11 Ağustos 2016 Perşembe

Afitâbı hüsnü hûbân âkıbet eyler üfûl

Hasret ve hicranla yıkılmış ruhların, güzeli güzel görmeleri ve ondan heyecan duymaları da imkânsızdır. Bütün güzel iklerin her zaman duygularımızda solmadan taptaze kalması, zevk ve lezzetlerimizin acılaşmadan devam etmesi; evet, çiçeklerdeki renklerin nağmelerdeki büyülerin, sanatkâr el erin ortaya koyduğu sihirli eserlerdeki revnakın hep canlı kalması, onların gerçek kaynaklarının görülüp sezilmesine bağlıdır ki; o kaynağı bu ölçü içinde sezip bilenlerin, varlıkla alâkalı duydukları bütün zevkler, lezzetler, heyecanlar ve takdirler aslî olmadan çıkar, tebeî bir hâl alır ve artık bütün eşya ve hâdiselerdeki değişik tezahürler, kendilerinden dolayı değil de, sahiplerinden ötürü görülüp sevilme konumuna yükselirler. Evet, batıp giden şeyler, kalbin alâkasına değmedikleri gibi, sevilmezler de. Bir şairimiz, bu duyguyu, Kur’ânî ufukla irtibatlandırarak şöyle ifade eder:

“Afitâbı hüsnü hûbân âkıbet eyler üfûl,

Ben muhibbi Lâ Yezâlim, “lâ ühıbbü’l-âfilîn.”

(Güneş gibi güzel yüzler de sonunda batar gider; bu itibarla ben, fânî güzelleri değil, batmayan ebedî güzeli severim.)

Aynı mülâhazayı Mevlânâ, şu sözleriyle dile getirir:

“Allah’ım, Sen’i görüp, Sen’i tanıdıktan sonra, gözüm artık dünya güzel erini görmez oldu.”

Evet, maddî ve cismanî güzellikler, nazarları Güzeller Güzeli’ne yönlendirmek için sadece birer vesiledirler.
Vesilelere takılıp kalmak ise, hedef körlüğüne düşmek, varılacak noktayı unutmak, ömrü mecâzî muhabbet ve alâkalarla tüketip, hakikata karşı kapalı kalmak demektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder