebep bulunmaksızın patlayıp parçalanmasını ve matarasının acîp bir tarzda kırılıp çok küçük parçacıklara ayrılmasını anlatarak, bu türlü hadiselerin ihtiyat ve temkin çağrısı sayılması gerektiğini belirtmiştir.
Evet, çok ince hesaplarla yaratılan ve ayakta tutulan şu kainatta rastlantıya asla yer yoktur. İnsanın ayağına batan bir iğne dahi tesadüfî değildir. Ehl-i dalalet bazı meseleleri tesadüf deyip geçiştirse de, her şey Mevlâ-yı Müteâl’in meşieti ve kudretiyle, bir ilahî plan dahilinde varlık sahasına çıkmaktadır; mülk sahibi O’dur, mülkün bütün tasarruflarının arkasında O’nun yed-i kudreti vardır. Bu itibarla, İslam uğursuzluk düşüncesini reddetmiştir; inancımıza göre, ne bazı rakamlar ne bel i günler ne de bir kısım hayvanlar uğursuzdur. Bununla beraber, hadiselerin lisanından anlayan kimseler için hemen her vakıanın bir mesaj ihtiva edebileceği mahfuzdur.
Halife Harun Reşit
“ehlullah” dediğimiz Hak dostları sürekli bu hedefi takip etmişlerdir. Onların hemen hepsi senelerce
“Seni isterim Allahım, sadece Seni!..” diye inlemişlerdir. Aralarında tam altmış yıl boyunca “Başka bir muradım yoktur Rabbim; yalnızca Seni diliyorum.. Seni, Seni, Seni…” deyip ağlayanların sayısı hiç de az değildir. Bu güzîde kul arın tesbihleri dahi adeta “Seni, Seni, Seni…” nakarâtından ibarettir.
Meşhur bir menkıbede anlatıldığına göre; Halife Harun Reşit, bazı özel günlerde halkına hediyeler dağıtırmış.
Teb’asını memnun etmeyi ve halkın gönlünü almayı, Rabbin rızasına bir vesile bilirmiş. Yine hediyeler saçtığı bir gün, nedîmi ve doktoru Cafer Bermekî’nin, kapının kenarında boyun büküp beklediğini görmüş. Ona dönerek,
“Caferim, sana da bir ihsanda bulunayım. Herkese bir-iki altın verdim, senin payına on tane ayırayım!..” diye seslenmiş. Bermekî, “İstemem Sultanım..” demiş. Harun Reşit, el i-yüz, ne kadar altın teklif ederse etsin, Bermekî, “istemem” cevabını vermiş. Nihayet, Sultan sormuş; Be adam, peki sen ne istersin?” Cevap, bütün sâdıkların duygu ve düşüncelerini yansıtacak türden olmuş: “Seni isterim Sultanım, seni!.. Ben senin sevgine tâlibim; sen benden razı olduktan sonra sarayını da, malını-mülkünü de zaten kendimin bilirim.”
Evet, her samimi kul, Rabb-i Rahîm’e karşı işte bu hisleri beslemelidir. Zira, tercih hayatî ehemmiyeti hâizdir.
25 Ağustos 2016 Perşembe
Hakk’a kul olanlar kula kul olmaz
Onu bulup, O’na yönelip O’nun huzurunda iç dökmek bir tesbih ve tazim; susmak ise bir murakabe ve tefekkürdür. O’nun
maiyyetine erenler, çölde yaşasalar da hep ab-ı hayat etrafında dönüp durmuş; her işini O’na bağlayanlar – dikenler onlardan uzaktır ama– diken ektiklerinde bile gül dermişlerdir. Yol arı –olmaz ya– gidip cehenneme dayandığında dahi bunlar berd ü selâm yaşamışlardır. İşte onların vird ü zebanı
Hakk’a kul olanlar kula kul olmaz,
Kul uğa erenler yol arda kalmaz..
Ruhlarında vuslat, ruhlarında haz,
Âlem aldansa da onlar aldanmaz.
Kim bilir, belki başka bir gün bu konu üzerinde durma fırsatı da doğar.
24 Ağustos 2016 Çarşamba
Ey tâlib-i feyz-i Hudâ gel halkaya
İnsanlığın İftihar Tablosu zamanında böyle kardeşlik köprüleri kurulmuş ve dostluk halkaları oluşturulmuştur. İlim ve zikir gayesiyle biraraya gelen ve omuz omuza veren insanlar mescidde halkalar teşkil etmiş ve herkesi onlardan birine dahil olmaya çağırmışlardır. Bu meselenin ehemmiyetine dikkat çekme sadedinde kaynak kitaplarda zikredilen “halka hadisi” çok ibret vericidir:
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Ashab-ı Kiram ile beraber bir halka halinde mescidde otururlarken, içeriye üç kişi girmiştir. Sonradan gelen o üç kişinin ikisi Rasûlullah’ın huzurunda durmuş; bilâhare onlardan biri halkada bir boşluk bularak oracığa oturmuştur. Diğeri de, halkaya dahil olmasa bile cemaatin hemen arkasında bir yere oturmuştur. Üçüncü şahıs ise, mescidde durmamış, arkasını dönüp gitmiştir. O esnada Ashabına nasihatte bulunan Rehber-i Ekmel Efendimiz, anlatmakta olduğu meseleyi bitirince şöyle buyurmuştur: “Bu üç kişinin halini size haber vereyim mi? İçlerinden biri Allah’a sığındı, Cenâb-ı Hak da onu ilahî himayesine aldı. Diğeri arkadaşlarına sıkıntı vermekten) utandı, Al ah da ondan (ona azap etmekten, Şanına yaraşır şekilde) haya etti. Öteki ise (o meclisten) yüz çevirdi, Al ah da ondan (Zâtına has bir mahiyette) yüz çevirdi.”
Evet, Sâdık u Masdûk Efendimiz, mü’minlerin meclisine sırt dönmeyi Allah’tan ve kendisinden uzaklaşma saymıştır. Demek ki, mutlaka halkaya dahil olmak ve onun içinde yer almak lazımdır. M. Lütfî Hazretleri’nin şu sözü de bu hakikatin farklı bir beyanıdır:
“Ey tâlib-i feyz-i Hudâ gel halkaya, gir halkaya.!
Ey âşık-ı nûr-i Hudâ gel halkaya, gir halkaya!”
Rahmet ve Bereket Cemaattedir!...
Ebu Hanife Hazretleri
Selef-i salihîn efendilerimiz, İslam’a karşı insafın hakkını vermek ve temel dinamiklere aykırı düşmemek için en küçük bir meselede dahi şakakları zonklayacak kadar müzakere yapmış ve ancak ilim ehli olan herkesin
fikirlerini aldıktan sonra nihaî hükmü beyan etmişlerdir. Ebu Hanife Hazretleri’nin yüzlerce, belki bazen binlerce talebesiyle sabahtan akşama kadar belli mevzularda görüş alışverişinde bulunduğu bilinmektedir. İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve hatta İmam Züfer gibi talebelerinin ona muhalif beyanlarda bulundukları; bir hakikatin vuzuha kavuşması için -Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle- öz beyinlerini burunlarından kustukları ve İmam-ı A’zam’ın onların mülahazalarını da dinleyip büyük bir hakperestlikle “İşin hakikati şudur” diyerek, kendi düşüncesine ters de olsa doğrunun yanında yer aldığı herkesin malumudur.
Öyleyse, günümüzün dava erleri de, herhangi bir meselede, hususiyle ileride eda edeceği fonksiyon açısından gaye-i hayale bağlı görülen ve getirisinin büyük olacağı tahmin edilen bir ruhsat söz konusu olduğunda, kendi hisleri ile hareket etmemeli, şahsî yorumlarını esas kriterlerin yerine koymamalı ve mutlaka istişarenin hakkını vermelidirler.
19 Ağustos 2016 Cuma
Üslup meselesi
İnsan-ı Kâmil olan Allah Rasûlü bir beşîr ü nezîr için hayati ehemmiyeti bulunan üslup meselesinde en mükemmel misali temsil ve talim buyurmuştur.
“Ashabımı Bana Bırakın!..”
Hadis kitaplarında nakledilen şu hadise üslup meselesine ışık tutucu mahiyettedir: Bir gün, yeni müslüman olmuş birisi, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in huzuruna girerek O’ndan yardım talep etmişti. Hiç kimseyi eli boş döndürmeyen Allah Rasûlü, o adama da bazı şeyler vermişti; fakat, adam hoşnutsuzluk izhar edip edep sınırlarını da zorlayarak daha fazlasını istemişti. Bunun üzerine, Ashab-ı Kiram’dan bazıları, saygısızlığını cezalandırmak maksadıyla o şahsın üzerine yürümüşlerdi. Fakat, Peygamber Efendimiz onlara mani olmuş ve başka şeyler de verip o adamı memnun etmişti. Sonra da sahabîlere dönüp şöyle buyurmuştu: Benimle bu köylünün hali kaçan bir deve ile sahibinin durumu gibidir.
İnsanlar devenin peşinde koşar, hep beraber onu yakalamaya çalışırlar ama deve kalabalıktan daha çok ürker ve var gücüyle kaçar. Sonunda hayvanın sahibi, “Devemi benimle başbaşa bırakın.” diye seslenir; eline bir tomar ot alarak ona ön tarafından yavaş yavaş yaklaşır ve sonuçta devesini sakinleştirerek boynuna zimamı vuruverir.
Eğer siz de o adamı bana bırakmasaydınız onu iyice uzaklaştırmış ve ateşe atmış olurdunuz. Benimle
ümmetimin arasına girmeyin, ashabımı bana bırakın!”
Demek ki, üslup hatası yaparak insanları Allah’ın dininden ve Rasûl-ü Ekrem’in şefkat ikliminden uzaklaştırmak Allah Rasûlü ile ümmetinin arasına girmektir. Bu itibarla, insan, yanlış bir üsluptan (daha doğrusu
üslupsuzluktan) dolayı kulları ile Yüce Yaratıcı’nın, ümmeti ile Allah Rasûlü’nün arasına girmiş olmaktan çok korkmalıdır. Bir deveyi yakalamanın bile bir üslubu varsa, çok farklı tabiatlardaki insanlara hak ve hakikatleri anlatmanın da mutlaka bir üslubu olmalıdır. Şahısların fıtratları da nazar-ı itibara alınarak herkes için en uygun üslup tesbit edilmeli ve farklı argümanlar kullanılmalıdır.
Cud bi lutfike ya İlahî men lehu zâdün kalîl
Seyyidina Hazreti Ebu Bekir yüz tane mehdînin yaptığı işi yapmıştır. Fakat, hiçbir zaman herhangi bir büyüklük iddiasında bulunmamıştır. Bilakis, akıbetinden hep korkmuş, sürekli kendini sorgulamış ve devamlı nefsiyle yaka paça olmuştur. Mesela; Sâdık u Masduk Efendimiz’in “Eteklerin yerde sürünmesi kibirdir!” dediğini duyunca ürpermiş ve hemen “Ya Rasûlal ah, yoksa ben de mi mütekebbirlerdenim?” deyip, Allah Rasûlü’nden öyle
olmadığının teminatını alana kadar endişeyle beklemiştir. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in onca takdirine, iltifatına ve müjdesine mazhar olduğu halde, iddiadan uzak durmuş, düz kul uğu talep etmiş ve kendisini hep mü’minlerin en gerisindeki biri gibi görmüştür.
Hazreti Sıddık’ın
“Cud bi lutfike ya İlahî men lehu zâdün kalîl
Müflisün bissıdkı ye’tî inde babike yâ Celîl!..”
mısraıyla başlayan münacaatı, onun ruh haletini ortaya koyması açısından çok ibretâmizdir: “Allahım, azıcık bir zahîresi kalmış şu kuluna lütf u kereminden bol bol nimet ver; iflas etmiş olsa da, yine sadâkatle kapına gelmiş
bulunmasına merhameten büyüklüğünü göster! Evet o, günahı pek büyük, zavallı bir kuldur, fakat, Senden başka kimsesi olmayan bir gariptir; Sen o büyük günahların hepsini yarlığa ve bu bîçâreyi sevindir.
16 Ağustos 2016 Salı
Bu gün mah-ı Muharremdir
Peygamber Nesli’nin maruz kaldığı belalar yine Alevîsiyle Sünnîsiyle hepimizin yüreğini dağlamaktadır.
Kendimi idrak ettiğim günden bu yana, gezip gördüğüm tekyelerde, zaviyelerde, medreselerde, sohbetlerinden istifade etmeye çalıştığım âlimlerin, âriflerin ve fazilet ehlinin meclislerinde Kerbela ile alâkalı mersiyeler okunduğuna ve bilhassa Seyyidina
Hazreti Hüseyin’in maruz kaldığı zulüm hikaye edilirken herkesin hıçkıra hıçkıra ağladığına çokça şahit olmuşumdur. Alvarlı Efe Hazretleri’nin:
“Bu gün mah-ı Muharremdir, muhibb-i hanedan ağlar.
Bu gün eyyam-ı matemdir, bu gün âb-ı Revan ağlar.
Hüseyn-i Kerbela’yı elvan eden gündür.
Bu gün Arş-ı muazzamda olan âli divan ağlar.
Bugün Âl-i abanın gülşeninin gül eri soldu,
Düşüp bir ateş-i dilsuz, kamu ehl-i iman ağlar
Güruh-i hanedana Lütfiya kurban ola canım,
İla yevmil kıyame can ile ehl-i iman ağlar.”
sözleri hala kulağımdadır; bunlar söylenirken duygu pınarlarımızın coştuğu ve gözlerimizin yaşlarla dolduğu da hafızamda bugünkü gibi canlıdır.
Bu itibarla, ülkemizin, milletimizin ve topyekün insanlığın selameti hesabına, böyle ortak meselelerde bir mutabakat sağlayarak bir araya gelmemiz, karşılıklı olarak konuma saygılı davranmamız; dünkü kavga
sebeplerini bugüne taşıyarak yeni çatışmalara meydan vermememiz ve asla birbirimizi suçlayıcı söz, tavır ve davranışlara girmememiz gerekmektedir.
Nur-ı ayn-i Muhammed’dir
İçinde neş’et ettiğim ailem ve kültür ortamım itibarıyla, Hazreti Ali’yi öyle sevmişimdir ki, hep ondan yana ağır basan muhabbet terazimi
dengelemekte oldukça zorlanmışımdır. Bilhassa kahramanlığıyla, civanmertliğiyle ve karakterini oluşturan fütüvvet ruhuyla Şah-ı Merdan’ı tanıyınca, ona o denli hayranlık duymuşumdur ki, diğer üç halifenin faziletlerini de nazar-ı itibara alarak herkesi kendi konumuna göre değerlendirme hususunda çok ciddi gayret sarfetmişimdir.
Bilhassa, Hazreti Ali’ye karşı içten sevgisine ve gönülden bağlılığına şahit olduğum Alvar İmamı’nın,
“Nur-ı ayn-i Muhammed’dir,
Şah-ı merdan Haydar Ali.
Dürr-i derya-yı Ahmed’dir,
Şah-ı merdan Haydar Ali!
sözlerini sürekli duyduğum ve Ali (radiyallahu anh) Efendimiz hakkında birbirinden müessir menkıbeler dinlediğim o tekye atmosferinde, diğerleriyle Hazreti Ali arasında tercih yapamaz hale gelmiş ve “Haydar-ı Kerrar olmazsa olmaz!” demişimdir.
Oysa, bu hususta Ehl-i Sünnet telakkisi ve dengeli olmanın gereği Hazreti Ali Efendimizin söylediğini söylemektir; o, “Ebu Bekir olmasaydı, bu din olmazdı.” demek suretiyle, hem Hazreti Ebu Bekir’in (radiyallahu anh) müstesna mevki ne işarette bulunarak hakperestliğini göstermiş, hem kendi tevazuunu seslendirmiş ve hem de kendisinden sonra geleceklere böyle kaygan bir zeminde kayıp düşmemeleri için bir tembihte bulunmuştur.
İbret olmaz bize
Kelâmullah’ın bir köşeye atılması, yalnızlığa terkedilmesi, sadece duvarların süsü yapılması ve yalnızca ölülere okunması revâ değildir. O, ölülerden önce diriler için kurtuluş vesilesidir. Onda ferdî ve içtimâî bütün hastalıklarımızın çaresi vardır. Onu böyle görüp böyle kabul etmemek başlı başına bir cefâdır. M. Akif bu hakikati ne güzel ifade eder:
“İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa, bir maksad aranmaz mı bu âyetlerde?
Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur’ân’ın:
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma’nânın:
Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına;
Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!”
Hâsılı; Kelam-ı İlâhî’den kat’iyen uzaklaşmayan, onu usûlüne göre okuyan, emirlerine uygun olarak yaşayan ve ayetleri yorumlama hususunda haddi aşmayan insan ikrama layık bir Kur’an talebesi sayılır.
Amerikalı bir profesör
Amerikalı bir profesörün şu hatırası temsilin gücüne delalet eden yüzlerce hadiseden sadece biridir: Dinler tarihi sahasında uzman olan o zat, bir grup arkadaşıyla beraber Türkiye’yi ziyaret ediyor. Bir gün yolu, Urfa’ya, civanmert insanların himmetlerine başvurulan bir toplantıya düşüyor. Bir masanın etrafını çeviren kimselerden kendi yanına tevafuk eden bir Anadolu insanıyla kısaca tanışırken, bir aralık Güneydoğu Asya’dan yeni döndüğünü de söylüyor. Bunu duyan adamcağız, tevazu ve mahcubiyetle, profesörün kulağına “Öyle mi? Benim de Kamboçya’da bir okulum var!” diye fısıldıyor. Profesör, o hizmet aşığını anlatırken “Görünüş itibarıyla fakir bir insandı, çok mütevazıydı; fakat, hayret ki, neredeyse bütün kazancını belki de dünya gözüyle hiç göremeyeceği bir okula gönderiyordu. Kendi himmetinin de içinde bulunduğu fedakârlıklar sayesinde açılan okulda Kamboçyalı çocukların eğitim görüyor olmasından dolayı tarifi imkansız bir sevinç duyuyordu.” diyor ve o günden sonra, adanmış ruhların ihlas ve samimiyeti hususunda başka delile ihtiyaç hissetmediğini dile getiyor.
O profesör ve emsali, Kur’an’a karşı habersiz kimseler değiller. Fakat, onlara temsil tesir ediyor. Yine tanıdığım birisi, belki on sene İslam ile alâkalı kitaplar okuyor ama hayat çizgisinde bir değişiklik meydana gelmiyor. Bir gün bir arkadaşınıza misafir oluyor; o samimi insanın her haliyle “Allah” dediğini hissediyor; öyle gönülden bir mü’min ki, belki çok az konuşuyor ama hal ve hareketleriyle otururken “Allah” diyor, kalkarken “Allah” diyor, bakarken “Allah” diyor, başını secdeye koyarken “Allah” diyor… ve inanmış insanın hal dili o zata da çok tesir ediyor. İşte o zaman, kitaplarda gördüğü tafsilatı sağlam bir blokaja oturtabiliyor; “Bu hareketler şu temel disiplinlere dayanıyor!” diyor.
Bu açıdan, farklı anlayışların temsilcileri insafa davet edilirken, onları insafa getirebilecek bir temsilin sergilenmesinin lüzumu da gözardı edilmemelidir.
14 Ağustos 2016 Pazar
İste peykânın gönül hecrinde
Bazen, mes’âda koşan insanların, daha çok bir nehrin akışına benzeyen çağıltılarına karışarak, karışıp bir koro şivesiyle hislerini dile getirerek.. bazen de hiçbir şey ve hiçbir kimse görmüyor olma ruh hâletiyle, tek başına sa’y ediyormuşçasına, gözünde Hazreti Hacer’in silûeti, elinde gönül kâsesi ve dilinde
“İste peykânın gönül hecrinde, şevkim sâkin et,
Susuzum bir kez bu sahrada benim’çün âre su!
…………….
Bîm-i dûzah nar-ı gam salmış dil-i sûzânıma.
Var ümidim ebr-i ihsanın sepe ol nâre su”
(Fuzûlî)
sözleri, göklerden gelip alevlerini söndürecek bir rahmet bekler.. ve ruhunu yakan kendi ateşiyle beraber, intizarın bitmeyen hasretiyle de kavrulur durur.
Bak şu gedânın haline
İnsan mes’âda (sa’y mahalli) hep bir koşup aramanın, bir medet dileme ve imdat etmenin kültürünü, şiirini, mûsıkisini, vuslat ve dâussıla”sını yaşar. Orada önemli bir şeyin peşine düşülmüş gibi, takipler aralıksız devam eder. Aranan şey zuhur edeceği âna kadar da gelip-gitmeler sürer durur. O yolda rastlanılan her iz ve emâre insanın heyecanını bir kat daha artırır.. ve sîneler:
“Bak şu gedânın haline
Bend olmuş zülfün teline
Parmağı aşkın balına
Bandıkça bandım bir su ver.”
(Gedâi)
11 Ağustos 2016 Perşembe
Afitâbı hüsnü hûbân âkıbet eyler üfûl
Hasret ve hicranla yıkılmış ruhların, güzeli güzel görmeleri ve ondan heyecan duymaları da imkânsızdır. Bütün güzel iklerin her zaman duygularımızda solmadan taptaze kalması, zevk ve lezzetlerimizin acılaşmadan devam etmesi; evet, çiçeklerdeki renklerin nağmelerdeki büyülerin, sanatkâr el erin ortaya koyduğu sihirli eserlerdeki revnakın hep canlı kalması, onların gerçek kaynaklarının görülüp sezilmesine bağlıdır ki; o kaynağı bu ölçü içinde sezip bilenlerin, varlıkla alâkalı duydukları bütün zevkler, lezzetler, heyecanlar ve takdirler aslî olmadan çıkar, tebeî bir hâl alır ve artık bütün eşya ve hâdiselerdeki değişik tezahürler, kendilerinden dolayı değil de, sahiplerinden ötürü görülüp sevilme konumuna yükselirler. Evet, batıp giden şeyler, kalbin alâkasına değmedikleri gibi, sevilmezler de. Bir şairimiz, bu duyguyu, Kur’ânî ufukla irtibatlandırarak şöyle ifade eder:
“Afitâbı hüsnü hûbân âkıbet eyler üfûl,
Ben muhibbi Lâ Yezâlim, “lâ ühıbbü’l-âfilîn.”
