30 Eylül 2016 Cuma

Korku öğret nefsine ey salikâ

Bütün mü’minler, her durumda havf ve recâ dengesini gözetmelidirler ki, lâubaliliğe düşmesinler ve kazanç yolunu hüsranlarla karartmasınlar. Bir Hak dostu bu konuda ne hoş söyler:

“Korku öğret nefsine ey salikâ

Ol korkuyla gele nefsine bükâ;

Öyle korkmalı ki Huda’dan nefs-i dûn,

Havf-ı Hak’tan ola dem be dem zebûn

Lâubali olmasın nefs-i denî

Sevk eder serbestliğe her dem seni.

Ehl-i iman lâubali söylemez

Terk-i teklife cesaret eylemez.

Havf-ı Hakk’a ol mülâzim dâimâ,

Kalbde olsun her an irfan rûnüma.”

Demedim mi, demedim mi-Canım derviş

Sararıp dalından düşen yapraklar misali her gün birer birer dünyadan kopup giden insanları gördükçe ye’s ve inkisara düşmemenin tek çaresi Allah’a mülâkî olacağımız bir güne inanmaktır. Sanki insanlar bir trende yol alıyorlar, belirli belirsiz bazı yerlerde insanları tutup pencerelerden dışarıya atıyorlar ve herkesin düştüğü yer onun mezarı oluyor. Böyle bir hayat treninde seyahat eden insanların hangisine ve ne zaman “çık çık” denileceği bel i değil. Her gün birileri kopup gidiyor, sen de görüyorsun; senin
trenden atılma anın ne zamandır ve mezar yerin neresidir, onu da bilmiyorsun. Hayat nimeti sana bir kereliğine verildi, hedefe de bir kere varacaksın ve oraya vardıktan sonra da artık geriye dönemeyeceksin. Öyleyse, idrak ettiğin zamanının ve bulunduğun yerin kıymetini bilmeli, âdetâ iki veren, üç veren, yedi ya da yetmiş veren başaklar gibi olmalı ve hayatını azamî derecede değerlendirmeye bakmalısın. Dönüşü olmayan bu yolda eline geçen bütün fırsatları çok iyi değerlendirmeli ve sırtına alabildiğin kadar azık alarak ötelere gitmelisin. Bazılarının Sûzî’ye, bazılarının da Yunus Emre’ye isnat ettikleri şu sözler ne de hoştur:
Demedim mi, demedim mi

Gönül sana söylemedim mi,

Gönül mürgi yuvasından 

Uçar bir gün demedim mi?..”

İlahi olarak da söylenen bu sözlerin güftesinde şu bölüm de var mı bilemiyorum:

“Canım derviş, gözüm derviş

Çalış maksuduna eriş.

Bu gafletle baş olmaz iş

Geçer fırsat demedim mi?..”

Evet, hayat iyi bir fırsattır. Gençlik iyi bir fırsattır. Meseleleri doğru anlama, mefkûreyi en önemli meşgale yapma ve Allah’ın verdiği imkanları bu uğurda iyi değerlendirme çok iyi birer fırsattır.
Bu sözler bana bir hadis-i şerifi hatırlattı: Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki;
”Beş şeyden evvel beş şeyi ganimet bil: İhtiyarlamadan, aciz ve düşkün duruma düşmeden önce gençliğinin, hasta olmadan evvel sıhhatinin, fakir düşmeden evvel zenginliğinin, işin gücün artmadan evvel boş vakitlerinin ve ölüm gelmeden önce de hayatının kıymetini bil!"

“Âb–ı rûy-i Habib-i Ekrem içün-Ne âlî kavm idik

Dâvâ erlerinde ses ve söz hep aynıdır; onlar tarihin hangi döneminde ve nerede yaşarlarsa yaşasınlar hep aynı çizgi üzerinde birleşirler. Mesela, Bediüzzaman’ın sözleriyle Murat Hüdavendigâr’ın yakarışları sanki aynı gönlün terennümleri gibidir. O büyük Sultan, yüz bin kişilik Haçlı ordusunu yendiği Birinci Kosova Meydan Muharebesi başlarken “Ey Rabbim! Şu Murâd kulunun günahları yüzünden mâsum askerlerimi cezâlandırma. Onlar ki, buraya kadar, sâdece Senin adını yüceltmek için geldiler. Senin şânına lâyık bir zafer lûtfet ki, bütün Müslümanlar bayram etsin. Müslümanları mansûr ve muzaffer eyle. Ve dilersen o bayram gününde şu Murâd kulun Sana kurbân olsun. Önce beni gâzi kıldın, murat buyurursan şimdi de şehit kıl.” diye dua etmiş; zaferyâb olduktan sonra da en küçük bir gurura kapılmadığı gibi dizleri üstüne çöküp, şükür duygularıyla ağlayarak yüce Rabbine dua dua yalvarmış ve sözlerini şöyle bitirmiştir:

“Âb–ı rûy-i Habib-i Ekrem içün

Kerbelâda revân olan dem içün

Şeb–i firkatte ağlayan göz içün

Din yolunda beni şehid eyle

Ahirette beni saîd eyle.”

Hazreti Murat Hüdavendigâr duasını tamamladıktan kısa bir süre sonra da kahrolası bir elle, Milos Kopiliç adında yaralı bir Sırp tarafindan hançerlenerek şehit edilmiştir.
İşte o da tam bir dâvâ adamıdır ve dâvâsına hizmet ederken beklentisizdir; devlet ve servet derdinde değildir.
Hep ordusunun başında ve muharebe meydanlarındadır ama aynı zamanda o kadar saffet içindedir ki, bir gün hocasına gelir ve "Sizler nasıl oluyor da ilk tekbirde Kâbe’yi görebiliyorsunuz; ben senelerdir uğraşıyorum ama ancak ikinci veya üçüncü tekbirde Kâbe önümde beliriyor." der. O kadar berrak ve Allah’la irtibatlı bir gönlü vardır; pusulayla değil de, kendi kalb gözüyle ayarlıyordur kıbleyi. İmam bir tekbirle hemen namaza durduğundan onun da gördüğünü zannediyor ve diyor ki, “Ne mutlu sana, sen bir tekbir alınca hemen Kâbe’yi görüyorsun, ben çocukluğumda yaptığım hatalardan mıdır nedir iki veya üç tekbir almadan göremiyorum onu!” Evet, bu büyükleri her yâd edişimde M. Akif’in sözlerini hatırlıyorum; gelecek adına ümitsiz olmasam da (az değiştirerek) şöyle demek geliyor içimden:

“Ne âlî kavm idik, hayfâ ki sefil ettiler;

Bütün ümmîd-i istikbâli müstahîl ettiler.”

28 Eylül 2016 Çarşamba

Belh’i Unutmak Gerek!

Belh’i Unutmak Gerek!
Rivayetlere göre; İbrahim Ethem Hazretleri, Belh’de hükümdarlık sırası bekleyen bir prens iken tahtı, saltanatı ve dünyevî meşgaleleri terk ederek hakikat yolunda seyr u süluka durur; bir üstada el verir. Bir gün üstadı onu imtihan etmek için bir müridini görevlendirir. O da gider, ayağına geçirdiği mahmuz gibi bir şeyle İbrahim Ethem’in ayaklarına vurup durur. Ayaklarından kanlar akan İbrahim Ethem bize göre çok kâmilâne olan şu sözü söyler: “Dostum, biz nefis davasını Belh’te bıraktık, beyhude uğraşıyorsun.” Bu söz imtihan için gönderilen müridin de çok hoşuna gider; muhatabının kötülüğü iyilikle savma alicenaplığını takdir eder. Sonra üstadının yanına varır, olup biteni anlatır. Üstad anlatılanları dinledikten sonra hükmünü verir, “Demek ki, o hâlâ Belh’i unutamamış.” der.
İşte, afv u safh yolu bazen kendini unutmayı gerektirir. Kendini unutan insan çok geniş bir alanı hatırlamış olur.
Hep nefsini gören ve sürekli onu öne çıkaran kimse ise, çok büyük bir alanı nisyana mahkum eder. Kendi
nefsine ve cemaat enaniyetine karşı panjurları kapatan bir insan, bütün İslam alemine, hatta topyekün insanlığa açılan çok geniş bir pencerenin perdelerini kaldırmış ve mahlukâtın umumuna karşı sevgi ve alâka duyacağı bir koridora girmiş bulunur.

27 Eylül 2016 Salı

Nerdesin şevketli Abdülhamid Han?

Bugün Yahudi’nin de Hristiyan’ın da, İsrail i’nin de Filistinli’nin de itiraf ettikleri bir gerçek var ki, o güçlü devlet yıkıldığı günden beri bu bölge bir daha huzuru göremedi. O gün İttihatçıların dümen suyunda giden birisi, Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinden kısa bir müddet sonra, Devlet-i Aliye’ye tâbi toplumların, imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi darmadağınık olduğunu görüp bin pişmanlık içinde, “Abdülhamit’in
Rûhâniyetinden İstimdat” dilenmiş ve  pişmanlığını şöyle ifade etmişti:

“Nerdesin şevketli Abdülhamid Han?

Feryadım varır mı bârigahına?

Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,

Şu nankör mil etin bak günahına.

Tarihler ismini andığı zaman

Sana hak verecek ey koca sultan!

Bizdik utanmadan iftira atan.

Asrın en siyasî padişahına.

‘Padişah hem zalim, hem deli’ dedik,

İhtilale kıyam etmeli dedik,

Şeytan ne dediyse biz ‘belî’ dedik,

Çalıştık fitnenin intibahına!.

Divane sen değil, meğer bizmişiz.

Bir çürük ipliğe hülya dizmişi

Sade deli değil, edepsizmişiz!

Tükürdük atalar kıblegâhına!”

İşte, filozof ünvanıyla o gün ihtilalin ideologluğunu yapan şair, iş işten geçtikten sonra bunları söylüyordu.

Bir insanın bir inhirafı

Yıllar önceydi.
Bir arkadaşımızın bir günah çukuruna düşmesi, bir şeytanî komploya maruz kalması söz konusuydu. Onun
yakınlarından biri gelmiş, muhtemel tehlikeyi haber vermişti. Arkadaşımızın öyle bir musibete uğramaması adına oldukça heyecanlanmış ve o hadiseden yara almadan kurtulabilmesi için neler yapılabileceği hususunda hemen iki-üç insanla istişare yapma lüzumunu hissetmiştim. Üç kişiyi odama çağırıp, “Bu meseleyi nasıl halletsek; arkadaşımızın haysiyet ve onurunu korumak için neler yapsak?..” dedim. İstişaremiz bitip de onlar odamdan çıkarken içimde derin bir pişmanlık duygusu belirdi, kendi kendime “eyvah” deyiverdim. Çünkü, o meseleyi belki sadece bir insanla görüşerek de çözebilirdim. O insan hakkında kusur gibi algılanacak, su-i zanna sebebiyet verecek ve onu mahcup edebilecek bir meseleyi neden fazladan iki kişiye söylemiştim ki?.. Sadece bir insana söylemem yeterli olamaz mıydı? Sır tutmasını bilen bir insanla görüşmeli; “Ne yapalım da şu insanın bağrındaki akrebi çıkarıp atalım!” demeli ve problemi en dar dairede çözmeye çalışmalı değil miydim? Emin olun, aradan seneler geçmiş olmasına rağmen, ne zaman o meseleyi hatırlasam
hâlâ derin bir pişmanlık hissediyor, üzülüyor ve o konuda kendimi asla affetmiyorum.
İşte, insanların kusurlarını, hatalarını ve günahlarını yaymama, onların onur, haysiyet ve itibarlarını koruma açısından da necvâ başvurulması gereken çok nazik bir usuldür. Şayet, bir insanın bir inhirafına şahit olunmuşsa, yapılması icap eden şey, o problemin herkes tarafından bilinir olmaması için çok ketum davranmak ve meseleyi sadece o mevzuda selahiyetli olan, sözü dinlenen bir insana kat’iyen gıybete girmeden, mübalağa etmeden anlatmaktır. Eğer bir problemi yalnızca iki kişi ile çözmek mümkünse, onu üçüncü bir insana daha açmak ve bir insanın kusurunun fazladan bir kimse tarafından daha bilinmesine sebep olmak doğru değildir.

Hesap

Siyer kitaplarında anlatıldığına göre, Hazreti Ömer efendimiz vefat ettikten sonra Hazreti Abbas (radiyallahu anhüma) onu rüyada görmek için adeta can atıyor. Fakat, hemen her zaman o arzuyla gözlerini yummasına rağmen tam altı ay boyunca onu hiç göremiyor. Nihayet altı ayın sonunda Hazreti Ömer’i rüyasına misafir ediyor.
Bu beklemenin sebebini soracak olunca Hazreti Ömer “İşin içinden ancak sıyrılabildim; hesabım yeni bitti!” diyor.
Rüyanın devamını anlatmadan önce, bu altı aylık muhasebe üzerinde durmak gerektiğini zannediyorum. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in “yerdeki iki vezirimden biri” diyerek kendisini gösterdiği ve “Benden sonra Peygamber gelecek olsaydı, Ömer olurdu!” buyurarak büyüklüğünü nazara verdiği, Hulefa-yı Raşidîn’in ikincisi olan Hazreti Ömer’in “Hesabım altı ayda ancak bitti” demesi bize bir şey ifade etmeli!.. Ümitsizliğe düşürecek mülahazalara  girmeden, bize her şeyin hesabını vereceğimizi ve her nimetten dolayı sorgulanacağımızı düşündürmeli. Evet, bütün nimetlerden hesaba çekileceğimiz bir gün var önümüzde. O gün Cenâb-ı Hak, “Size el-ayak, göz-kulak, dil-dudak verdim. Sizi zâhir ve bâtın latifelerle donattım. Maddî ve manevî bütün ihtiyaçlarınızı karşılayacak nimetleri önünüze serdim. Peki, siz bunlarla ne yaptınız? Bunlar size ne ifade etti? Bu nimetleri nasıl değerlendirdiniz? Kulluğunuzun ve imtihan dünyasında bulunduğunuzun farkında olabildiniz mi? Hayatınızın hesabını vereceğiniz şuuruyla vazifeden terhis olduğunuz ana kadar bir kula yakışır eda ile yaşadınız mı?”
türünden sorular soracak. İşte, Hazreti Ömer’in “Hesaptan ancak altı ayda sıyrılabildim!” sözü, bize benzer sorulara karşı vereceğimiz cevapları düşündürmeli ve bizi öteler için azık hazırlamaya teşvik etmeli..
Bu arada, yarım senede de olsa, demek ki Hazreti Ömer sonunda bütün hayatının hesabını verebilmiş. Demek ki, altı ayın akabinde onun için hesabı verilmedik hiçbir husus kalmamış. Bu yönüyle, üzerinde durduğumuz mesele her ne kadar bir rüya olsa da, bir sahabiye ait o rüyada Hazreti Ömer’in bize verdiği bir mesaj vardır.
Ayrıca, onun sözü, mukarrebîne göre bir ufka ait ses ve soluktur. Ondan kendi seviyesine göre bir tavır ve davranış beklenmiştir, hesabı da yine kendi seviyesine göre olmuştur. Yoksa, sıradan bir kul onun yaptığı şeyleri yapsa, ihtimal ötede mükâfat görür.
Rüyanın devamında, Hazreti Abbas soruyor, “Ya Ömer, Cenâb-ı Hak seni ne ile affetti, hangi amelinden dolayı bağışladı?” diyor. Hazreti Ömer Efendimiz şu cevabı veriyor: “Bir gün sokağa çıkıp bakmıştım ki, bir çocuk bir kuşu yakalamış, elinde hırpalıyor. Hemen onun yanına koşmuş; cebimden üç-beş kuruş çıkarıp o çocuğa
vermiştim. Böylece kuşu satın alıp âzâd etmiştim. Mizanda işte o amelimden dolayı kurtulduğumu söylediler.”
Evet, yerine göre bir hayvana karşı şefkatli davranma insanın ateşten âzad olmasına ve Cennet’e girmesine vesilelik ediyor. Cenâb-ı Hak, mahlukata karşı merhametli olmayı kendi mührünü taşıyan sanat eserlerine ve dolayısıyla Zâtına karşı saygılı davranma şeklinde kabul ediyor ve o kadarcık bir saygıyı bile mükafâtsız bırakmıyor. Onu kulunun kurtuluşuna bir bahane sayıyor.
Buhari ve Müslim gibi en muteber kaynaklarda da bu hususu te’yit eden hadis-i şerifler mevcuttur. Mesela, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüt’t-tehâyâ) kendini fuhşa salmış ve benliğini bohemce yaşamaya kaptırmış
bir kadının kurtuluşunu anlatırken buyurur ki: “Bir gün çok susamıştı. Dili damağı birbirine yapışmış bir vaziyetteyken bir kuyuya rastladı. Kuyuya inip kana kana içti ve susuzluğunu giderdi. Yukarı çıkınca kuyunun kenarında zor güç nefes alan, susuzluktan dili sarkmış, toprağı yalayan bir köpek gördü. “Bu da benim gibi çok susamış!” deyip tekrar kuyuya indi, çarığını su ile doldurup onu dişleri arasında tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Al ah Teâlâ bu davranışından dolayı onun günahlarını affetti.”
Evet, bu bir bahane değildir de ya nedir Al ah aşkına? Rahmeti Sonsuz, mahlukâta şefkatle yaklaşma neticesinde bir köpeğe su içirmeyi bile Cennet’e girmeye vesile kılmaktadır. Bu itibarla da, hiçbir iyilik hor görülmemeli ve küçümsenmemelidir. Bazen, küçük gibi görülen bir iyilik, rahmeti coşturacak bir düğmeye dokunma ya da diğer hayır ve hasenâtın kâfiyesini koyma gibi olmaktadır.
Tasavvuf büyüklerinden İmam-ı Şibli’nin bir menkıbesi de bu hakikate işaret etmektedir. Vefatından sonra bir dostu rüyada görür ve ona halini sorar. Cevaben der ki: “Allah beni huzuruna kabul etti ve hangi amelimle bağışlanmayı umduğumu sordu. Ben de bir sürü amelimi sayıp döktüm. Cenâb-ı Hak, ‘Hayır, hiçbiri değil! Seni, soğuk bir gecede bulduğun ve cübbenin altına sokarak ısıtmak suretiyle merhamet ettiğin o kediden dolayı bağışladım!’ buyurdu. ” Allah (Tebâreke ve Teâlâ), Kur’an-ı Kerim’de, “Zerre ağırlığınca hayır yapan onun mükafatını alır, zerre kadar şer işleyen de onun cezasını görür.” (Zilzâl, 99/7–8) buyurarak, en küçük bir hayr veya şerrin Hak nezdinde kaybolmayacağını ve mutlaka karşılık bulacağını beyan etmiştir. Her iyiliğin bir ağırlığı ve değeri vardır. Onun için onlardan gafil olmamalı, en küçük bir iyilik fırsatı bile zayi edilmemelidir. Aynı husus kötülükler için de geçerlidir.

Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hatun

Allah (azze ve celle), samimi olarak yapılan iyiliklere bazen on, bazen yüz, bazen yediyüz, bazen yüzbin, bazen bir milyon ve bazen de sayısını ancak kendisinin bileceği kadar mükafat verir. İnsan, o ameline karşılık kendisine nasıl bir mükafât yazıldığını bilemez ama ahirette onun karşılığını tasavvurlar üstü bir sürpriz olarak önünde buluverir. Öyleyse, hiçbir iyilik küçük görülmemelidir. Hangi amelin ötede nasıl bir kıymete ulaşacağı burada bilinemediğine göre, insan her güzel işe kıymet vermeli ve önüne çıkan her hayırlı fırsatı öteler hesabına değerlendirme gayreti içinde olmalıdır.
Mevzuyla alakalı şöyle bir menkıbe anlatılır: Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hatun çok saliha bir kadındır.
Mekke-i Mükerreme’den Arafat’a kadar su kanal arı döşetmiş, o mukaddes beldeyi çeşmelerle donatmış ve Rahman’ın misafirlerinin su ihtiyacını karşılamak için yüzbin altın harcamıştır. Osmanlıların tamir edip yeniden kul anıma hazır hale getirdiği o kanal ar ve çeşmeler yakın zamana kadar da milyonlarca insanın ihtiyaçlarını gidermiştir. Zübeyde Hatun, hicaz su yolunun yanı sıra han, hamam, imarethane ve şifahane gibi daha pek çok hayır müessesesi yaptırmıştır.
Bütün hayatı hayır ve hasenât peşinde geçen bu mual a kadıncağız vefat ettikten sonra, birisi onu rüyasında görmüş ve ona demiş ki, “Dünyada Allah için bu kadar büyük hayırlar yaptın, kim bilir Hak Teâlâ sana Cennet’te ne yüksek bir makam bahşetti!” Zübeyde Hatun’un cevabı şöyle olmuş: “Evet doğru, Rabb-i Rahîm bana
gerçekten de yüce bir makam ihsan eyledi; fakat, bu yüce makamı yaptırmış olduğum hayır müesseseleri nedeniyle vermedi. Bir gün, bulunduğum mecliste ilahiler okunuyor, kasideler söyleniyordu. Sâzendelerin sazlarına vurdukları bir sırada minarelerden ezan-ı Muhammedînin yükseldiğini duymuştum. Hemen “Susun, ezanı dinleyelim!” deyip oradaki herkesi susturmuştum. İşte, sorgu-sual anında, amel erim birer birer sayılıp döküldü. Arafat’a kadar su kanal arı döşeme de vardı onlar içinde. Fakat bana denildi ki, “Seni ezana karşı göstermiş olduğun o saygından dolayı bağışladık.”
Onca amel arasında, ezana saygı gibi zâhiren küçük bir iyilik rahmet deryasının coşmasına vesile oluyor. İşte bahane tanrısı ifadesi de bunu anlatıyor. Cenâb-ı Hak, küçük bir hayrı kulunun kurtuluşuna vesile kılıyor. Bazen müslümanlığın alameti sayılan ezan gibi Allah’ın değer verdiği bir şeye değer vermesinden dolayı, bazen de O’ndan ötürü mahlukattan birine karşı şefkat göstermesi sebebiyle kulunu yüce makamlara yükseltiyor.

