31 Ekim 2016 Pazartesi

Borç

Hadis-i şerif’te, bir an önce borcunu ödeme imkanına sahip olduğu halde, borcu ödemeyip geciktirmenin zulüm olduğu belirtilmiştir. Borcunu hiç ödemeyen insana gelince; yine en güvenilir hadis kitaplarında, Rasûlül ah Efedimiz’in borçlu olarak ölen kimsenin cenaze namazını kılmadığı rivayet edilmektedir: Bir gün bir cenaze getirilir. Al ah Rasûlü “Onun borcu var mıydı?” diye sorar. “Evet iki dinar borcu vardı” cevabını alınca,
“Arkadaşınızın namazını siz kılınız” buyurur. Bunun üzerine, Ebû Katâde hazretleri, “O iki dinarı ben
yükleniyorum,” der ve Peygamber Efendimiz ancak o zaman o adamın namazını kılar.

Gıpta damarı

Bizim dünyamızda, gizlice iyilik yapıp, yardım ettiği fakire bile kendini bildirmeden sırra kadem basan insan çoktur. Seleflerimizden bazısı, sadakasını
bir fakirin geçeceği ya da oturacağı yere koyup oradan uzaklaşarak; kimisi, uyumakta olan bir muhtacın cebine para koyarak; bir başkası da, sırtındaki yardım çuvalını bir kapının önüne sessizce bırakıp gözlerden kaybolarak infakta bulunmayı tercih etmişler; riyadan, süm’adan ve minnet altında bırakmaktan son derece sakınmışlardır.
Bir menkıbede anlatıldığına göre; bu fedakar ruhlardan biri de, Peygamber Efendimizin torunlarından olan İmam Ali Zeynülabidîn’di. Kendisini Al ah’a kul uğa adamış bu insanın yaşadığı dönemde halkın arasında pek çok fakir, kimsesiz ve bakıma muhtaç insan vardı. Bunların çoğu, ihtiyaçları olan yiyecek, içecek ve giyecek eşyaların bir gece vakti kapılarının önüne konmuş olduğunu görürlerdi. Senelerce kimin getirdiğini bilemedikleri bu eşyaları –
bir taraflarına iliştirilen ‘helâldir’ pusulasına da güvenerek– kul anmışlardı. Yıl ardan sonra bir sabah, kapıların önü boş kalmıştı. O gece hiçbir muhtacın eşiğine erzak çuvalı bırakılmamıştı. Herkes bunun sebebini merak ediyordu ki, o sırada “İmam Ali vefat etti.” diye bir ses duyuldu. Hak dostunu yıkayan, defin için hazırlayan gassal, imamın sırtına el vurunca kocaman bir nasırın varlığını görmüş ve su yerine onu gözyaşlarıyla yıkamaya başlamıştı. Zira o koca İmam tam yirmi yedi sene fakire fukaraya çuval çuval yardım taşımıştı sırtında. Taşıdığı yüklerden dolayı sırtı nasır bağlamıştı. Fakat, o ölene kadar bundan kimsenin haberi olmamıştı. Kimsenin haberinin olması da gerekmezdi; çünkü, asıl gaye Al ah’ın rızasını kazanmaktı ve her şeyi bilen Al ah, bir gece vakti sırtında erzak çuvalı taşıyan Zeynülâbidin’in halini de görüyor ve biliyordu.
İşte, o ve onun gibiler, nazarlarını rıza ufkuna kilitlemiş ve kul uk kulvarında rekabetsiz yarışmayı seçmişlerdi.
Dolayısıyla, kendileri gıptaya ve hele hasede hiç girmedikleri gibi, başkalarının gıpta damarını tahrik etmemeye ve yaptıkları yardımlara riya, süm’a, minnet ve eza bulaştırmamaya da çok dikkat etmişlerdi.