(Güneş gibi güzel yüzler de sonunda batar gider; bu itibarla ben, fânî güzelleri değil, batmayan ebedî güzeli severim.)
Aynı mülâhazayı Mevlânâ, şu sözleriyle dile getirir:
“Allah’ım, Sen’i görüp, Sen’i tanıdıktan sonra, gözüm artık dünya güzel erini görmez oldu.”
Evet, maddî ve cismanî güzellikler, nazarları Güzeller Güzeli’ne yönlendirmek için sadece birer vesiledirler.
Vesilelere takılıp kalmak ise, hedef körlüğüne düşmek, varılacak noktayı unutmak, ömrü mecâzî muhabbet ve alâkalarla tüketip, hakikata karşı kapalı kalmak demektir.
İmam Ali Zeynülabidîn
Peygamber Efendimiz, “Cenâb-ı Hak, ne
‘desinler’ diye hayır yapan süm’acıdan, ne gösteriş delisi mürâîden, ne de iyiliğini başa kakıp duran mennândan hiçbir şey kabul etmez!” buyurmuştur. Hayır ve hasenâtı gizli yapmak ve sadakayı kimseye göstermeden vermek gösterişten ve “desinler”e iş yapma mülahazasından kurtulmak için iyi bir yoldur. Bizim dünyamızda, gizlice iyilik yapıp, yardım ettiği fakire bile kendini bildirmeden sırra kadem basan insan çoktur. Seleflerimizden bazısı, sadakasını bir fakirin geçeceği ya da oturacağı yere koyup oradan uzaklaşarak; kimisi, uyumakta olan bir muhtacın cebine para koyarak; bir başkası da, sırtındaki yardım çuvalını bir kapının önüne sessizce bırakıp gözlerden kaybolarak infakta bulunmayı tercih etmişler; riyadan, süm’adan ve minnet altında bırakmaktan son derece sakınmışlardır.
Bir menkıbede anlatıldığına göre; bu fedakar ruhlardan biri de, Peygamber Efendimiz’in torunlarından olan İmam Ali Zeynülabidîn’di. Kendisini Allah’a kulluğa adamış bu insanın yaşadığı dönemde halkın arasında pek çok fakir, kimsesiz ve bakıma muhtaç insan vardı. Bunların çoğu, ihtiyaçları olan yiyecek, içecek ve giyecek eşyaların bir gece vakti kapılarının önüne konmuş olduğunu görürlerdi. Senelerce kimin getirdiğini bilemedikleri bu eşyaları bir taraflarına iliştirilen ‘helâldir’ pusulasına da güvenerek– kullanmışlardı. Yıllardan sonra bir sabah, kapıların önü boş kalmıştı. O gece hiçbir muhtacın eşiğine erzak çuvalı bırakılmamıştı. Herkes bunun sebebini merak ediyordu ki, o sırada “İmam Ali vefat etti.” diye bir ses duyuldu. Hak dostunu yıkayan, defin için hazırlayan gassal, imamın sırtına el vurunca kocaman bir nasırın varlığını görmüş ve su yerine onu gözyaşlarıyla yıkamaya başlamıştı. Zira o koca İmam tam yirmi yedi sene fakire fukaraya çuval çuval yardım taşımıştı sırtında. Taşıdığı yüklerden dolayı sırtı nasır bağlamıştı. Fakat, o ölene kadar bundan kimsenin haberi olmamıştı. Kimsenin haberinin olması da gerekmezdi; çünkü, asıl gaye Allah’ın rızasını kazanmaktı ve her şeyi bilen Allah, bir gece vakti sırtında erzak çuvalı taşıyan Zeynülâbidin’in halini de görüyor ve biliyordu.
İşte, o ve onun gibiler, nazarlarını rıza ufkuna kilitlemiş ve kulluk kulvarında rekabetsiz yarışmayı seçmişlerdi.
8 Ağustos 2016 Pazartesi
Mahşerde nebîler bile
Esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhâniyenin merkez noktası O, peygamberlik semasının kutup yıldızı da O’dur… Ne var ki, Hazreti Mesih’i her şey gören, hatta onun hulul ve ittihadına inanan ve ona bir yönüyle “Rab” diyen insanların yanında, “Efendimiz eşi menendi olmayan birisidir, bütün Peygamberler –bilâistisna– O’nun kapıkulu ve halâyıkıdır.” beyanıyla söze başlar, Merhum Ali Ulvi Kurucu’nun,
“Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman’dır Efendim.”
mısralarıyla gürlerseniz, muhataplarınızın hissiyatını hesaba katmamış ve daha ilk anda onların kabul kapılarını kapatmış olursunuz. Söyleyeceğiniz sözlerin doğru olması gerektiği gibi, o doğrunun dile getirileceği yer, zaman ve üslup da çok iyi tesbit edilmelidir. Şahsen, bu türlü hususlara dikkat ederken, çok defa “Ya Rasûlallah, beni affet; burada sana hakkıyla tercüman olamadım. Fakat, muhataplarımın hissiyatını gözönünde bulundurarak, onları tepkiye sevk etmemek ve seni tam olarak anlatabilmek için böyle davrandım” demiş ve O’ndan özür dilemişimdir. Evet, siz o insanları tanımazsanız, bazı meselelerde onların duygu ve düşüncelerini gözetmez ve bir ölçüde konumlarına saygılı olmazsanız, kendinizi anlatma fırsatını yakalayamazsınız. Dininizden,
milletinizden ve tarihinizden renkler taşıyan kimliğinizi ortaya koyma imkanını hiç bulamazsınız. Dolayısıyla, hoşgörü-diyalog derken ve herkesle bir çeşit irtibat içinde bulunurken de dinin ruhsat verdiği dairede dolaşmış, yine Hakk’a kulluğunuzu seslendirmiş, hürriyetin ayrı bir yanını tatmış ve bağımsızlığı başkalarına da tattırma gayretinde bulunmuş oluyorsunuz.
Yaşar Tunagür Hoca
Haddizatında, her zaman Allah namına vermeli, Allah namına almalıyız. Allah namına vermeyen ve verirken minnet edip beklentilere giren gafil insanlardan hiçbir şey kabul etmemeliyiz. Çünkü, Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, “Ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bazen, bir senelik dünya hayatına bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye sebep olur.
Yaptığı yardıma mukabil bin kat fazla fiyat ister.”
İlk defa Avrupa’ya gideceğim zaman Yaşar Tunagür Hoca bana demişti ki; “Ehl-i dalâlet, sizden iki bardak çay parası koparacaklarına inanmasalar, kat’iyen size bir bardak çay içirmezler. Şayet, size bir arpa boyu destekte bulunmayı teklif ediyorlarsa, bilin ki, sizden sadece iki değil, belki dört-beş arpa çıkarmayı düşünüyorlardır, hesaplarında o vardır.”
Demek ki, Allah rızasını gözetmeyen ve dünyasını maddî çıkarlar üzerine kuran kimseler size ömür boyu diyet ödetme peşindedirler. Yeryüzündeki bütün ehl-i dünyanın ve hesaplarını dünyevî ölçülere göre yapanların niyeti böyledir. Bundan dolayı, bu hareketin bağımsızlığı üzerinde hassasiyetle durulmalı; hür başlayan ve hür devam eden diyalog ve eğitim faaliyetlerinin bundan sonra da millete ait bağımsız bir teşebbüs olarak kalmasına azami dikkat edilmelidir.