26 Eylül 2016 Pazartesi

İnayetine sığındım, kapına geldim

Seven sevdiğine benzemeye çalışır, ona itaat eder; onun gibi olma gayretine girer. Allah’ın sevdiklerine benzemek de, O’nun memnun ve hoşnut olacağı sıfatlarla mücehhez olmak demektir. Söz konusu duadaki
“Al ah’ım sevdiklerini bana da sevdir” niyazında bu hususa da ima vardır. Elmalılı M. Hamdi Yazır, meşhur tefsiri Hak Dini Kur’an Dili adlı eserinin mukaddimesinde ne hoş söyler:

“İnayetine sığındım, kapına geldim.

Hidayetine sığındım, lütfuna geldim

Kul uk edemedim, affına geldim

Şaşırtma beni, doğruyu söylet

Neş’eni duyur, hakikatı öğret

Sen duyurmazsan ben duyamam

Sen söyletmezsen ben söyleyemem

Sen sevdirmezsen ben sevemem

Sevdir bize hep sevdiklerini

Yerdir bize hep yerdiklerini

Yar et bize erdirdiklerini”

Evet, Allah’ın sevdiği veli kul arı sevmek onların defterine kaydedilmek manasına da gelir.

Bel’am İbn Bâura, Bersisa

Ellerinizi kaldırıp sürekli Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunmalısınız; amelinize, durduğunuz yere, konumunuza, dünden bugüne müktesebâtınıza ve içinde
bulunduğunuz şahs-ı manevînin kudsiyetine güvenme yerine, Cenâb-ı Allah’a teveccüh ederek O’nun
himayesine girmeye çalışmalısınız.. Hem dünün hem de bugünün Bel’am İbn Bâura’ları, Bersisa’ları önünüzde birer ibret tablosu olarak durmaktadır. Allah’ın dinini öğrenen, ilim ve irfan sahibi olan, duası mutlaka kabul gören ve İsm-i A’zam’ı da bilen Bel’am İbn Bâura küçük bir inhirafla açıldığı isyan deryasından bir daha dönememiş; o gün için mazhar olduğu nimetlere güvenip onları birer şımarıklık sebebi gibi algılayınca başaşağı yuvarlanıp gitmiştir. Eski devirlerde yaşamış üsturevî bir ibadet kahramanı olan Bersisa, bir zamanlar abid ve zahid bir kul olmasına rağmen, Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh etmeyip hayır ve hasenatına itimad edince şeytana aldanmış
ve bir anlık irâde zaafı neticesinde, elde ettiği her şeyi kaybederek bir şakî olarak vefat etmiştir. Bugün de yeryüzünde yüzlerce Bel’am ve Bersisa mevcuttur. Bunlar, senelerce koşup dururlar. Kıbleyi tam tayin edemediklerinden nereye koştuklarını bilemeden geçirdikleri seneleri her şeye rağmen sermaye kabul eder, onlarla avunurlar. Boşuna koştukları yıl arı sayar durur ve hep onlardan bahsederler. Fakat, bir şey kazanıp kazanmadıklarını hiç düşünmez ve hayatlarının muhasebesini yapmaya da asla yanaşmazlar. Dolayısıyla da, az gider, uz gider; dere tepe düz gider ama bir çuvaldız boyu bile yol alamazlar; mesafelere yenik düşerler.

Sen Mevlâ’yı seven de

İmam Kuşeyrî gibi bazı veliler rızayı, başlangıç itibarıyla irâdî ve kulun kesbine bağlı görmüşler; nihayeti itibarıyla da onu, sevdiklerine Hakk’ın irade ve ihtiyar üstü ilâhî bir armağanı olarak kabul etmişlerdir.
Evet, meseleyi terakkî (kulun Yaratıcı’ya yönelip yükselmesi) açısından ele alırsanız, önce kulun kalbinde Cenâb-ı Hakk’a karşı bir meyil, bir sevgi olması lazımdır. Şart-ı âdî planında siz Mevlâ’yı sevince, Mevlâ da sizi sever. Alvar İmamı’nın sözü de bu hususu îma eder

“Sen Mevlâ’yı seven de Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında canlar feda eylesen,

Emrince hizmet etsen Al ah ecrin vermez mi?”

Demek ki, O’nun rızası peşinde koşturuyorsanız, O da size rızasını yâr eder. Teveccühe teveccühle, nazara nazarla mukabelede bulunur.

25 Eylül 2016 Pazar

Prenses

Bir kudsî hadiste de, “Bana bir karış yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım.” buyurulduğu gibi, genelde şart-ı âdi plânında kulun cehdi önde gösterilerek, Hak nezdinde insanın irade ve tercihlerinin ne kadar önemli olduğu hatırlatılıyor. Diğer bir ifadeyle, Cenâb-ı Hak kullarına bir akıl ve irade gücü vermiş; onların da bir hikmet-i vücudu var. Dolayısıyla, Allah Teâlâ, kulun teveccühünde, nazarında, niyetinde ya da iradesinin hakkını vermesinde kayda değer bir çizgi veya küçük bir nokta görüyor; onu ilk mevhibeyi değerlendirme ve bir şart-ı âdi kabul ederek sonraki nimetlerini bahşediyor.

Mevzuyla alakalı, bildiğiniz bir menkıbeyi hatırlatmak istiyorum: İbrahim Havas hazretleri gâipten gelen ve kendisini ismiyle çağıran bir ses üzerine Bizans’a gider. Şehre ulaşınca, Rum Kayseri’nin kızının delirmiş olduğunu ve bir türlü derdine derman bulunamadığını işitir. Aslında, prenses bir vesileyle Barnaba İncili’ni okumuş, onda Peygamber Efendimiz’e dair güzel sıfatları ve harika haberleri görünce gözü açılmış ve hidayete ermiştir. Onun, Peygamber Efendimiz’e  inanmasını ve müslüman olmasını kabul enemeyen kimseler, “Bunun ruhuna şeytan girdi!” yâveleriyle prensesin yakılması gerektiğini söylemişlerdir. İbrahim Havas hazretleri durumdan haberdar olunca, prensesi tedavi edebileceğini söyleyerek onun yanına girer. Bir aralık, Hak dostu, mağdure kadıncağıza “Keşke bizim diyarları bir görseydin!” der. Prenses, eliyle karşı tarafı işaret edip, “Şuraları mı kastediyorsun?” cevabını verir. İbrahim Havas hazretleri, bir de bakar ki, Mescid-i Haram ve Ka’be karşılarında.
Evet, karanlık bir yerde ve kapkara insanlar arasında bulunmasına, Kur’an’dan ve Sünnet’ten uzak olmasına rağmen Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’i tanıma ve O’nun ümmetine dahil olma bahtiyarlığına eren bu azize kadın kelime-i şehadet getirerek ruhunu Rahman’a teslim edince, İbrahim Havas hazretleri prensesin nedimelerine sorar; “Nasıl bir insandı, neler yapardı? Ona bu pâyeyi kazandıran hangi ameliydi?” der. Hazret, bir kalb insanı olmanın yanı başında, hikmet-i ilâhiyedeki sırları da kavramış bir insandır; şart-ı âdi planında da olsa bu bahtiyarlığın bir vesilesinin bulunduğunu düşünür. Nedimeler derler ki, “Hanımımızın iki tane çok güzel hasleti vardı: Her şeyden önce çok mütevazı idi; alayiş ve gösterişten hoşlanmaz, kimseyi hakir görmez, hiçbir kulu hafife almazdı; fakir halkla oturup kalkar, herkesin hal ve hatrını sorardı. Bir
de, ne zaman bir fakir kızcağızın gelin olacağını duysa hemen ona yardıma koşar, çeyizler hazırlar ve hediyeler verirdi; çok cömertti.”
İşte, belki onun içindeki tevazu ve cömertlik duyguları Hak katında çok kıymetli bir nokta olmuştu. Öyle ki, o nokta semanın ve semalar ötesinin dikkatine, nazarına ve teveccühüne esas teşkil edebilecek bir mahiyete ulaşmıştı. Ulaşmış ve adetâ çok büyük enginlikleri istiâb edebilecek bir hal almıştı.

Böyle bir hakikate de ışık tutacak şekilde, İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi bazı ehl-i hakikat demişler ki: “Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene vücud-u ebtere müreccahtır.” Mesela, Al ah’a iman ederek bir an yaşamak, O’nu tanımaksızın milyon sene yaşamaktan daha iyidir. Evet, bir ân-ı seyyâle öyle bir ruh hâleti yakalarsınız ki, bütün gönlünüzle “Al ah’ım, bir saniyecik Sen’in maiyyetine erme uğrunda bin defa ölürüm!..”
dersiniz. Bu öyle bir haldir ki, Allah o küçücük çekirdekten kocaman bir şecere-i Tûbâ yaratır. Öbür tarafa gittiğinizde, o minnacık düşüncenin sizin Cennetinizin çekirdeği olduğunu görürsünüz. İman nuruyla aydınlattığınız o bir anlık zaman diliminde zihninizi dolduran o nurlu düşüncenin, ötede sizin için Cemal’in de, rıdvânın da esası haline geldiğini müşahede edersiniz.

24 Eylül 2016 Cumartesi

Ezelden âdet-i Mevlâ dostuna

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, belâların en şiddetli olanlarına başta peygamberlerin sonra da derecelerine göre Allah’a en yakın kul arın maruz kaldıklarını belirtmiştir. Bu hususa işaret eden hadis-i şerifin sonunda “Herkes imanının kuvvetine göre belalara uğrar. Şayet insanın imanı sağlam ve güçlü ise ona gelen belalar şiddetli olur; fakat, kulun imanı zayıfsa onun maruz kalacağı belalar da o nispette hafif olur.” buyurulmuştur. İmanı güçlü olan bir insan çok çetin musibetlerle imtihan edilse bile, her türlü meşakkate katlanır; her şeye rağmen, “iman, teslim, tevekkül” der, saadet-i dareyne yürür. İmanı zayıf kimseye gelince, Allah (celle celaluhu) onu ağır imtihanlara maruz bırakmaz; çünkü o, elde ettiği küçük bir seviye varsa, ağır bir imtihanda onu da kaybedebilir ki, Rahmeti Sonsuz, kulunu öyle bir sû-i akıbete uğratmaz. Bu açıdan, adeta imanın gücü ve Al ah’la irtibatın kuvveti ölçüsünde bela ve musibetler de şiddetli ya da hafif gelir insanın üzerine. Muhammed Lutfî Hazretleri,

“Ezelden âdet-i Mevlâ dostuna

Sevdiği kulunu mübtela eyler

Alınca abdini kerem destine

Anı bin dert ile ibtila eyler.”

diyerek işte bu hakikati dile getirmiştir.
Hâsılı, insan her meselede sebeplerin gereğini yaptıktan sonra Allah’a tevekkül etmeli, hakikî tesiri ve neticeyi Cenâb-ı Hak’tan beklemeli, akabinde de başına ne gelirse gelsin “Elhayru fî mahtârahul ah” deyip takdir-i ilahiye teslim olmalıdır.