30 Ekim 2016 Pazar

Hakperest

Hakperest olmak lazım; yakın ve önde olmak kimin hakkıysa onun yakında tutulması ve öne çıkarılması lazım. Kardeşiniz değil, kardeşinizin oğlu değil, amcanız ya da amcanızın oğlu değil; kabileniz, aşiretiniz, köylünüz, kentliniz de değil.
Diyanet’e sözüm geçtiği dönemde, hiçbir Erzurumluya randevu vermedim, iş ve vazife konusunda yardım
istemek için doğup büyüdüğüm yerden gelen hiçbir insanı kabul etmedim. Birisi oldukça liyakatliydi; çok güzel sesi vardı ve iyi bir yere müezzin olarak tayin edilmek istiyordu; yardım etmem için kaç defa geldi gitti. Bir gün, benden aradığını yine bulamayınca merdivenlerden inerken çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağladı ve “Benim suçum ne, Erzurumlu olmam mı?” dedi. Oysa, ben gençliğimden itibaren Ömerî olmaya ahd etmiştim. Hazreti Ömer’in öz torununu sokakta görüp tanımadığını, kendi torununu tanıyamayacak kadar bütün ümmetin dert ve ızdıraplarıyla dolu olduğunu okuyup öğrenince hayran kalmıştım ona. Evet, size de Ömerî davranışı esas almak düşer. Eğer siz, bir Erzurumluyu kayırırsanız, Türkiye’deki seksen küsür vilayetliyi küstürürsünüz. Fakat siz, size ait şeyleri nefy eder ve bir kenara korsanız, Al ah etrafınıza öylelerini toplar ki, onlar sizin kenara koyduklarınızın kat kat üstünde size kaşı vazife ifa ederler.

Haber aldım ki yarın yâd olacakmış

Ben Abdurrahman ağabeyin yerini dolduran Mustafalardan
Sungur Ağabey gibi bazılarını gördüm. Mesela; Mustafa Gül Abiyi gördüm ve onun Üstad’a bağlı olduğu kadar hiçbir evladın öz babasına bağlı olamayacağına da kanaat getirdim. Tahir Abi’yi gördüm; bir kardeşinizin arkasında namaz kıldığında hıçkıra hıçkıra ağladığına ve “Bana Üstad’ın sesini hatırlattı” deyip iç çektiğine şahit oldum. Onun sesine aşık olmuş adam, parmaklarının hareketine âşık olmuş… Al ah, Abdurrahman Abiyi almış
ama Üstad’a Hulûsi Abi gibi sâdık bir talebe nasip etmiş; Hoca Sabri gibi vefalı bir kardeş vermiş; Hasan Feyzi gibi bir aşık göndermiş. Onun, Üstad’ın ayrılığına dayanamayarak yazdığı meşhur şiirini bilirsiniz;

“Haber aldım ki yarın yâd olacakmış bize yâr,

Ne büyük yâre ki, kimler buna derman olacak?

Bu büyük derd-i elemden kime şekvâ edeyim?

İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak.”

sözlerini hatırlarsınız. Ya şu ifadelerini nereye koyarsınız:

“Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,

Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak.”

Hasan Feyzi ağabey bir Edebiyat hocasıydı; Üstad’ı tanımış, onunla beraber hapis yatmış ve canını uğrunda feda edecek kadar ona bağlanmıştı. Sadıklardan birisi de Hafız Ali Ağabeydir. Üstad onun için, “Eski zamanlarda bazen böyle fedakâr zâtlar, kendi dostu yerine
ölüyorlardı. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti.” diyor ve ona kavuşmak için o âleme gitme adına kendisinde bir iştiyak zuhur ettiğini anlatıyor. Hayır, şaka değil bu sözler, sadece kuru laf değil. Hazreti Adem’in, ömründen kırk seneyi Davut Nebi’ye vermesi gibi manevî ruh dokusunun örtüşmesini gerektiren bir şey… “Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya “Al ah Al ah, yâ Resulal ah” sadalarıyla koşarak gideceğim.” diyen Zübeyr Gündüzalp gibi sadıklara has bir şey...

Cemâlini nice yüzden görem diyen diller

Mü’min en evvel O’nu sevmeli, diğer bütün sevimli şeylere de O’nun isim ve sıfatlarının değişik birer tecel isi olarak alâka duymalı ve her temâşâ ettiği şeye “Bu da O’ndan” deyip bakmalıdır. Ne var ki, bunları hissedebilmek için;

Cemâlini nice yüzden görem diyen diller,

Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek.”