Mudar kabilesi
Bir gün Arab’ın aslı olan Mudar kabilesinin müslümanları gelmişlerdi. Giyecek başka bir şey bulamadıklarından dolayı üzerlerinde yün elbiseler olduğu için daha onlar içeri girer girmez mescidi ter ve yün kokusu sarmıştı. Yorgun, aç ve susuz olan bu fakir insanları görünce Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in gözleri dolmuştu.. onları öyle ızdırap içinde gördüğü için neredeyse ağlayacaktı. Hemen infakla alâkalı ayetleri okumuş; ashabına, insanlara yardım etmenin faziletlerini anlatmıştı. Fakat, Sahabe efendilerimiz henüz başkalarına yardım etmeye alışmamışlardı; dolayısıyla, hiç kimse bir coşkunluk ve bir heyecan ortaya koymamıştı. Allah Rasûlü’nün yüzünde hüzün emareleri belirecekti ki, O’nun halinden çok iyi anlayan ve işin nezaketini kavrayan bir sahabi yerinden fırlayıp evine gitmiş, parmaklarının arasından dökülecek kadar ellerini doldurmuş ve getirdiklerini Rasûlullah’ın huzuna dökmüştü. Onu görünce diğerleri de ne yapılması lazım geldiğini anlamış ve herkes infak için koşmuştu. Nitekim, Peygamber Efendimiz’in önünde bir oğlak büyüklüğünde yardım malzemesi birikmişti. İşte o zaman, yüzündeki hüzün bulutları birer birer sıyrılan Şefkat Peygamberi ashabına tebessüm etmiş ve şöyle buyurmuştu: “Bir işe delâlet edip o hususta yol gösteren onu yapmış gibidir.”
Evet, Ashab Efendilerimiz o gün verme kapısını açmış ve zamanla da sahip oldukları her şeyi vermeye âmâde hale gelmişlerdi. Onlardan kimisi malının tamamını, bazısı servetinin üçte ikisini, bir başkası bir anda yedi yüz deveyi ve bir diğeri de en çok sevdiği bahçeyi Al ah yolunda tasadduk edecek kadar cömertleşmişlerdi.
Baş eğmeyiz edânîye dünyâ-yı dûn içün
Hürriyetin diğer bir buudunu ise, kuvvetin hakta olduğu prensibine göre hareket etmek, zalim kuvvetlerin dayatmaları karşısında asla “pes” dememek ve başka güçlerin boyunduruğuna razı olmamak teşkil eder.
“Baş eğmeyiz edânîye dünyâ-yı dûn içün;
Al ah’adır tevekkülümüz, itimadımız”
diyen Bâkî böyle bir hürriyet düşüncesini seslendirir. Evet, şayet Allah’a tevekkül etmişsen ve O’na tam güveniyorsan üç-beş günlük dünya için sen de aşağılık kimselere baş eğmez, boyun bükmezsin. Hazreti İbrahim ve ona tâbi olanlar gibi “Ey Yüce Rabbimiz! Yalnız Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız.” (Mumtahine, 60/4) der ve hep dik durur, merdane yürürsün; ne zulmü alkışlar ne de zalime serfürû edersin. Allah’ı yegâne Azîz ve Hakîm bilmişsen, kalbini sıkıştıran ve ruhuna ağır gelen hadiseler karşısında bile “Vardır bir hikmeti..” deyip, en kötü şartları dahi lehine çevirebilecek bir Rabb’e dayandığını düşünerek rahatlarsın. Cenâb-ı Hakk’ı Gâlip ism-i şerifiyle tanımışsan, O’nun sözünün üzerine söz
olamayacağına, kudretinin üstünde herhangi bir kudret bulunamayacağına ve dilediği her şeyin mutlaka
gerçekleşeceğine kat’iyen inanarak sadece O’na kul olur ve diğer bütün kulluklardan kurtulursun.
Yıllar geçiyor ki
“Karanlığın son serhaddi, fecrin en sadık emâresidir” diyor ve bu zifiri karanlıkların yırtılacağı eşref saatleri bekliyoruz; bekliyor ve viladet yıldönümünde iyice coşan şefkatine sığınarak sana yalvarıyoruz:
Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli geceydi;
Eyvah o da leyl-i mâtem oldu!
………………
Al ah için ey Nebî-yi Mâsum,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
Bizleri bırakma böyle mazlum.
(M. Akif)
Ey güzeller güzeli Sevgili gel, bir kere daha misafirimiz ol.. tahtını sinelerimize kur ve bize buyurabildiğin her şeyi buyur. Gel, gönüllerimizdeki karanlıkları kov, bütün benliğimize ruhunun ilhamlarını duyur ve bize yeniden diriliş yollarını göster.
7 Ağustos 2016 Pazar
Ömer Efendimiz
Korteksini mâsivâ ile doldurmuş, şuuraltı müktesebâtını mal-mülk düşünceleriyle oluşturmuş ve bütünüyle dünyevî mülahazalara gömülmüş bir insanın ölüm ötesindeki hali de aynı çizgide şekillenecektir. Böyle bir zavallı, “Men Rabbuke?” sorusuna muhatap olunca, kat’iyen doğru cevabı veremeyecektir; zira, şuuraltı müktesebâtında bu suâle dair bir malumât bulamayacaktır. Duygu ve düşünce harmanında, elini attığı her yerde nefis, mal, mülk, şan ve şöhret kırıntılarına rastlayacak ama marifet-i Sâni hesabına hiçbir semereye tevafuk edemeyecektir. Evet, kabirde “Men Rabbuke ve men Nebiyyuke ve ma dînuke?” sorularıyla başlayan ahiret menzillerinin herbiri bir akabedir; ne var ki, bunların aşılması daha dünyadayken azık hazırlamaya ve faydasız yüklerden kurtulmaya bağlıdır.
Söz gelmişken, nazara verilen hususların, hâdisenin kahramanlarına yakışması ve ibret verici olması yönüyle, zikredilmesinde fayda mülahaza ettiğim bir menkıbeyi anlatmak istiyorum. Denilir ki: Rehber-i Ekmel (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz, bir gün mescidde kabir azabına, Münker ve Nekir’in ilk sorgulama esnasındaki heybetli hallerine ve berzah hayatına dair beyanda bulunurken, Hazreti Ömer (radıyallahu anh), “Ya Rasûlallah, suâl anında şimdiki aklımız bize verilir mi?” diye sorar. Hikmetin Lisan-ı Fasîhi (aleyhi ekmelüttehaya) Efendimiz, “Şimdiki aklınızla nasılsanız kabirde de öyle olursunuz.” buyurur. Bu cevap üzerine Hazreti Ömer, “Böyle olduktan sonra, kabir suâliyle alâkalı korku ve elem çekmeye lüzum yoktur.” der.
Hazreti Ömer’in dâr-ı bekaya irtihalinin akabinde, bu hâdise Hazreti Ali’nin aklına gelir; “Bakalım Münker ve Nekir’e nasıl cevap verecek?” der. Cenâb-ı Hakk’ın aradaki perdeyi kaldırması neticesinde, Haydar-ı Kerrar, dostunun suâl anına muttali olur: Melekler heybetli halleriyle Hazreti Ömer’in yanına gelirler ve ona “Rabbin kim?