23 Eylül 2016 Cuma

Huzûr-ı ilâhîde bulunma

Huzûr-ı ilâhîde bulunmanın manasını idrak etmiş ve Kur’an’ın tadını almış bir sahabînin şu hali onların namaza karşı iştiyaklarını göstermesi açısından ne kadar müthiştir: Peygamber Efendimiz, Zâtü’r-Rik’â gazvesinde Ammâr bin Yâsir ile Abbâd bin Bişr’i bir konak mahal inde gece nöbeti için vazifelendirmişti. Hazreti Ammâr’ın istirahati tercih ettiği bir sırada Abbâd bin Bişr kalkıp namaza durmuştu. O sırada bir müşrik bu iki sahabîyi farketmiş ve hemen üzerlerine ok yağdırmaya başlamıştı. Oklardan iki-üç tanesi Hazreti Abbâd’ın vücûduna isâbet ettiği halde, o, namazını bozmamış, ancak rükû ve secdesini yaptıktan sonra arkadaşını uyandırmıştı.
Hazreti Ammâr, sıçrayıp kalkarken bir taraftan kaçan müşriğin ardından bakakalmış, diğer yandan da merakla ve
heyecanla Abbâd bin Bişr’in vücudundan akan kanı ve isabet eden okları göstererek kendisini neden uyandırmadığını sormuştu.
Hazreti Abbâd ise, ancak bir namaz aşığının söyleyebileceği şu cevabı vermişti: “Bir sûre (Kehf) okuyordum, (ayât-ü beyyinât o kadar tatlı idi ki) onu bitirmeden namazı bozmak istemedim. Fakat, oklar peşpeşe atılınca namazı tamamlayıp seni uyandırdım. Allâh’a yemin ederim ki, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı, sûreyi yarıda bırakarak namazı kesmektense ölmeyi tercîh ederdim.”

Gelir bir bir, gider bir bir, kalır bir

Gelir bir bir, gider bir bir, kalır bir.

Gelen gider, giden gelmez, bu bir sır.

Gelirse gelir bir kıl ile eyleme tedbir.

Giderse gider eğlemez bir koca zincir!”

duygularıyla dolar, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül eder, ilahî rahmet ve inayete sığınır. Onu yer yer tasalandıran ve zaman zaman hüzne boğan tek husus vardır; o da o an bulunduğu konumun hakkını verememe endişesidir

19 Eylül 2016 Pazartesi

Hoştur bana Senden gelen

Maruz kaldığınız bir belaya öyle ya da böyle katlanırsınız. Fakat, o belayı mecburen tahammül etmeniz gereken, sıradan bir musibet olarak görürseniz, o esnada çektiğiniz acıları ve yaşadığınız sıkıntıları o yanlış telakkinizin darlığına hapsetmiş olursunuz. Şayet, o musibetin dış yüzüne takılır kalır ve arka planına dair bazı meseleleri hiç düşünmezseniz, hem o hadiseyi içinde bulunduğunuz zamana sıkıştırmış ve böylece hayatınızı daraltmış, hem de bin bir ızdırabı boşu boşuna çekmiş sayılırsınız.
Oysa, daha musibetle karşı karşıya geldiğiniz ilk andan itibaren onu bir arınma vesilesi ve sevap kazanma fırsatı olarak değerlendirmeniz de mümkündür. Şayet, belanın ötesinde onu vereni görebilir ve kainâtta meydana gelen hiçbir hadisenin başıboş ve manasız olmadığını düşünürseniz, içinizde rıza yörüngeli bir sabır duygusu hasıl olur. Hemen Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eder ve dergâh-ı uluhiyetle irtibata geçersiniz. O’nun her şeyi duyup bildiği ve her işinde binlerce hikmet bulunduğu mülahazasıyla

“Hoştur bana Senden gelen

Ya hıl’atü yahut kefen

Ya taze gül, yahut diken

Lûtfun da hoş, kahrın da hoş”

dersiniz. Karşı karşıya kaldığınız o bela beyninize bir balyoz gibi inse ve belinizi bükse de, “Demek ki günah ve hatalarımdan arınmam ve ciddi bir metafizik gerilime ulaşmam için bu sıkıntıları çekmem lazımmış; zaten benim kusurlarıma da ancak böyle bir dert keffaret olurdu; Rabbim, Senden gelen bu musibete de razıyım; yeter ki beni affet!” der ve mecbur olduğunuz için değil Cenâb-ı Allah’tan geldiğine inandığınız için gönül hoşnutluğuyla sabredersiniz.

Mağara hadisi

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz ara sıra ümmetinin dikkatini çekmek üzere anlattığı kıssaların birinde, mü’min işverenleri işçinin emeğini nemalandırarak onu da sermaye sahibi yapmaya teşvik etmiştir. “Mağara hadisi” olarak da bilinen bu hadis-i şerifte şu hadise anlatılmaktadır:
Gecelemek için bir mağaraya sığınan üç kişi, dağdan kopan büyük bir kaya parçası yuvarlanıp çıkışı kapayınca bir türlü oradan çıkamazlar. Bunun üzerine, sırayla Hak katında makbul olduğuna inandıkları bir ameli vesile kılarak Cenâb-ı Hak’tan kayanın yuvarlanıp gitmesini dilerler. Onlardan birincisi, anne-babasına karşı ihsanla davranışını vesile edinerek onunla niyazda bulunur; ikincisi, tam harama girip, iffetini kirleteceği bir anda, sırf Allah korkusu sebebiyle böyle bir günaha girmekten vazgeçişini duasına mevzû yapar. Her iki duada da taş biraz kımıldar, ancak yine de çıkabilecekleri kadar bir boşluk meydana gelmez.
Üçüncü şahıs ise şöyle dua eder:
“Rabbim, yanımda bir işçi çalıştırdım. Diğer işçilerin ücretini verdiğim gibi, onun ücretini de ödemek istedim.
Halbuki o, teklif ettiğim ücreti azımsadı ve ‘Ben bunu almam’ deyip gitti. Onunla bir koyuna anlaşmıştık. O
gidince ben de koyunun ayrı üremesine zemin hazırladım. Seneler geçti ve bu bir tek koyun büyük bir sürü hâline geldi. Derken, bir gün bu adam kapımı çaldı ve benden hakkını istedi. Ben de o sürüyü göstererek, ‘İşte bunlar senin hakkındır’ dedim. ‘Ben fakir bir insanım, benimle alay etme’ deyince; ‘Vallâhi, alay etmiyorum, alıp da götürmediğin o koyun işte bu hale geldi. Şimdi al götür’ dedim. Sevine sevine bütün sürüyü alıp götürdü.
Rabbim, bunu ben Senin için yaptım. Eğer bu amelimden razıysan mağaranın ağzını aç.”
Bu duadan sonra, taş sonuna kadar kayar, mağaranın ağzı açılır ve hep beraber dışarıya çıkarlar. (Buhari, Buyû’
98, İcâre 12; Ebû Dâvud, Buyû’ 29.)
İşte, Peygamber Efendimiz, bu hadiseyi anlatarak toplum hayatında huzur ve güvenin teminatı olabilecek üç önemli meseleyi nazara vermiş; yaşlılara hürmet edip anne-babanın hukukunu korumanın, hem iffetli yaşayıp hem de insanların  iffetlerine dokunmama ahlakının ve bir de işçi haklarını gözetmenin, hatta işçiyi bir ortak gibi kabul edip onun da sermaye sahibi olması için gayret göstermenin önemine vurguda bulunmuştur.

18 Eylül 2016 Pazar

Bir zamanlar biz de millet

Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) “Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse, diliyle onun çirkin olduğunu söylesin ve kötülüğün önüne geçsin. Buna da gücü yetmezse, hiç olmazsa, o işin kötülüğünü vicdanında duyup müteessir olsun; çünkü bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir.” buyurmuştur.
Ne var ki, haksızlıklara karşı elle müdahale etme ve kuvveti, hakkı tutup kaldırmada kul anma meselesi ancak bir devletin yapabileceği bir iştir; üçüncü sınıf bir toplum olmaya rıza göstermeme, başkalarının güdümünde yaşamayı kabul etmeme ve güçlü bir mil et olma kararlılığına vâbestedir. O iş, Merhum Mehmet Akif’in,

“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl mil etmişiz:

Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!

Kapkaranlıkken bütün âfâkı insaniyetin,

Nur olup fışkırmışız ta sînesinden zulmetin.”

sözleriyle ifade ettiği gibi, kendini bütün insanlığın ufkunu aydınlatmaya ve ihkâk-ı hakta bulunmaya adamış bir millet olmaya bağlıdır. Nasıl ki Osmanlı hükümdarı, “Bugün Hindistan’a emredersem yarın onu karşınızda bulursunuz!” dediği an “üzerine güneşin batmadığı imparatorluk” adıyla anılan koca bir devlet hemen hizaya gelmiştir; işte ancak öyle bir millet, zulümler karşısında “Yeter artık!” diyerek sesini yükseltebilir ve gaddarları hizaya getirebilir.

14 Eylül 2016 Çarşamba

Sabır bir büyülü derman

Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte “Acele şeytandandır; teennî ise Rahmân’dan!” buyurduğu; bir başka defa da, sabırlı, ağırbaşlı, yumuşak ve olgun davranışın Hak katında makbul bir tavır ve bir kul için büyük bir ihsan olduğunu vurguladığı daima hatırda tutulmalıdır. Zamanın çıldırtıcılığına ve sebepler zincirindeki sıraya uymanın zorluğuna karşı sabırlı olmak için, Hazret-i Üstad’ın işaret ettiği ayet-i kerimede nazara verilen bütün argümanlar kul anılmalı ve himmet-i ricâlin ayağını kaydırabilecek bir tehlike olan acûliyetin üstesinden gelebilmek için mutlaka vifak ve ittifak esası işletilmelidir. Ayrıca, acele edeceğimiz ya da teennî ile yaklaşacağımız konuların tefrik ve tesbiti kat’iyen kollektif şuura havale edilmelidir.
Bu bahsi de, mevzuyla alâkalı olması açısından Kırık Mızrap’taki “Sabır” şiiri ile bitirelim

Sabır bir büyülü derman, arkasında iman,

Sabretmeyenin hâli hicran üstüne hicran!

Her şeyde var bir usûl, sabır da zafere yol,

Sık dişini azıcık, dolabildiğince dol!

Sabırla pişen insan, kemâle erer inan!

Tez canlının her işi harmanda sapsız saman.

Teennî eden erer, acele etme sakın!

Vurulup dövünsen de ıraklar olmaz yakın…

Örümcek bekleyerek, ağa ağ ekleyerek,

Gider hedefe varır nice emekleyerek.

Sırattan ince bir iş, koş geçenlere yetiş,

Geçen sabırla geçti, aksi bir sürü teşviş

Çünkü meknûn o büyük sûrede

Allah Teâla Asr sûresinde de “Yemin olsun zamana; insanlar hüsranda.. ancak şunlar müstesna: İman edip makbul ve güzel işler yapanlar.. bir de birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler.” buyurmuştur. Bu sûrede yer alan “ve tevâsav bi’l-hakkı ve tevâsav bi’s-sabr” ifadesi de, yine aynı müşarekete vurguda bulunmakta; mü’minlerin birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri kurtuluşlarına bir vesile olarak gösterilmekte; dolayısıyla sürekli kafa kafaya vererek kol ektif şuuru harekete geçirmeleri, beyin fırtınaları yaparak ortak kararlar alıp onları uygulamaları ve her zaman birbirlerine hayır ve sabır tavsiyesinde bulunmaları istenmektedir. Onun içindir ki, değişik vesilelerle bir araya gelen Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin Asr sûresini okumadan ayrılmadıkları rivayet edilmektedir. Merhum M. Akif bu rivayeti şöyle şiirleştirmiştir:
“Hani, Ashâb-ı Kirâm ayrılalım derlerken,
Mutlaka “Sûre-i ve’l-Asr”ı okurmuş, bu neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh,

Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,

Sonra hak, sonra sebât: İşte kuzum insanlık

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.”

Söz konusu ayet-i kerimede mü’minlere emredilen diğer husus “râbitû” kelimesiyle ifade edilmektedir. “Ribât” tabiri, bir yönüyle, irtibat manasına gelmekte ve yine mü’minleri bir hey’et teşkil etmeye, kollektif şuuru işletmeye ve yakın alâka ile birbirine destek olmaya çağırmaktadır.

Acele

Acele edilmesi icap eden yerler ve şartlar da vardır: Rasûl-u Ekrem Efendimiz, “tesvîf” yapan, yani hayırlı işleri sürekli erteleyen ve bugünün işini yarına bırakan kimselerin kendilerini büyük bir tehlikeye attıklarını belirtmiş; ölüm gelip çatmadan tevbe etmekte, ahiret için azık toplamakta, zekat ve sadaka vermekte ve namazı vaktinde kılmakta acele edilmesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Bu konuda, Hazreti Ömer ve koşarak camiye giden bir çocuk arasında geçen konuşma pek ibretâmizdir: Hazreti Ömer Efendimiz, her zamanki gibi namaza giderken koşarak yanından geçen bir çocuk görür. Ona seslenir; “A be evlat, bu ne acele?” der. Çocuk, “Namaza gidiyorum, cemaate yetişmek istiyorum” cevabını verir. Mü’minlerin emiri, “Sen daha küçüksün..” mukabelesinde bulununca; çocuk, “Efendim, dün komşumuzun oğlu vefat etti; o benden de küçüktü.” der ve hızlı adımlarla caminin yoluna koyulur. İşte, ecel kapıyı çalmadan evvel kul uk vazifelerini yerine getirmek konusunda o salih çocuk gibi acele etmek makbul bir acûliyettir.
İslam alimleri, Peygamber Efendimiz’in söz ve uygulamalarına bakarak özellikle beş hususta ağır ve yavaş davranmamak gerektiğini söylemiş; bu meselelerde “acele” denecek kadar seri hareket etmenin lüzumuna dikkat çekmişlerdir: Misâfir gelir gelmez ona yemek ikram etme, bir günahın ardından hemen tevbe kurnasına koşup af dilenme, özellikle farz namazları vaktinde ikâme etme, çocuklara dinî bilgileri güzelce öğretme, zamanı gelince de onları geciktirmeden evlendirme ve bir de cenaze namazını çabucak kılarak vefat eden insanı bir an önce defnetme konularında acele etmenin makbul ve daha faziletli olduğunu bildirmişlerdir.

İbrahim Edhem hazretleri

İbrahim Edhem hazretleri bir gün, “Allahım, Senin uğruna her şeyi terkettim; burada rahmetinin tecel ilerini ötede de Cemâlini görebilmek için yurdu-yuvayı arkada bıraktım; artık aşkınla beni parça parça etsen de, şu kalbim Senden başkasına kaymayacaktır.” mülahazalarıyla dopdolu olduğu bir sırada, metafta (Kâbe’nin etrafında tavaf yapılan yerde) oğlunu görür. Nasılsa, oğlu da onu görüp tanımıştır; göz göze gelir ve bir süre bakışırlar. Senelerin verdiği hasret, ikisini birbirine koşturur. İhtimal, onca sene ayrılıktan sonra, öyle bir karşılaşma Hazret’in his dünyasına büyük bir tûfan halinde tesir eder, onun gönlünde bir fırtına meydana getirir ve Hak dostu az da olsa içinin aktığını hisseder. Oğul kendini babasının kucağına atınca, o da yılların hicranıyla oğluna sarılır. Tam sarmaş dolaş olurlar ki, hâtiften bir ses gelir: “İbrahim, bir kalbde iki sevgi olmaz!” İşte o an İbrahim Edhem’den bir çığlık kopuverir: “Muhabbetine mani olanı al, Allahım!” Az sonra da oğlu ayaklarının dibine yığılır kalır.
Evet, İbrahim Edhem bir söz vermiştir Rabbine; “Beni parça parça etsen de, şu kalbim Senden başkasına kaymayacak!” demiştir. O vefa abidesi,mukarrebîndendir. Mukarrebînin en mümeyyiz vasfı, her an Allah’ın huzurunda olduklarını idrak etmeleri ve bu yakınlığa göre bir duruş sergilemeleridir. Onların gözleri rahmet tecel ilerinden başka şey görmez, kalbleri rıza-yı ilahîden başka bir şeyle uzun süreli meşgul olmaz. Onlar, Cenâb-ı Hak’la münasebetlerine mani olabilecek ne varsa, hepsini Allah için feda edebilirler. O Hazret de oğluyla meşgul olmayı bile huzurun edebine muhalif görmüş ve aldığı bir ikazla “Araya giren perdeyi kaldır Allahım!”
niyazında bulunmuştur.
Bu menkıbeyi hatırlatışımın ve şu sözlerimin manası, tabi  ki “Herkes Allah’a ulaşmak için oğlunu, kızını, eşini-dostunu, evini-barkını terketmeli!” demek değil.. Fakat, bir ufuktan bahsediyorum; makam, mansıp, rütbe, pâye, mal, mülk…

Cennet cennet dedikleri

Rabiâ Adeviye’ye “Dâr!..” deyip cenneti hatırlatıyorlar da, o “Câr” diye inliyor; “Komşu var mı orada; Dostumu görebilecek miyim? Dostu göremeyeceksem Cennet’in ne önemi var!” diyor. Yunus Emre de,

“Cennet cennet dedikleri

Birkaç köşkle birkaç huri 

İsteyene ver onları

Bana seni gerek seni!”

diye içini döküyor.
Gördüğünüz gibi, âşıklarda ses hep aynı çıkıyor, kalb hep “Dost, dost” diye atıyor.

İbrahim Edhem

Rivayetlere göre, İbrahim Edhem (rahmetullahi aleyh) Belh’in prensiymiş. Bir gece, yumuşacık yatağına uzanmış yatarken aynı zamanda kendi kendine mırıldanıyormuş; “Allah’ım beni maiyyetinden mahrum etme; şu aciz kulunu Firdevs’inle şereflendir. Allah’ım, beni Peygamberine komşu eyle!..” türünden sözler söyleyerek dua ediyormuş. O sırada çatıda birinin yürüdüğünü fark etmiş, ayak sesleri duymuş. Hemen, “Kim var orada, sen kimsin?” diye bağırmış. Çatıdaki adam, “Merak etmeyin efendim; bir zarar verecek değilim, devemi kaybettim de onu arıyorum!” demiş. İbrahim Edhem, “Be adam, çatıda deve aranır mı?” deyince, aklını başına getiren şu cevabı almış: “A be sersem; sen Allah’ın maiyyetini yatakta arıyorsun ya!.. Peki yatakta Allah aranır mı, uzanmış yatarken Peygamber aranır mı!”
İşte, bu sözler İbrahim Edhem’e yetmiş. Demek ki, kalbi ölmemiş ve vicdanı felç olmamış bir insanmış; duyduğu bir iki cümle onu kendine getirmeye kifayet etmiş. O gün malı-mülkü, makamı-mansıbı elinin tersiyle itmiş, saltanatı terketmiş ve varıp Mescid-i Haram’a “cârullah” olmuş.

12 Eylül 2016 Pazartesi

Vicdan

İnsanın vicdanını inkişaf ettiren vesilelerin başında mehâsin-i ahlak gelir; bu itibarla da, vicdan genişliğinin en önemli alâmeti, güzel ahlaktır. Mesela, afv u safh güzel ahlakın bir şubesidir; kusurları bağışlama ve affedici olup dostça muameleyi sürdürme vicdanı geniş bir mü’minin şe’nidir.
Böyle güzel sıfatların sahibi bir mü’min, başkalarından gördüğü kötü muameleler karşısında bile sabırlı, temkinli, bağışlayıcı ve muhasebe derinlikli olur. O, hemen her kötülük ve musibete “Ben daha büyüğüne müstehaktım!” mülazasıyla yaklaşır. Nasreddin Hoca’nın, kafasına ceviz düşünce yerdeki kabağa bakıp, “Her şey yerinde güzel; ağacın dalında ceviz yerine ya bu kabak olsaydı!” diyerek hikmet-i ilahiyeye bakışını seslendirdiği gibi, o da “Ya tam istihkakıma göre bir musibetle karşı karşıya kalsaydım.. demek ki Allah (celle celaluhu) başıma gelecek belayı rahmetiyle ezip büzdü, küçülttü, böyle minnacık bir şey yaptı ve öyle düşürdü; hamd olsun O’na!”  diyerek meseleyi kendi hata ve günahlarına, istihkâkına ve kader-i ilahîye bağlar; geriye kendisine kötülük yapan insanın az bir hissesi kalmışsa onu da affeder.

Şefkat tokatları

Nur Müellifi, Kur’an hizmetinde bulunan adanmışların beşeriyet muktezası olarak yaptıkları hatalar neticesinde şefkat tokatları yediklerini anlatmış ve bu şefkat tokatlarının hizmette hâlisâne çalışanları intibaha getirerek onlara bir kere daha konumlarını ve vazifelerini hatırlattığını belirtmiştir. Hazreti Üstad, bu tokatları anlatmaya başlarken, hakperest ve mütevazı tabiatının gereği olarak önce kendi hakkında şefkat tokatı olduğuna inandığı hadiselere atıfta bulunmuş; sonra da kendilerinden izin alarak bazı talebelerinin başından geçen vakıaları nakletmiştir.
Bediüzzaman hazretleri, şefkat tokatı olarak isimlendirdiği hadiselerden birisini şöyle hikaye  etmiştir: “…Kur’ân’ı yeni bir tarzda yazmak hususunda talebelere bir vazife açıldı. Hakkı Efendi’ye de hisse verildi. Elhak, o hissesine sahip çıktı. Bir cüz’ü güzel yazdı. Fakat derd-i maişet zaruretiyle kendini mecbur bilip, gizli dâvâ vekâletine teşebbüs etti. Birden, bir şefkat tokadı yedi. Kalemi tutan parmağı muvakkaten kırıldı. “Bu parmakla hem dâvâ vekâleti yapmak, hem Kur’ân’ı yazmak olmaz” diye, lisan-ı mânâ ile ihtar edildi. Dâvâ vekâletine teşebbüsünü bilmediğimiz için, parmağına hayret ediyorduk. Sonra anlaşıldı ki, kudsî, sâfi hizmet-i Kur’âniye, gayet temiz, kendine mahsus parmakları başka işe karıştırmak istemiyor.”
Demek ki, bu türlü ilahî ikazlar, bazı hususî lütuflara mazhar olmuş insanlara konumlarını hatırlatmakta ve onların durmaları gerekli olan yeri gözden geçirmelerini sağlamaktadır. Aynı zamanda, konumlarının hatalara bile tahammülü olmadığını ve marifet ufuklarına yakışmayan davranışlarının bir şefkat tokatına sebebiyet
verebileceğini vurgulamaktadır.