(Anonim

29 Ekim 2016 Cumartesi

İhanet

Ümmet-i Muhammed’e ihanet, Hazreti Üstad’ın davasına ihanet, bugün dünyanın dörtbir yanına yayılan hizmet-i imaniye ve Kur’aniyeye ihanet affedilir türden değildir. Âdet-i İlahiye açısında Allah affetmez o türlü kötülükleri; âdet-i İlahiyeye inkıyad ve saygı zaviyesinden de Hazreti Muhammed (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) sahip çıkmaz o kötülükleri işleyenlere… Bu açıdan, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetine darılmaz; fakat, Al ah’a ve âdet-i ilahiyeye saygı ve edebinin gereği, O’nun da ses ve soluklarını tutup temkin içinde bir tavır alması gereken yerler vardır. Öyleyse O’nun, bize küsmemesi, darılmaması, kırılmaması ve bizi terk etmemesini istiyorsak, riayet etmemiz gerekli olan hususlarda, özel ikle de âmme hakkı diyeceğimiz ve içinde Al ah hakkı da bulunan meselelerde çok hassas olmamız, çok titiz davranmamız gerekmektedir. O’na ümmet olma nisbetimizi koruduğumuz sürece, O bize küsmeyecek ve bizi kimsesizliğe terk etmeyecektir.
Bu hususla alakalı bir hadiseyi hatırlatmakta da fayda mülahaza ediyorum: Yeni müslüman olmuş birisi,
Efendimizin yanına gelerek O’ndan yardım talep ediyor. Al ah Rasûlü adama bazı şeyler vermesine rağmen adam hoşnutsuzluk izhar edip edep sınırlarını zorlayınca, Sahabe Efendilerimiz o şahsın üzerine yürüyor ve saygısızlığını cezalandırmak istiyorlar. Fakat, Peygamber Efendimiz onlara mani oluyor ve başka şeyler de verip o adamı memnun ediyor. Sonra da ashabına dönüp şöyle buyuruyor: Benimle bu köylünün durumu kaçan bir deve ile sahibinin durumu gibidir. İnsanlar devenin peşinde koşmuş, hep beraber onu yakalamaya çalışmışlardır ama deve kalabalıktan daha çok ürkmüştür. Sonunda deve sahibi, “Devemi benimle başbaşa bırakın.” diye
seslenmiş; eline bir tomar ot alarak ona ön tarafından yavaş yavaş yaklaşmış ve sonuçta devesini sakinleştirerek boynuna zimamı vuruvermiştir. Eğer siz de o adamı bana bırakmasaydınız onu ateşe atmış olurdunuz. Benimle 3/6
ümmetimin arasına girmeyin, ashabımı bana bırakın.”
Bu hadisede de görüleceği üzere, Rahmet Peygamberi, kendisinden kaçanlara bile fevkalâde bir şefkat, bir mülayemet ve bir merhametle yaklaşıyor ve gönlünü herkese açık tutuyordu. Bugün de siz, O’na olan nisbetinizi korursanız, Al ah Rasûlü o nisbeti kendi eliyle koparmayacaktır. Fakat nisbeti siz koparırsanız, bu defa O da kopan o halkayı bağlayamaz. Çünkü, bu ilahî bir kanundur. Çünkü, bu ilahî bir kanundur. Al ah (cel e celâluhu), “Evfû bi ahdî ûfi bi ahdiküm - Siz, Bana verdiğiniz sözünüzde durun; Ben de ahdimi yerine getireyim.” (Bakara, 2/40) buyurmaktadır. “Adımını sen at; Ben onu karşılıksız bırakmam; sen hidayet üzere ol, Ben seni o yolda kimsesizliğe terk etmem.”
demektedir. Şayet bu, bir yönüyle Jean-Jacques Rousseau’nun içtimai mukavele üslubuyla ifade edeceğimiz, bir anlaşma, ilahi bir kural ve bir disiplin ise, bize o mukavelenin şartlarına riayet etmek düşer. Biz, bize düşen yanıyla o mukaveleyi bozmazsak, Al ah Teâlâ onu kat’iyen nakz etmez, Rasûlul ah da o anlaşmayı asla bozmaz..