Peygamber’in kim? Dinin ne?” diye sorarlar. Ömer Efendimiz, meleklerin suâline yine bir soruyla mukabele eder;
“Siz nereden geliyorsunuz?” der. “Yedinci kat semadan..” cevabı üzerine, bu defa “Yedinci kat sema ile burası arasındaki mesafe ne kadardır?” diye sorar. Melekler, “Yedi bin sene..” derler. İşte o zaman, Hazreti Ömer, kendi ufkunu seslendirir ve “Siz yedi bin senelik yoldan geldiğiniz halde Rabbinizi unutmadınız da, ben evimden çıkıp kabre gelinceye kadar Rabbimi, Peygamberimi ve Dinimi niçin unutayım?” der. Bu sırlı hâdiseyi müşahede eden Hazreti Ali, “Al ah’ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun ey Ömer, sahiden davanın eriymişsin!” buyurur.
Evet, aslında ölüm, kabir, suâl, berzah, mahşer, hesap, mizan ve Sırat gibi akabeler, bir manada hep burada geçilmektedir. Ömür sermayesini ve sayısız nimetleri değerlendirebilenler, daha dünyadayken o sarp yokuşları dümdüz birer yola çevirmektedirler. Tevbe kurnalarında arınarak mâsiyet yüklerinden kurtulmakta ve sırtlarında fazla ağırlıklar taşıma zahmetine dûçar olmadan rahatça Cennet’e uçmaktadırlar.
Hak dostlarından Sâlim bin Kasım
Rivayetlere göre; belaların yağmur gibi yağdığı bir dönemde, Hak dostlarından Sâlim bin Kasım, büyük âlim Muhammed bin Mukatil’i ziyaret ediyor. Ona “Ortalığı şiddetli bir felaket fırtınası kasıp kavuruyor; zelzeleler birbirini takip ediyor, fakr u zaruret insanların iflahını kesiyor. Sen imamımızsın; Ne olur, Allah aşkına bize dua et!” diyor. O mütevazı insan, ancak şu mukabelede bulunuyor; “Ne kadar arzu ederdim, sizin helâkınızın sebebi ben olmayayım!.. Korkarım ki, o fırtına benim yüzümden esiyor; şu zelzele benden dolayı durmuyor; ilahî rahmetin gelip size ulaşmasına benim günahlarım mani oluyor!..”
Ertesi sabah, Sâlim bin Kasım, bir kere daha Muhammed bin Mukatil’in kapısına koşuyor. Şu kadar var ki, bu defa etrafına tebessümler saçıyor, sevinç içinde gelip heyecanla söze başlıyor ve şöyle diyor: Bu gece rüyamda Fahr-i Kainat (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’i gördüm; buyurdular ki, “Allah Teâlâ insanların içine müthiş
bir bela ve musibet salmıştı. Fakat, kendisini hor ve hakir görerek mahviyetle el açıp dua eden Muhammed bin Mukâtil hürmetine, Cenâb-ı Hak felaketi memleketinizden def’ u ref’ etti!” Görüyor musunuz kendini mesul tutmanın Hak katında ne büyük bir istiğfar ve tazarru yerine geçtiğini?!.
Sultan Alparslan
Devletin başındaki insan bütün halkın
mesuliyetini uhdesine almıştır; herhangi bir kurumun ya da birimin idarecisi ise, bilhassa kendi dairesinden sorumludur. Herkes şahsî kusurlarının, özellikle kendi
vazife ve sorumluluk dairesinde bir kısım menfi hadiselere sebebiyet verebileceğine inanmalı, bundan korkmalı ve temkinli yaşamalıdır.
Ezcümle; Malazgirt ovasında, müslüman erler arasında heyecanın doruk noktaya ulaştığı bir anda, “İşte kefenim!” diyerek giydiği bembeyaz bir elbise içinde askerlerinin karşısına çıkan Sultan Alparslan’ın onların önünde secdeye kapanması ve adeta gözyaşlarına boğularak “Allahım! Ordumu muzaffer eyle; benim
günahlarım yüzünden yiğitlerimi mağlup etme!” diye yalvarması da mesuliyet dairesinin genişliğine göre tavır almanın güzel bir misalidir.
Hazreti Musa
Şu kadar var ki, şayet toplum çapında bir halâs isteniyorsa, o toplumu meydana getiren bütün fertler hep beraber tevbe etmeli ve kendi günahlarından arınmanın yollarını aramalıdırlar. Zira, ferdî bir suçun nedameti ferdî, ailevî bir masiyetin istiğfarı ailevî ve millî bir günahın tevbesi de millî olmalıdır; toplumun salâhı için topyekün şahısların isyan kirlerinden temizlenmeleri lazımdır.
Rivayetlere göre; Hazreti Musa (aleyhisselam), kavmiyle beraber yağmur duasına çıkar. Birkaç gün dua edildiği halde hâlâ rahmet damlaları inmeyince, Hazreti Musa, “Rabbim! Kuraklığın sona ermesi için niyaz etmemizi emir buyurdun; fakat, ellerimizi açıp dua dua yalvardığımız halde yağmur göndermedin!” deyip ilahî hikmetten sual eder. Cenâb-ı Allah, “İçinizde tevbe etmemiş bir günahkâr var!” der. Musa Aleyhisselam, rahmet-i ilahiyenin imdada yetişmesine engel teşkil eden mücrimin kim olduğunu sorunca, Allah Teâlâ “Ben Settâr’ım, kullarımın günahlarını örterim; kusurlarını fâş edip onları mahcup düşürmekten berîyim. Hepiniz tevbe edin ki, o kimse de günahlarından arınsın ve böylece dualarınıza cevap verilsin.” buyurur.
Hâsılı, maruz kaldığımız belâların işlediğimiz günahlar sebebiyle geldiğini düşünmeliyiz; musibetlerin def ü ref’i için en kısa zamanda hatalarımızdan, kusurlarımızdan, günahlarımızdan, isyan kokan fiillerimizden ve küçük-büyük bütün haddi aşmışlıklarımızdan dolayı istiğfar etmeliyiz. Ayrıca, gönülden bir nedamet ve kestirmeden bir sıçrayış ferdî günahlar için yeterli olsa bile, toplumun tamamına ait cürümler için daha özlü irkilmeye, daha derinden silkinmeye ve içtimaî tevbeye ihtiyaç olduğunu da hatırdan çıkarmamalıyız. Evet, ülkemizin refah ve huzura kavuşmasının, bu milletin mukadderatıyla maddî-mânevî alâkalı görülen bütün ruhların ve bilhassa kendini bu millete adamış hasbî gönüllerin bir kere daha dize gelerek tevbe etmelerine bağlı bulunduğunu unutmamalıyız.
Arapça bilir misin?
Hususiyle, “ıstılâh” dediğimiz, belli bir ilim ve sanat dalına mahsus olan, zamanla çok geniş manalar kazanan, şümullü bir hal alan kelime ve terimleri sadeleştirmek için uğraşmak beyhude bir gayrettir; onların yerlerini hakkıyla doldurabilecek daha anlaşılır kelimelerin bulunabilmesi bir yönüyle mümkün değildir. Belki zaman zaman o kelimeler izah edilebilir ama başka bir iki kelimeyle onlar asla karşılanamaz. Mesela; “gözlem” sözcüğü
hassaten dinî mevzularda- kat’iyen “müşahede” tabirinin yerini tutamaz. Müşahede, mükaşefe ve musahabe kelimeleri bazen birbirinin yerine kullanılsa da, nüanslar gözetilirse bunların da birbirinden çok farklı oldukları görülecektir. Şayet biri yerine öbürü telaffuz edilirse, bambaşka bir mana ortaya çıkacaktır.