11 Eylül 2016 Pazar

Keşfi, keramet

Peki onların ( sahabelerin) keşif, keramet, hiss-i kable’l-vukû (hadiseleri olmadan önce hissetmek) ve ilham türünden harikulâde halleri hiç mi olmamıştır? Tabiî ki olmuştur; ne var ki onlar, o türlü fevkalâde halleri hiçbir zaman istememişlerdir.
Hatta, keşfi, kerameti bir imtihan vesilesi kabul etmiş ve onlardan bir manada çekinmişlerdir. Şayet, kendilerinde öyle bir hal meydana gelmişse, onu bir ilahî sır gibi saklamış, kimseye bel i etmemeye çalışmışlardır.
Ashâb-ı Kirâm’ın bu ketumiyyetine (sır vermemesine) rağmen, bazılarının kerametleri kendi arzuları haricinde dışarıya sızmış, açığa çıkmıştır. Mesela; Hazreti Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordunun yenilmek üzere olduğunu görüp ordu komutanına “Sâriye, dağa bak, dağa bak!” diye seslenmiş; aradaki kilometrelerce mesafeye rağmen bu sesi duyan Hazreti Sâriye düşmanın oyununu farkedip dağa yanaşmış ve muzaffer olmuştur.
O devrin gül yüzlü insanları arasında duasına anında icabet edilen kimseler mevcuttur. Muhbir-i Sâdık (sallallahu aleyhi ve sellem) “Nice saçı başı dağınık insanlar vardır ki, bir meselede Allah’a kasem etseler, Allah onları kasemlerinde yalancı çıkarmaz. (Onların bütün duaları kabul görür.) Berâ b. Malik bunlardandır.” buyurmuştur.
Sahabe efendilerimiz, Hazreti Berâ’nın dualarının çabucak kabul edildiğine o kadar çok şahit olmuşlardır ki, savaş meydanında sıkıştıkları bir anda gelip “Savaşı kazanacağımıza yemin et; Allah senin yeminini boşa çıkarmaz!” dedikleri rivayet edilmektedir.
Duası anında kabul görenlerden biri de Sa’d b. Ebî Vakkas hazretleridir. Öyle ki, bir gün Kûfe sokaklarında yürürken bir adamın Hazreti Ali, Zübeyr b. Avvam ve Talha b. Ubeydul ah (Al ah hepsinden razı olsun) gibi sahabîlere sövüp saydığını duyar. Güzel konuşması, hakaret etmemesi için adamı uyarır. Saygısız adam inat eder. Bunun üzerine Hazreti Sa’d “Sesini kesiyor musun, yoksa beddua edeyim mi?” der. Adam, büsbütün
küstahlaşır ve “Beni tehdid mi ediyorsun?” karşılığını verir. İşte o zaman Sa’d b. Ebî Vakkas ellerini açar ve “Al ah’ım, şu adama haddini bildir; diğerleri de bundan ibret alsınlar, tâ ki böyle insanların aleyhine ulu orta konuşmalar olmasın.” diye dua eder. Daha aradan bir-iki dakika
geçmeden nereden çıktığı bilinmeyen bir deve kalabalığın bulunduğu yere koşar, cemaatin içine dalar; birini arıyormuşçasına oraya buraya hamle yapar ve sonunda gidip saygısızca konuşan o adamı ayaklarının altına alır, üzerinde tepinir. Biraz sonra adamın acı acı feryatları kesilir ve etraftakilerin şaşkın bakışları arasında son nefesini de verir.
Evet, Ashab-ı Kirâm arasında bu türlü harikulâde hal eri görülen kimseler de olmuştur; fakat, onlar bu hususiyetlerini hiç izhar etmemeye gayret göstermişlerdir. Onlar, asıl kerametin kesintisiz Allah’ın rızasına müteveccih bulunmada olduğuna inanarak bunun dışındaki bütün fevkalâdeliklerden irâdî olarak uzak durmaya çalışmış; iman,marifet ve muhabbetin dışındaki bütün harikulâde hâllere ve hatta zevk-i ruhânî gibi mazhariyetlere karşı kapalı kalmayı tercih etmişlerdir. Harikulâde haller yerine, dinin ruhuna uygun yaşama..
güzel ahlaklı olma.. marifet, muhabbet, ihlas ve ihsan şuuruyla dolma.. hem hukukul ahı hem de kul haklarını gözetme.. Allah’la münasebetlerinde olabildiğine derinleşme… gibi mazhariyetlerin peşine düşmüşlerdir.

Çeşm-i ibret ile bak

Habîb-i Edîb (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, “Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki?!. Şu yeryüzündeki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden yolcunun hâline benzer.” buyurmuş ve mübarek şahsî hayatı itibarıyla hiçbir zaman yarınları düşünmemiş, gelecek günler için herhangi bir maddî hazırlık peşine düşmemiştir. Mezar taşlarına nakşedilmesiyle meşhur şu sözler, Allah Rasûlü’nün dünyaya bakışının hülâsâsı gibidir:

“Çeşm-i ibret ile bak dünya misafirhânedir

Bir mukim âdem bulunmaz ne aceb kâşânedir,

Bir kefendir sermayesi, akibet şah u gedâ,

Pes buna mağrur olan Mecnun değil, ya nedir?”

Evet, bir kefenlik sermayesinden dolayı mağrur olma cinnetine düşmeyenler, dünyaya bir misafirhane olarak  bakar ve bu hayata değil, ebedî âleme, o âlemin vüsati, derinliği ve ebediyeti ölçüsünde alâka gösterirler. Ecelin ne zaman geleceği belli olmadığından dolayı da ölümün her an kapılarını çalabileceğinin şuuruyla yaşarlar. Bir Arap şairinin ifadesiyle,

“El-mevtü ye’tî bağteten

Ve’l-kabru sundûku’l-amel

Ölüm ansızın çıkıp geliverir; kabir ise, amel sandığıdır.” Dünya malı mezarda  beş para etmez; insanın Karun kadar serveti de olsa orada işe yaramaz. Kabirde hora geçebilecek tek kıymetli metâ, sâlih ameldir; çünkü, o ancak sâlih amelleri içine alan bir sandukçadır.

10 Eylül 2016 Cumartesi

Ömer bin Abdülaziz

Aslında, sahabe ve selef-i salihînden çokları Mevlâ-yı Müteâl’in hoşnut olmayacağı bir işe yanaşmamak ve su-i akibete uğramamak için hep teyakkuzda yaşamış, kendilerini asla emniyette görmemiş; Kur’an’ın zemmettiği her hal, hareket ve sıfatın kendilerinde de olmasından endişe duymuş ve onlardan uzak durmaya gayret göstermişlerdir.
Bu teyakkuz ve temkinden dolayıdır ki, selef-i salihîn efendilerimiz ehl-i küfürle alakalı ayetleri okurken bile hıçkıra hıçkıra ağlar ve onların akıbetine düşmekten çok korkarlardı. Mesela; Ömer bin Abdülaziz, “Boyunlarında demir halkalar, ayaklarında zincirler olarak önce kaynar suya sürüklenecek, sonra da ateşte cayır cayır yakılacaklardır.” (Mümin, 40/71-72) mealindeki ayeti tekrar ede ede sabaha kadar ağlar ve çok defa secdeye yığılıp kalırdı. “Gün gelecek, kâfirler cehennem ateşinin karşısına tutulurken onlara şöyle denilecek: “Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kul anıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz!” (Ahkaf, 46/20) mealindeki ayet-i kerimeyi okuyunca yemeden içmeden kesilir; ahiret meyvelerini daha dünyadayken yiyip bitirmekten ve öteye müflis olarak gitmekten korktuğu için bir bardak soğuk su içmeye, birkaç lokma yemek yemeye bile cesaret edemezdi. Doğrusu, özel ikle ilk asırlardaki müminlerin genel hal eri Ömer bin Abdülaziz’in halinden pek de farklı değildi. Onlar, her ayet karşısında herkesten önce kendilerini muhatap kabul ediyor ve beyan-ı ilahînin muhtevasına göre bir tavır belirliyorlardı.

Gazabın Allah için olanı

İbn Hacer hazretleri, gazabın Allah için olanını anlatırken, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtu vesselâm) şahsî meselelerde sabredip hiç öfkelenmediği halde, dini ilgilendiren mevzularda gazap izhar ettiğine dikkat çekmekte ve bu hususu bazı misal erle te’yit etmektedir. Serdettiği örneklerden birisi şöyledir:
Câbir b. Abdullah’ın (radıyallahu anh) anlattığına göre; Muâz ibn Cebel (radıyallahu anh), Peygamber Efendimiz’in arkasında namazını kılar, sonra da kendi kavmi olan Benû Selime’ye gidip, onlara namaz kıldırır ve namazda da Bakara Sûresi’ni bitirecek kadar uzun okurdu. Bir defasında bir adam kendi başına kısa bir şekilde namaz kılmıştı. Bu adamın cemaatten ayrılıp tek başına namaz kıldığı haberi kendisine ulaşınca Hazreti Muâz,
“O bir münafıktır!” deyivermişti. Muâz ibn Cebel’in bu sözünü duyan o adam, hemen Rasûl-ü Ekrem’e geldi; “Yâ Rasûlallah! Biz ellerimizle işleyen, su çeken ve develerimizle sulama yapan bir topluluğuz. Muâz, dün bize namaz kıldırırken Bakara Sûresi’ni baştan sona okudu. Onun için bu defa namazımı hafif kılıp gittim. Bundan dolayı Muâz benim bir
münafık olduğumu iddia etmiş!” dedi. Bunun üzerine Al ah Rasûlü -kızgın bir ifade tarzıyla-
üç kere: “Ya Muâz! Sen bir fettan mısın (fitne mi çıkarıyorsun)? “Ve’ş-şemsi ve duhâha”, “Sebbih isme Rabbike’l-alâ” ve benzeri sûreleri okusana!” buyurdu. Evet, insanın kendi adına kul uk çıtasını yüksekte tutması güzel ve makbuldü ama başkaları söz konusu olunca dinin özündeki kolaylık (yüsr) prensibi esas alınmalıydı; Şefkat Peygamberi Hazreti Muaz gibi bir ibadet aşığının şahsında işte bu hususa işaret ediyordu.
Hâsılı, mü’min Allah için sevmeli, Allah için buğzetmeli, Allah için hüküm vermeli.. ve öfkelenecekse Allah için öfkelenmelidir. İnanmış bir insan neye ne ölçüde gazaplandığına çok dikkat etmelidir. Kendisiyle alâkalı en küçük bir meseleden dolayı kıyametler kopardığı halde, dini, diyaneti ve ümmet-i Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hal-i pürmelalini ilgilendiren mevzularda hiçbir hiddet alâmeti göstermeyen kimselerin öfkelerinin ne kadar nefsanî ve şeytanî olduğu açıktır. Oysa, muvahhid bir mü’min olmanın ve hakiki ihlasa ermenin yolu nefsin hissesi bulunan her işi terketmekten geçmektedir. Bu konuda -Yirmi kinci Mektup’ta da değerlendirilen- şu hâdise ne kadar ibretliktir:
Bir vakit, İmam-ı Ali (radıyallahu anh) kendisine karşı savaşan bir kâfiri yere sermiş. Kılıcını çekip tam başını keseceği zaman, hasmı ona tükürmüş. Hazreti Ali, kâfiri bırakmış, onu öldürmemiş. O inançsız adam, Hazreti Ali’ye (kerremallahu vechehu) “Neden beni kesmedin?” diye sorunca, Haydar-ı Kerrâr, “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. İşe nefsimin hissesi karıştığından ihlâsım zedelendi. Onun için seni öldürmedim.” demiş. Bu cevabı alan adam Hazreti Ali’nin civanmertliğine şöyle mukabelede bulunmuş:
“Sana tükürmekteki maksadım, beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; öyleyse, o din haktır!..”

Hazreti Ömer’in Hakperestliği ve Müsamaha Yol

Hâlis mü’min öfkesinin yönünü Allah’ın razı olmadığı işlere tevcih etmelidir. Nefsinin isyanlarına karşı öfkelenip onun terbiyesine koyulmalı, gazap hislerini müslümanlara zulmedenlere yöneltip dinin ihyası ve diyanetin te’yidi için daha çok çalışmalıdır. Kendisini sık sık kontrol etmeli ve şayet öfkesi Allah için değilse, hatta ona azıcık da olsa nefsânî hisler karışmışsa, hemen susmasını bilmeli, hiddetini dindirmeli, sakinleşmeli ve affedici olmalıdır. Şu hâdise bu mevzuya ne güzel misaldir:
Bir gün, Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) ganimet dağıttığı bir sırada, Uyeyne İbnu Hısn gibi yeni ihtida etmiş
bazı kimseler kendi paylarına razı olmuyor ve daha fazlasını istiyorlar. Hatta henüz İslam ahlakıyla bezenememiş bir-iki tanesi haddi aşıp küstahça davranıyorlar. Mesela, Uyeyne İbnu Hısn, “Ey Hattâb’ın oğlu, yeter artık! Sen bize bol vermediğin gibi, aramızda adaletle de hükmetmiyorsun!” diyor. Hazreti Ömer Efendimiz hak etmediği bu ithama mukabil biraz öfke izhar ediyor. Zaten, adalet timsali Ömer (radıyallahu anh) gibi kılı kırk yaran bir insanın böyle bir tavır karşısında gazaplanmaması mümkün değil. Zira, onun bambaşka bir hakperestliği var. Mevlana Şiblî, onun hayatını anlatırken der ki “Ömer’in adaleti ve hakperestliği Ömer’e dost bırakmadı.” Evet, Allah Rasûlü’nün Halifesi, herkesin hakkını gözetme ve her hak sahibine hakkını verme mevzuunda çok hassastır; ne pahasına olursa olsun doğruluktan hiç ayrılmaz. Bu hassasiyetine rağmen, öyle yakışıksız bir sözü duyunca elindeki dirresiyle (kırbacıyla) adama dönüyor ve üzerine yürüyecekmiş gibi bir hal alıyor.
O sırada, Hazreti Ömer’in de yakınlarından olan ve çoğu zaman onun istişare heyetinde yer alan Hürr İbnu Kays (radıyallahu anh) hemen öne atılıp, “Ey Mü’minlerin halifesi, Allah Teâla hazretleri Rasûl-ü Ekrem’ine, “Sen af ve müsamaha yolunu tut, iyiliği emret, cahil ere aldırış etme!” (A’raf, 7/199) buyurmuştur. Bu adam da cahil erden biridir!” diyor.
Bu ikazı duyan Hazreti Ömer, olduğu yerde kalıyor ve artık Uyeyne’ye hiçbir şey demiyor, hiçbir şey yapmıyor.
Böyle bir ilahî tembihin hatırlatılması karşısında Emirü’l-mü’minîn’in bütün hiddeti diniyor. (Doğrusu, Habîb-i Ekrem’in en öndeki dostlarından olan Hazreti Ömer Efendimiz hakkında gazap, öfke, hiddet… gibi herkes için kul andığımız kelimeleri kul anma mevzuunda çok korkuyorum; bir hakikati nazara vermek için mecburen bu kelimeleri istimal ettiğim için onun ruhâniyetinden özür diliyorum.)
İşte bu, hakperestlik duygusu içinde, kılı kırk yararcasına yaşama ve yerinde gazap hissini de bastırma demektir.
Hazreti Ömer Efendimiz’in bu hasletinden dolayıdır ki, o, “el-vakkâf inde’l-hak” sözüyle anılır olmuştur. Bu tabir,
“her zaman doğrunun yanında yer alan, hak ve adaletten asla ayrılmayan, kendisinin rağmına olsa da mutlaka hakka boyun eğen, Kitabullah’ın hükmüne gönülden rıza gösteren ve hakkın söz konusu olduğu yerde anında frenlemesini bilen insan” demektir. Hazreti Ömer, yumruğunu kaldırıp tam hasmının gözüne indireceği bir anda, hakkın hatırı için öfkesini yutarak kol arını hafifçe iki yanına salıverecek kadar duygularına hâkim bir insandır.
Şüphesiz onun bu hali, hâlis mü’minlerin ve takva ehlinin de halidir.

İstemem nakl-i cenazemde -Son gün olmasın dostum

Cenaze namazı ve kabre son yolculuk şan ü şöhret aranacak, debdebe ve ihtişam istenecek, âlâyişe girilecek bir yer değildir.
Orası, hakiki mü’minler için en mahcup olunması ve şefkate en çok ihtiyaç duyulması gereken bir acz durağıdır. T. Mevlevî ne hoş söyler:

“İstemem nakl-i cenazemde çeleng ü âhenk

Debdebe ile gidilir saha değildir makber;

Orası, medhalidir bârigâh-ı Mevlânın,

Kapısından içeri acz ile girmek ister.”

İşte selef-i sâlihîn efendilerimiz hep bu duyguyla meşbu bulunmuşlar ve cenazelerinin nasıl olacağından ziyade Rabbin huzuruna hangi yüzle çıkacaklarını düşünmüşlerdir hem de onca ibadet ü taatlerine, onlarca senelik kusursuz kulluklarına rağmen.
Mesela; ibadeti, zühdü, takvası, ilmi ve özel ikle hadis bilgisiyle çok nadide bir insan olan ve A’meş lakabıyla tanınan Süleyman b. Mihran hazretleri bunlardan biridir. Vefatından az önce yanına giren dostları bir doktor çağırmayı teklif edince şöyle cevap verir: “Ne yapayım doktoru, artık ben gidiciyim. Hem yemin ederim ki, nefsim elimde olsa onu hemen bir çukura atar kurtulurdum. Ben ölünce hiç kimseyi çağırmayın, beni sessizce kabrime bırakın, gidin!” O sözün manası şudur: “Allah indinde bir kıymetim varsa, zaten kurtuldum; fakat, şayet ben insanların hüsn-ü zan ettikleri gibi biri değilsem, o zaman vay halime benim; ötede bir de onların hüsn-ü şehadetlerinin hesabını sorarlar bana!..”
Ömrü boyunca her meseleyi rıza-yı ilâhîye ve Allah’a ubûdiyete bağlayan Bedîüzzaman hazretleri de aynı istikamette vasiyette bulunmuş; kabrinin, bir-iki talebesinden başka hiç kimsenin bilmeyeceği, gayet gizli bir yerde olmasını arzulamış ve “Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir.” buyurmuştur. Muhteşem bir cenaze merasimi beklentisinde olmamayı ve kimsenin bilmediği bir yere defnedilmeyi de hayatı boyunca mücessem temsilcisi olduğu ihlasın bir gereği saymıştır. Cenâb-ı Al ah, onun bu isteğini de gerçekleştirmiş; 1960 senesinde Urfa’da vefat edip Halilürrahman dergahına defnedilmesinden ve kabrini birkaç ay boyunca binlerce insanın ziyaret etmesinden sonra, 27 Mayıs İhtilali akabinde aynı senenin temmuz ayında bir gece yarısı mezarı açılmış ve na’şı bir uçakla Isparta civarında meçhul bir yere nakledilmiştir.
Evet, asıl mesele Cenâb-ı Hak indinde makbul bir kul olabilmektir; yoksa, sadece insanların hüsn-ü şehadeti hiçbir mana ifade etmemektedir. Sâlih kulların, mevtânın iyiliğine şahitlik etmeleri, hayırlı insanların arkadan Kur’an okumaları ve istiğfarda bulunmaları, ancak imanla giden insanlar için muhtemel bir kurtuluş
vesilesi olsa da, meselenin nîrengi noktası insanın kendisinin son yolculuğa hazır ve “gel” emrine âmadeyken ötelere yürümesidir. Bir adımla ahiretin yamaçlarına geçeceğine inananlar için tabutu taşıyacak tam inanmış dört adam kâfîdir:

“Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam;

Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam…”

(Necip Fazıl)

Cenaze namazı ve kabre son yolculuk

İşin başında niyetin farz olmadığı meselelerde, insan mebdede niyetini hâlis kılamamış ve Allah’a tam teveccüh edememiş olsa bile, aklı başına gelip niyetteki hulûsu kavradığı andan itibaren o işe hâlis niyetle başlamış gibi sayılır. Kim bilir, Cenâb-ı Allah, engin rahmetiyle o niyeti işin başlangıcına doğru geriye de işlettirir.
Mesela, bir kimse malını cömertçe saçıp durur ama bunu “Cömert nasıl oluyormuş görsünler” mülahazasıyla yapar. Fakat, bir gün ciddi bir pişmanlıkla “Estağfirullah yâ Rabbi, riyakârlıklarımdan dolayı bağışla beni. Bundan sonra vereceğim her şeyi sadece Senin rızan için vereceğim, hiç kimsenin bilmesini istemeyeceğim!” der.
İhtimal, Merhameti Sonsuz, o insanın tevbe ve istiğfarını geçmişe doğru da işlettirmek sûretiyle, riya ve süm’a kasdıyla harcadıklarını da hâlisâne tasadduklarına katar Söz gelmişken, konuyla alakalı bir meseleyi daha hatırlatmak istiyorum: Bişr el-Hafi hazretleri, “Bazı insanlar hem hayattayken riyakâr oluyorlar, hem de öldükten sonra!..” deyince etrafındakiler sorarlar: “Öldükten sonra nasıl riyakâr olurlar ki?” Hazret, cevap sadedinde, “Onlar, çok kalabalık ve pek muhteşem bir cenaze töreni ile gömülmeyi arzular ve hayal ederler.” buyurur. Evet, bazıları insanların takdir etmelerine ve alkışlamalarına o kadar değer verirler ki, cenaze merasimlerinde çok kalabalık bir cemaatin bulunmasını can u gönülden ister ve beklerler. Hiç unutmam; merhum Turgut Özal’ın cenaze namazına çok iştirak olduğunu gören birisi o manzaraya hayran kalarak ve imrenerek aynı kalabalığı kendi cenazesinde de arzuladığını ifade etmişti. “Acaba benim cenazeme de bu kadar iştirak olur mu?” Bu düşünce insanın kendi nefsine ne ölçüde meftun olduğunu ve
kendini ifade etmeye ne denli müptela bulunduğunu gösteren ne büyük bir inhiraftır!.. Şayet sen ölüm ötesine, mahşere, hesaba, Sırat’a, Cennet’e ve Cehennem’e inanmıyorsan, öbür âleme inanan bir insan edasıyla
yaşamamış ve koskoca bir ömrü heder etmişsen, bütün dünya senin cenaze namazını kılsa ne ifade eder ki?!.

Kurban eti münasebetiyle

“Allah Teâlâ, ne desinler diye hayır yapan süm’acıdan, ne gösteriş için iş tutan mürâîden, ne de minnet altında bırakan mennândan bir şey kabul eder!” buyurduğu ve “desinler, görsünler, bilsinler” düşüncesiyle amel edenin sevap alamayacağını vurguladığı sık sık nazara verilmelidir. Ayrıca, burada peşine düşülen dünyevî menfaatlerin ahiretteki mükafatı tamamen yok etmese bile menfaatin büyüklüğü nispetinde sevabın da azalacağı hep hatırda tutulmalıdır. Evet, bir şeyi öbür tarafa ne kadar hasreder ve burada orasından burasından kırpmadan öteye gönderirseniz, onun orada bütünüyle, hatta katlanmış olarak size iade edildiğini görürsünüz.
Fakat, burada azıcık kesip eksiltirseniz orada da o ölçüde eksilmiş olarak bulursunuz. Hatırlarsanız, bir kurban eti münasebetiyle, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz Hazreti Aişe validemize “Kesilen kurbanı ne yaptın?” diye sorar. O, “Dörtte üçünü muhtaçlara dağıttım, geri kalanını kendimize ayırdım.” deyince, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Hayır ya Aişe, sen dörtte üçünü bize bıraktın; çünkü, muhtaçlara verdiklerin Allah içindi, sevap  hanemize yazıldı ve bekâya mazhar oldu.” buyurur. Bu itibarla, yapılan hayr ü hasenâtla -kısmen de olsa-burada takdir gören ve parmakla gösterilen bir insan olmayı hedefleme, ahiret meyvelerinden
bir kısmını daha dünyadayken yiyip tüketme manasına gelmektedir.

8 Eylül 2016 Perşembe

Sen de gel

Herkes kendi karakterinin gereğini sergiler; bazıları kendi karakterlerinin gereği olarak ona buna saldırırken ve önlerine geleni ısırmaya çalışırken, bize de kendi karakterimize saygılı olmak ve nezih üslubumuzu korumak düşer. Üslubumuz bizim namusumuzdur ,manevi şahsiyetimizdir, aynamızdır. Biz şimdiye kadar hep sevgi türküleri söyledik; sevgi deyip güldük, sevgi deyip ağladık, hep muhabbet çiçekleri dermeye çalıştık; sadece nefretten nefret ettik, kimseye karşı düşmanlık beslemedik ve hele asla kan dökmeye yeltenmedik; sokaklara dökülüp anarşi çıkarmayı vatana mil ete ihanet saydık, hep emniyet ve güvenin yanında yer aldık. İnşaal ah bundan sonra da bu üslubumuzu koruyacak ve herkese gönlümüzü açık tutacağız.
Hani derler ki; bazıları Mevlâna Celaleddîn Rûmî hazretlerine ağızlarına ne gelirse söyler ve ona hakaret ederlermiş. Yine bir gün bir saygısız adam, “Sen inançsızlara bile kucak açıyorsun, onlarla biraraya geliyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun… Böyle yapmakla dinin izzetine dokunuyor, İslam’ın onurunu iki paralık ediyorsun.” türünden bir düzine hakaretle dolu bir mektup göndermiş. Hazret, mektubu açıp okumuş, tebessümle kağıdın arka tarafını çevirmiş ve tek cümle yazıp geri göndermiş. Hazreti Mevlânâ o tek cümlede “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” demiş. İşte, bizim mukabelemiz de ancak bu kadar olmalı ve herkes gönlümüzde kendisine ayrılmış bir sandalye bulabilmelidir.

7 Eylül 2016 Çarşamba

Yolda kalanlar

İmam Gazâlî Hazretleri yolda kalanların haline şöyle bir misal verir: Bir adam Ankara gibi bir şehirden kalkar, İstanbul misali güzel mi güzel bir beldeye gitmek üzere yola çıkar. Bir süre ilerledikten sonra, yol meşakkati ve yorgunluk ağır basar, biraz dinlenmek ister. Müsait bir yer ararken, bir su kenarı bulur. Şırıl şırıl akan su, meyveli ağaçlar, serin gölgelikler, bülbül gibi şakıyan kuşlar, tatlı tatlı öten kuşçuklar, etrafta uçuşan rengârenk kelebekler… bütün bu güzel ikleri görünce oraya hayran kalır, adeta büyülenir ve bir ağacın gölgesine otağını kurar. Suyun çağlamasını dinlemeye, kelebeklerin uçuşunu seyre, ağaçların meyvelerinden yemeye ve serinlikte dinlenmeye durur. Çok geçmeden de içinde bulunduğu halin cazibesine vurulur ve dalar gider, İstanbul
güzel iğindeki o diyarı unutur. Başlangıçta o beldeyi kastederek azm-i râh etmiş olsa da, önüne çıkan güzellikler sebebiyle  maksadından vazgeçer ve yol yorgunu olarak oraya yıkılıp kalır.
Şayet, insanlara asıl hedefleri ve varıp ulaşmaları gereken ebedî meskenleri sürekli hatırlatılmazsa, - hafizanallah- herkesin -aynı o yorgun yolcu gibi- şirin bir gölgeliğe, lezzetli birkaç meyveye, câzibedâr bir güzel iğe takılıp yolda kalması ve oracığa yığılması muhtemeldir. Dolayısıyla, her insanın bu mevzuda her yeni gün bir kere daha takviyeye ihtiyacı vardır. Gelecek kaygısını, âhirete ait istikbal endişesine dönüştürmek ve bu duygunun canlılığını koruyabilmek ancak müzakere meclisleri oluşturmakla, sohbet-i Cânân vesilesiyle kalbleri yumuşatıp gözleri yaşartmakla ve gönül eri ihya eden hakikatleri hemen her gün farklı bir üslupla yeniden mülahazaya almakla mümkündür.

Ebu Eyyûb el-Ensârî

Allah Rasûlü ve Hazreti Ebu Bekir gibi has dairedeki bir kısım arkadaşları, maddî hayat itibarıyla en fakirâne yaşayan insanlardı. Hem de onlar bu hale kendi ihtiyarlarıyla razı oluyorlardı. Şayet isteselerdi, herkesten daha müreffeh yaşayabilirlerdi. Zira, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz sadece kendisine verilen hediyeleri dağıtmayıp yanında bıraksaydı, o günün maddeten en zenginlerinden biri olabilirdi, ama O öyle yapmayı hiç düşünmedi; ümmetini helâlinden kazanıp zengin olmaya teşvik ettiği halde kendisi hem kıyamete kadar gelecek olan bütün irşad erlerine örnek olmak hem de ahiret meyvelerini ötelere bırakmak için fakirliği ve zahidâne bir hayatı ihtiyar etti.
Öyle ki, bir gün Fazilet Güneşi (aleyhi’s-salatü ve’s-selam) iki arkadaşı ile beraber Ebu Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evine gitmişti. Evin hanımı onları karşılamış, Ebu Eyyûb Hazretleri de hemen bir hurma salkımı kesip getirmiş, kutlu misafirlerine ikram etmişti. Allah Rasûlü “Bu hurma dalını niye kestin, meyvesinden toplasaydın ya!” buyurunca, ev sahibi, “Ya Rasûlallah, evime şeref verdiniz; size hem kuru hurmasından, hem tam olgunlaşmayanından, hem de olgun tazesinden tattırmak istedim, onun için dalıyla beraber getirdim.”
demişti. Ebu Eyyûb el-Ensâri hazretleri, bu kutlu misafirlerine hurma ikram etmişti ama bununla yetinemezdi.
Hemen kalkıp dışarı koşmuş, bir oğlak tutup kesmiş ve sonra onun yarısını kebap yapmış, diğer yarısını da suda pişirmişti. Şefkat Peygamberi, sofraya konulan etten bir parça almış, onu bir yufkanın içine koymuş ve “Ey Ebâ Eyyûb! Bunu Fatıma’ya götür, zira günlerden beri o böylesini tatmadı.” buyurmuştu. Ebu Eyyûb da hemen bu emri yerine getirmiş ve tekrar aziz misafirlerinin yanına dönmüştü.
Herkes yemeğini yiyip doyunca, Rehber-i Ekmel (sallallahu aleyhi ve sellem) “Serin gölge, ekmek, et, hurma, henüz olgunlaşmamış hurma, olgun taze hurma ve soğuk su…” demiş; bunları sayarken de mübarek gözleri
yaşlarla dolmuştu. Sonra sözlerine şöyle devam etmişti: “Nefsim kudret elinde olan Yüce Al ah’a yemin ederim ki, işte bunlar da sorulacağınız nimetlerdendir; Allah Teâlâ “Sonra o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz.” (Tekâsür, 102/8) buyurmuştur; evet, işte bunlar, o kıyamet günü sorgulanacağınız
nimetlerdendir.” Peygamber Efendimiz’in bu sözü, orada hazır  bulunan Ashab-ı Kirama öyle ağır gelmişti ki, hepsi derin derin mülahazalara dalmışlardı. Bunun üzerine Müşfik Nebi şöyle buyurdu: “Bu türlü nimetlere rastlayıp da onlara el uzattığınızda “Bismillah” deyin; doyduğunuz zaman da, “Sonsuz şükürler olsun Allah’a ki bizi doyurdu, nimetlerle serfiraz etti ve lütf u ihsana erdirdi.” diyerek o nimete şükredin.”
Bir başka gün, Enbiyalar Serveri, oruç tutmuştu; iftar edeceği zaman kendisine bir bardak süt getirmişlerdi.
Sahabe-i güzin efendilerimiz Rasûl-ü Ekrem’in hoşuna gidebilecek bir şey yapmak için can atarlardı; o gün de ikram edecekleri sütün içine biraz bal koymuşlardı. Peygamber Efendimiz, sütten bir iki yudum alıp balın tadını hisseder hissetmez elindeki kabı mübarek dudaklarından uzaklaştırarak, “Bu nedir?” diye sorunca, “Ya Rasûlallah, hoşunuza gideceğini düşünerek süte biraz bal karıştırdık!” cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine Beyan Sultanı elindeki kaseyi yere koyarak şöyle buyurdu:
“Dikkat ediniz! Ben bunun içilmesini haram kılmıyorum; fakat, bilin ki, kim (yemesinde-içmesinde, giyiminde-kuşamında) Allah için mütevazı olursa, Allah onu yücelttikçe yüceltir; kim de kibirlenir ve büyüklük taslarsa, Cenâb-ı Hak onu da alçalttıkça alçaltır. Kim iktisatlı hareket ederse, Allah onu zengin kılar; kim de israf ederse, Cenâb-ı Hak onu fakr u zarurete mübtela eyler.. ve kim Al ah’ı çokça zikrederse, Mevlâ-yı Müteâl ondan hoşnut olur.”
Sözün özü; iktisat, insanı kanaatkâr kılar; hadis-i şerifin ifadesiyle “Kanaat, tükenmez bir hazinedir.” ve “Kanaat eden aziz yaşar; tamah eden zil ete düşer.” İktisat, berekete ve izzetli yaşamaya vesile olur. İsraf ise, kanaatsizliğe, sürekli hayattan şikayet etmeye, hırsa, riyaya ve ihlassızlığa sebebiyet verir; insanın izzetini kırar ve onu başkalarına yüz suyu dökmeye mecbur eder