28 Ekim 2016 Cuma

Cânan dileyen dağdağa-i câna düşer mi

Bir gün, bazı melekler, Cenâb-ı Hakk’a, hul et ve dostluk kahramanı olarak tanıdıkları Hazreti İbrahim’in mal-mülk sahibi olması hakkında istifsarda bulunur; peygamberlik mesleğiyle onca servetin nasıl telif edilebileceğini sorarlar. Onların maksadı –hâşâ– itiraz değildir, o zenginliğin hikmetinin açıklanmasını istemektir.
Melekler, Al ah’ın izniyle, Hazreti İbrahim’i ziyaret ederler; uzun bir yoldan gelmiş, saçı-sakalı dağınık, üstü-başı perişan birer misafir edasıyla İbrahim Nebi’nin yanına varırlar ve onun duyacağı şekilde “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” derler. Kalbi ötelerden gelen esintilere açık olan İbrahim Aleyhisselam, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u takdîs etmek için çok iyi seçilmiş bu kelimeleri ve onların seslendirilişindeki lâhûtîliği duyunca pek sevinir; “Aman Al ahım, bu ne güzel bir söz!” diyerek hayranlığını ifade eder ve “Servetimin üçte biri sizin olsun, yeter ki o tesbîhi bir kere daha söyleyin!” der. Melekler, kendilerine has bir ses ve eda ile o tesbîhi tekrar edince, Al ah’la alakası açısından tesbîh u tazime ve vahye aşina olan Halilürrahman, o sözdeki derinliğin kendi ruhunda hasıl ettiği tesir neticesinde, bir kere daha aynı tesbîhi duymak için malının tamamını vermeye de razı olur.
Nihayet, “Değil mi ki bana bu tesbîhi dinletip öğrettiniz, ben de size köle oldum!” diyerek meleklere mukabelede bulunur. Bu davranışıyla da, sahip olduğu her şeyi, hatta canını bile Cânan yolunda feda edebileceğini gösterir.

Evet, Seyyid Nigari ne hoş söyler:

“Cânan dileyen dağdağa-i câna düşer mi;

Cân isteyen endişe-i Cânana düşer mi?”

Cânan’ı diliyorsan, kalbinde can dağdağası olamaz, mal sevgisi orada yer tutamaz. Gerekirse her şeyini, malını, mülkünü ve hatta canını bir keseye koyar; “Maksud O’dur, matlup O’dur, mahbub O” dediğin Al ah uğrunda
tereddüt etmeden verirsin. Aksine, “malım-mülküm” diyor ve can derdine düşüyorsan, Cânan’a ayırdığın gönlünü fani şeylere kaptırmış ve O’na karşı gereken teveccühü gösterememiş sayılırsın

Ne sen varsın, ne ben, ne yâr

Gönül er O’na
yönelse, dil er –Necip Fazıl gibi– “O var” dese:

Ne sen varsın, ne ben, ne yâr, ne kimse;
O var!

Bütün sevdiklerin elden gittiyse;
O var!
…………..
Yıkılmaz dayanak, kırılmaz destek;

O var!

Tekten de tek, bir tek, tek başına tek;
O var!

Bir serçe bir kartalı

Sermayemiz acz u fakrdır bizim; çünkü, onlar sayesinde çok büyük bir kaynağa bağlanmışız. Kendimiz fakr içinde bulunsak da hazineleri hiç tükenmeyen bir Sultan’ın köleleriyiz; acizler olsak da O’nun kudretiyle güçlenmişiz. O’nun ihsanları karşısında şükür duygusuyla gerilmişiz. Öyle bir şevkimiz var ki, hiçbir zaman ye’se düşmüyoruz/düşmeyiz, her an pür-neşe ve ümitliyiz; çünkü tükenmez kaynaktan nebeân eden ihsan deryasında ilerliyor ve inayet altında bulunduğumuza inanıyoruz. Belki aciz, elsiz-kolsuzuz ama kocaman pehlivanlara da -
Al ah’ın izniyle- pes etmiyoruz. Yunus Emre’nin şu sözlerini değişik münasebetlerle hatırlatmıştım:

Bir serçe bir kartalı

Sal adı vurdu yere

Yalan değil gerçektir

Ben de gördüm tozunu

Bir küt ile güreştim

Elsiz ayağım aldı

Güreşip basamadım

Gövündürdü özümü

Maruz kaldıkları zulümlere rağmen, dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönülsüz olarak mil etin istikbali için koşturan fedakâr insanların bugünkü durumu, bir serçenin bir kartalı sal ayıp yere vurması değildir de ya nedir Al ah aşkına? Küt, eli ayağı olmayan, kötürüm demektir. Şiddet kul anmama, kötülüklere misliyle mukabelede bulunmama, kimseye lanet etmeme ve kavgalara asla girmemeye kesin kararlı, bu konularda adeta birer küt olan hasbî ruhların, kin ve nefretle oturup kalkan nifak şebekeleri karşısındaki hâli, koca koca pehlivanları -Al ah’ın inayetiyle- yere serme değildir de ya nedir?

Sığmam dedi Hak arz u semaya

Ahmet b. Hanbel’in naklettiği bir hadis-i şerifte Cenabı Hak, "Yeryüzü ve gökler Beni içine almaktan aciz kaldı. Lakin Beni, yumuşak huylu, halim-selim bir mü’min kulumun kalbi içine aldı." buyurmaktadır. İbrahim Hakkı hazretleri çok güzel bir üslupla bu hadisi tercüme etmiş ve şöyle demiştir:

“Sığmam dedi Hak arz u semaya

Kenzen bilindi dîl (gönül) madeninden.”

Arz ve sema deyince ışık hızıyla trilyon trilyon sene ötedeki sistemleri de düşünün; o tarifi imkansız uzaklıklardan insanın şah damarına kadar olan mesafedeki her şeyi bir kitabın parağrafları, cümleleri, satırları, kelimeleri, harfleri haline getirin ve hepsini birden serin gözünüzün önüne… Onların hepsi biraraya gelse de Zat-ı ulûhiyete tam aynalık yapamaz; belki O’na dair önemli bilgiler verir ama O’nu tam aksettiremez. Evet, arz ve sema tam bir ayna olamaz, fakat, siz O’nu kendi vicdanınızda
duyabilirsiniz; latîfe-i rabbâniyenizde, kalbinizde, fuâd dediğiniz kalbinizin o derinliğinde hissedebilirsiniz.

27 Ekim 2016 Perşembe

Perişan sözlerimden bıkma, hoş gör,

M. Akif gibi,

“Perişan sözlerimden bıkma, hoş gör, ya Rasûlal ah,

Kulun şeydâdır amma, açtığın vadide şeydâdır!”

deyip inlemeliler. Ya da İslam’ın garipliğini ve ümmetin
kimsesizliğini vicdanlarında duyup o Muzdarip Şair‘in “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi”ndeki yanık nağmeleriyle Cenab-ı Hakk’ın dergahına yönelmeliler:

Yıl ar geçiyor ki, yâ Muhammed.

Aylar bize hep Muharrem oldu!

Akşam ne güneşli bir geceydi…

Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!

Alem bugün üç yüz el i milyon

Mazlûma yaman bir âlem oldu:

Çiğnendi harîm-i pâki şer’in;

Nâmûsa yabancı mahrem oldu!

Beyninde öten çanın sesinden

Binlerce minâre ebkem oldu

Al ah için, ey Nebiyy-i ma’sum,

İslam’ı bırakma böyle bîkes,

Ümmeti bırakma böyle mazlum.

Gel, ey Muhammed, bahardır

Efendimiz’in viladetini gerçek bir bayram olarak duyma ve duyurma; O’na vuslat duygusuyla dolma ve gönül erde O’nun
vuslatına iştiyak uyarma; dua ederken de aynı coşkuyla el kaldırma ve kalblerin bamteline dokunma.. nihayet, insanlarda bir heyecan tufanı oluşturma ve Efendimiz (sal al ahu aleyhi ve sel em) o an gökten iniyormuş gibi bir ruh haleti hasıl etmektir. Hani Arif Nihat Asya der ya;

Gel, ey Muhammed, bahardır…

Dudaklar ardında saklı

Aminlerimiz vardır!..

Hacdan döner gibi gel;

Mi’raç’tan iner gibi gel;

Bekliyoruz yıl ardır!”

İşte, öyle yeni bir ses olmalı, bambaşka bir soluk ve derin bir heyecanla program ortaya konmalı; nihayet, orada hazır bulunanlar gönülden yakarışa geçmeli ve “Mi’raç’tan iner gibi gel;
bekliyoruz yıl ardır!” demeli.

Her kaçan anarsam seni

Cenâb-ı Hakk’ı zikir ve O’na hamd ü senâ; Peygamber Efendimizi yâd etme ve O’na salât ü selam imanın gereğidir.

Ne var ki, bu güzel âdette işi ticarete dökmemek, gırtlak ağalığı yapmamak, riya ve süm’alara girmemek çok önemlidir. Al ah’ı ve Efendimizi anma mevzuunda samimi olmaya çok dikkat etmek lazım. Bir insan, Cenâb-ı Hakk’ı andığında gözleri gerçekten yaşarmadığı ve burun kemikleri dahi sızlamadığı halde,

“Her kaçan anarsam seni, kararım kalmaz Al ahım

Senden gayrı gözüm yaşın, kimseler silmez Al ahım”

(Yunus Emre)
der ve riyakarlıklara, yalanlara girerek Efendimize ait bazı günleri tes’îd etmeye kalkarsa, Al ah’a karşı yalan söylemiş; Al ah Rasûlü’ne de saygısızlık yapmış olur. İnsan içinden gelmeyen şeyi söylememeli; mutlaka bir şey söyleyecekse, kalbinin sesine tercüman olmalı, hislerinde mâkes bulmuş şeyleri ifade etmeli. Şuurundan vize alamamış sözleri gün yüzüne çıkarmamalı; riyakârlık ifade eden sesleri sineye gömmeli ve asla kimseye
duyurmamalı.

Allah adın zikredelim evvela

Mevlid ve mi’raç gibi vesilelerle Efendimiz’i bir kere daha ve daha engince yad etmenin mahzuru olmadığı anlaşılıyor. Hatta, Al ah Rasûlü kendisini meth edenlere karşı sükût buyurduğundan ve Ka’b b. Züheyr gibi şairleri tebrik edip onlara hediye verdiğinden dolayı, misyonu itibarıyla kendisini medh ü senâ ve takdir etmenin bir esas olarak sübût bulduğuna da kâil olunabilir. Yani denilebilir ki, o sükût buyurduğuna ve hatta bazılarına hediye verdiğine göre, O’nu meth etmek sünnet ya da en azından mendub (Efendimizin
bazen işleyip bazan terk buyurdukları, selef-i sâlihinin de sevip rağbet ettikleri işler) da olabilir. Öyle ise,

Al ah adın zikredelim evvela

Vacib oldur cümle işte her kula

Al ah adın her kim ol evvel ana

Her işi âsan eder Al ah ona”

(Süleyman Çelebi) diyerek başlayıp Peygamberimizin üstün meziyetlerini, güzel vasıflarını, ahlâkının eşsizliğini, hayatını ve mucizelerini anlatmak ve nihayet, O’nun şefâatına sığınmak, salât ü selâmlarla O’na yönelmek mendup
sayılabilir. Çünkü, bütün bunlar formül olarak ortaya konmamışsa da hepsinin aslı dinde vardır. Cenâb-ı Hakk’ı zikir ve O’na hamd ü senâ; Peygamber Efendimizi yâd etme ve O’na salât ü selam imanın gereğidir.

İlâhî ez-kerem ber-mâ kerem-kün

Alvar İmamı’nın da bir mevlidi vardır; çocukluğumuzda biz hep onu okurduk. Bir bahisten diğerine geçerken de Silsile-i Şerif’inde yer alan ve “Al ahım, lütuf ve inayet yağmurlarını bizim üzerimize de yağdır; sadece seçkin kul arını içeri aldığın dergahının kapısını bizim için de aç, bizi de haremine al” manasına gelen “İlâhî ez-kerem ber-mâ kerem-kün / Kabûl-i bâb-ı dergâh-ı harem-kün” beytini tekrar ederdik.