Hani anlatılır ya; birisine “Arapça bilir misin?” diye sormuşlar; o da “İyi bilirim” deyivermiş. Bunun üzerine,
“Araplar koyuna ne derler?” suali yöneltilince, adam “ganem” cevabını vermiş. “Peki, kuzuya ne derler?” diye sorulunca, o çok bilmiş adam “Büyüyünce ona da ganem derler” demiş. İşte, hususiyle ıstılahî bir kelimeyi bir başka sözcükle ifade etmeye çalışmak bu latifede nazara verilen tuhaflıktan farklı değildir.
6 Ağustos 2016 Cumartesi
Yangın ve kavga!..
Cahiliye şairlerinden İmrü’ül-Kays, “İki şeyi siz başlatsanız da, çoğu zaman durmasını istediğiniz yerde onları durduramazsınız: Yangın ve kavga!..” der. Bu bakımdan da, soğukkanlılığımızı korumamız lâzımdır. Bu türlü meselelerde ipleri germek hiç kimseye hiçbir yarar getirmez; sertlik, sertlikten başka bir netice vermez. Hele bir de mesele kitle ruh haletine sirayet ederse, işte o zaman kavganın önünü alma imkanı hiç kalmaz.
Anlatıldığına göre; Köroğlu derdest edilip götürülürken, çevredeki insanlar ona hakaretler yağdırır, sövüp sayarlar; onunla da yetinmez, bir de taşa tutarlar, başından taş yağdırırlar. Köroğlu kan ter içinde yaşlı bir kadının önünden geçerken, o da yerden bir taş alıp savurur. “Ana” derler, “Bu zalim sana ne yaptı?” Kadıncağız der ki,
“Ne bileyim evladım; herkes taşlıyordu, bir taş da ben attım!” Bu menkıbe, kitle psikolojisini ifade etme açısından çok enfes bir yaklaşım sunmaktadır. Şaşkınca ve şuursuzca, topluluğa ayak uyduran kimselerin halet-i ruhiyelerini çok güzel yansıtmaktadır.. ve insanların pek çoğunda hükmünü icra eden bu zaaf her zaman bazı kimselerce kullanılmaktadır.
Geçenlerde, bazı şer şebekelerinin liseli, üniversiteli gençleri nasıl kışkırttıklarını ve kendi emellerine alet ettiklerini haberlerde seyretmiştim. Gençler diyorlardı ki: “Okula geldiler, bize çok önemli bir mesele olduğunu söylediler; sonra toplayıp buraya getirdiler, elimize şu sloganları tutuşturdular ve bizi şöyle bağırttılar.” Bu türlü tahrikler her zaman olabilir ve şimdilerde de başörtüsü bahane edilerek aynı oyunlar sahnelenmektedir. Buna şirretlik denir.. buna toplumu birbirine düşürme denir.. buna milletin gelişmesini engelleme denir.. buna istikrarı baltalama denir.. buna Türkiye’nin dünyadaki itibarını darbeleme denir.. buna Avrupa Birliği’ne girme sürecinin önünü tıkama denir.. buna koca bir coğrafyadaki şuuraltı müktesebatımızı insanların kortekslerinden kazıma denir.. buna düpedüz tahribat denir.. buna cinnet denir!..
5 Ağustos 2016 Cuma
Nice yıllar ah u feryat ettiler
Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları anlatılan peygamberlerin, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) neş’et ettiği yere yakın bölgelerde neş’et ettiği, sergüzeşt-i hayatlarının bu bölge ile yakından irtibatlı olduğu görülmektedir. Mesela hadis kriterleri açısından kuvvetli olmasa da, Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm) Havva Validemizle Cidde civarında bir yerde buluştuğuna dair rivayetler söz konusudur. Pozitif bilimler sahasında pek çok ödül almış bulunan kıymetli âlim, jeolog, Doktor Zağlul en-Neccar yeryüzünde ilk defa tahaccür edip yaşanır hale gelen yerin Mekke olduğunu ifade ediyor ki, konumuz açısından üzerinde durulmaya değer bir husustur. Merhum Alvar İmamı da:
“Nice yıllar ah u feryat ettiler
Tarik-i tevbeye doğru gittiler
Âdem ile Havva Cidde’de cem oldular.”
mısralarıyla bu buluşmayı dile getirir. Görüldüğü üzere Cidde, Efendimiz’in yaşadığı bölgeye yakın bir yerdir. Nuh Aleyhisselâm’ın gemisi Cûdi dağında ârâm eylemiştir. Ülkemiz sınırları içindeki Cûdi Dağı’ndan ayrı Cûdi isminde Musul’da da bir dağ vardır. Bu durum Cûdi’nin bir dağ silsilesinin ismi olabileceği ihtimalini akla getirmektedir. Bazı ilahiyatçılara göre Hazreti Nûh’un gemisi Ağrı Dağı’nın üzerine konmuştur. Eğer Cûdi’nin sıradağ olduğunu kabul edecek olursak, Ağrı Dağı da o silsilenin değişik bir ucu olabilir.
Ancak her iki ihtimali değerlendirdiğimizde de buraların yine Efendimiz’in neş’et ettiği beldeye yakın yerler olduklarını görürüz.
Doktor İkbal
Kur’an-ı Kerim’in intihap buyurup peygamberlerle irtibatlandırarak bize sunduğu kıssaların aynı zamanda mükellef olduğumuz Müslümanlıkla da ciddi bir alâkası vardır. Evet, bu kıssaların din ve diyanetimiz adına bizim için ifade ettiği çok ehemmiyetli mânâ ve mesajlar söz konusudur. Ancak o mânâ ve muhtevayı doğru
okuyabilmek için zannediyorum siyer ve meğazi felsefesi açısından meseleye şu mülahazalarla bakılması gerekir: Kur’ân bize meselâ Hz. Âdem veya Hz. Nûh döneminde cereyan etmiş bazı hâdiseleri haber veriyor. Biz bunları öncelikle o devrin şartları içinde mütalaa edip anlamaya çalışalım. Daha sonra bulunduğumuz zamanın şartları içerisinde o hâdiseleri analize tabi tutalım. Yani bir taraftan o peygamberlerin vazifelerini kendi zamanları açısından tahlil ederken, diğer taraftan bugünkü konjonktür, zaman ve mekan şartları, günümüzün ilmî varidatını hesaba katarak onları süzüp dersler çıkarmaya çalışalım. Çünkü o kıssaların her devrin insanına ifade ettiği mânâlar vardır. Onlar Efendimiz’e çok derin mânâ ve muhtevalar ifade ettiği gibi, Raşid halifeler için de çok şeyler ifade etmiştir. Evet, Efendiler Efendisi (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) başta olmak üzere, Raşid Halifeler ve selef-i salihîn Kur’ân kıssalarını çok iyi yoruma tâbi tutmuş, onları zamana, mekana, içtimai hâdiselere, içinde bulundukları şartlara bağlayarak çok iyi yorumlamışlardır. Aynı şekilde aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, biz de o hâdiselere müracaat ettiğimizde, Kur’ân’ın muhkematını esas alarak günümüze göre onları tevil ve yoruma tâbi tutmalıyız. İçinde bulunduğumuz zamanı, kendi konumumuzu ve şartları nazar-ı itibara alarak onları günümüze uygulamaya, içtihada açık meseleleri onlardan istinbat etmeye çalışmalıyız.
Yoksa –haşa ve kella– o kıssalara sadece geçmişte cereyan etmiş hâdiseler şeklinde bakma Kur’ân’ın bir kısım abesiyeti ihtiva ettiğini kabul mânâsına gelir. Hâlbuki ezelden gelip ebede giden Kelam-ı İlâhî’nin tek bir kelimesi, tek bir harfi dahi abesiyetten münezzeh ve müberradır. Evet, onun her bir kelimesi, her bir harfi bugün bize hitap ediyor gibidir. Hani, Doktor İkbal’le babası arasında geçen bir hâdiseyi size daha önce birkaç defa arz etmiştim. Doktor İkbal Kur’ân okurken babası gelip ‘Oğlum, ne yapıyorsun?’ diye soruyor, o da elindeki Mushaf-ı Şerif’i gösterip ‘Kur’ân okuyorum’ cevabını veriyor. Belki onlarca defa, bu soru-cevap faslı devam ediyor. Bir gün babası tekrar aynı soruyu sorunca, Doktor İkbal ‘Babacığım, biliyorsun ki Kur’ân okuyorum; ama yine de ne yaptığımı soruyorsun.” diyor. Bunun üzerine babası, ‘Evladım, evet, biliyorum ki elinde “Kitap” var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. O Kur’ân sana sesleniyor, Allah onunla sana hitap ediyor gibi onu oku!” cevabını veriyor. Peygamber kıssalarını işte bu bakış açısıyla okumalı, bu bakış açısıyla onları derinden derine duyup, hissedip değerlendirmeye çalışmalıyız.
Hazreti Mevlâna
Bir keresinde kendisini ziyarete bir papaz gelmiş ve ayrılırken elini öpmek istemiştir. Bunun üzerine Hazreti Mevlâna, ondan önce davranıp papazın elini öpmüştür. Şimdi bazıları çıkıp bunu ciddi bir tenezzül görebilir; görebilir ve “Nasıl olur da bir mü’min, mü’min olmayan birisinin elini öper?” diyerek tenkide kalkışabilir.
Hatta bazı müfritler bu ve benzeri tavırlarından ötürü o büyük zât hakkında daha ağır ithamlarda da bulunabilir.
Elbette ki böyle bir bakış açısı o zât hakkında suizandır ve büyük bir vebali netice verir. Hâlbuki Hazret, bu tavrıyla orada gerçek büyüklüğün ne olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim elini öptüğü kişi, o esnada hemen Mevlâna’nın eline ayağına kapanır ve “Temsilcisi bu kadar mütevazı olan bir din mutlaka haktır.” diyerek kelime-i şehadet getirip Müslüman olur. Şimdi siz, böyle bir tavırla, bir insanın gönlüne girip ona iman ve ebedî saadeti kazandırmak için başınızı o kimsenin ayaklarının altına kaldırım taşı gibi kor musunuz, koymaz mısınız? İşte asırlardır sinelere imanın diriltici soluklarını üfleyen Hazreti Mevlâna böylesi bir üslûp insanıdır. Yunus Emre de, aynı yolun yolcusu olarak “Dövene elsiz, sövene dilsiz ve kalb kırana karşı da gönülsüz yaşama” üslûbunu seçmiştir. Elbette ki o büyük zâtların bu hâl ve tavırları referansını İslâmî esas ve disiplinlerden almıştır. Çünkü İslâm bize, “kötülükleri iyilikle savmamızı”, hak ve hakikate davet için firavunun karşısına çıkıldığında dahi kavl-i leyyin, tavr-ı leyyin, hâl-i leyyin, (yumuşak söz, yumuşak tavır ve yumuşak hâl) yolunu emir ve tavsiye buyurmaktadır. Dolayısıyla böyle bir yaklaşımın, kaynağını dinin özünden, esas ve ruhundan aldığı âşikardır.
Hallac-ı Mansur
Hak ve hakikati tebliğ ve temsilde üslûbun ne denli ehemmiyet arzettiği açıktır ancak bu mevzûda asıl önemli olan onun temâdî ve sürekliliğidir. Zira siz bir yerde saygılı davranır, yumuşak söz ve yumuşak tavırlarla muhatabınızın gönlüne girersiniz, ancak beklenmedik çirkin bir söz ve tavır karşısında hemen harekete geçer, aynıyla mukabelede bulunur, taviz verip üslûbunuzdan vazgeçerseniz bu durum muhatabınızda itimat ve güven erezyonuna sebep olur, kredinizi alır götürür. Böyle bir duruma düşmemek için doğru bilip doğru kabul ettiğimiz disiplin ve esaslara kendimizi alıştırmalı ve her türlü durumda onlara bağlı kalma azminde olmalıyız ki, falso yapmayalım, bir yerde yaptığımızı başka bir yerde kendi elimizle yıkmayalım. Evet biz, temelde dövene elsiz, sövene dilsiz ve kırsalar da kalbimizi gönülsüz yaşama üslûbunu tercih etmiş, düstur edinmiş, “yol bu” deyip onda karar kılmışsak, artık hiç taviz vermeden bu kararın arkasında durmalı, her hâlükârda onun gereklerini yerine getirmeye çalışmalıyız.
Bir misal olması açısından Hallac-ı Mansur’un son anlarıyla alâkalı anlatılan vak’ayı burada zikretmek istiyorum.
Nakledildiğine göre Hallac-ı Mansur, düşmanları, çekemeyenleri tarafından –hâşâ– “ilahlık iddiasında bulunuyor”
diye mahkemeye verilir. İstiğrak hâlinde dile getirdiği “enelhak” sözünü anlamayan o günkü mahkeme heyeti ise Hallac-ı Mansur’un ellerinin kesilmesine karar verir. Karar uygulanır ve Hallac’ın elleri kesilir. Vücudundan kanlar akarken Hallaç sapsarı kesilmiştir. Böylesi bir ortamda o, kesilmiş ellerini Rabbine kaldırarak, “Al ah’ım! Bana bunları reva görenleri affetmedikten sonra ruhumu teslim etmek istemiyorum.” diye dua eder. İşte bu hâdisede olduğu gibi en ağır ve olumsuz şartlar altında dahi seviye ve çizgiyi muhafaza, üslûp mevzuunda hayatî derecede öneme sahip, üzerinde durulması gereken bir noktadır.
Üslûb
Eskiden beri şahsıma saldırı ve hakaretlerde bulunan kişiler hakkında dahi “bey” hitabını kullanmışımdır. Hatta bir keresinde bu evsaftaki birisi hakkında aynı ifadeyi kullanınca, dostlarımdan kıymetli bir arkadaş, o kimsenin böylesi bir saygı ifadesine layık olmadığını dile getirerek o şahsa niye bu şekilde hitap ettiğimi sormuştu. Hâlbuki bu, benim asla taviz veremeyeceğim, bozulmasına asla kıyamayacağım üslûbumdur. Zira bir kere üslûbunuza kıyarsanız, artık ondan sonra arıza ve çatlaklar birbirini takip eder durur. Eğer bütün hayatınız boyunca tek bir çatlak sesin dahi sizden sâdır olmamasını istiyorsanız, o vakit hiçbir zaman çatlak bir ses çıkarmama azm ü gayretinde bulunmanız gerekir.
Diyelim ki size bir iğne batırıldı ve siz böyle bir eza ve cefa karşısında sabır göstermenin birçok hayra vesile olacağını düşünerek tahammül gücünüzü kullanıp onu sineye çektiniz, affedici oldunuz. Fakat aynı maslahat ve durum söz konusu iken acaba kolunuz koparıldığı esnada da benzer tavrı sergileyebiliyor musunuz? İşte üslûpta asıl mesele her iki durumda da, aynı ses ve solukla aynı tavrı ortaya koyabilmektir.