Nazar

Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur.” buyuruyor ve Cenâb-ı Hakk’ın şu iltifatkâr beyanını naklediyor: “Kim Benim korkumdan dolayı harama bakmayı terkederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar.”

Dışarıdan gelecek günah hücumlarına karşı ümmetini koruma mevzuunda çok hassas davranan Peygamber
Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), kadın-erkek herkesin iffete kilitlendiği bir dönemde, hem de Hac vakfesini yapıp Arafat’tan döndükleri bir sırada, terkisine aldığı (Hazreti Abbas’ın oğlu) Fazl’ın başını sağa-sola çeviriyor ve böylece etraftaki kadınlara gözünün ilişmemesi için ona yardımcı oluyordu. Asır saadet asrı, mevsim Hac mevsimi, terkisine binilen Zat Al ah Rasûlü ve harama bakmaması için başı sağa-sola çevrilen de iffetinde hiç kimsenin şüphe edemeyeceği Hazreti Fazl idi. Öyle bir şeyin adeta imkansız olduğu bir durumda, nazarına başka hayâl er girmesin ve serseri bir ok kalbini delmesin diye, Fazl’ın yüzünü bir o yana bir bu yana çevirmesi Efendimiz’in bu konudaki hassasiyetini gösteriyor ve ümmetine misal teşkil ediyordu.
Rasûl-u Ekrem Efendimiz, bir başka zaman da, Hazreti Ali’ye, “Ya Ali, birinci bakış lehinedir, fakat ikincisi aleyhinedir” buyurmuş; bir kasde iktiran etmediği için ilk bakışın mesuliyet getirmeyeceğini ama ikinci defa dönüp bakmak iradî olduğundan, onun günah hanesine yazılacağını vurgulamış; harama götüren yolu tâ baştan
keserek günahlara geçit vermemek gerektiğine dikkat çekmişti.

Hak-hukuk

İdarecilik yaptığım dönemlerde, haylazlıklarıyla insanı şirazeden çıkaran bazı talebeler tanımıştım. Onlardan çok azını hafif şekilde cezalandırdığım da olmuştu. Fakat, birine karşı azıcık yüzümü ekşitmişsem, daha ilk fırsatta onu bir kenara çekip harçlık vermeye, gönlünü almaya ve hakkını helal ettirmeye çok dikkat etmişimdir. Gerçi, o talebeler, genel tavır ve davranışlarım itibarıyla kendilerini çok sevdiğimi ve hep onların iyiliğini düşündüğümü bilir ve kat’iyen hak iddiasında bulunmazlardı. Fakat, ben yine de küçük bir siteme bedel hiç olmazsa birkaç tatlı sözle onların gönlünü almaya çalışmışımdır. Aradan geçen onca seneye rağmen, üzerimde hakkının kalmış
olabileceğine ihtimal verdiğim insanları arayıp sormaya, izlerini bulmaya ve helal eşmeye ihtimam gösteriyorum.
Geçenlerde aklıma geldi ve birkaç arkadaşa da bu duygumu açtım; “Unuttuğum kimseler olabilir; Akademi
sayfası bana isnad edildiğinden dolayı, oraya ‘Bana kimin arpa kadar hakkı geçmişse, benden kimin bir kuruş
bile alacağı varsa, falan yere müracaat etsin’ şeklinde bir not düşsem!” dedim. İnanın, gönlümün ve vicdanımın sesini dile
getiriyorum; Al ah’ın huzuruna birinin hakkını yemiş olarak gitmemek için başıma basılmasına bile razıyım. Al ah’tan korkan ve hak-hukuk tanıyan bir insan, “Hakkımı helal etmem için başına basmak istiyorum”
dese, ödenmemiş haklar sırtımda olarak ötelere gitmektense, öyle bir muameleyle karşı karşıya kalmayı tercih ederim.
Zannediyorum, şahsen böyle düşündüğüm ve inandığım gibi, bütün Müslümanlar da böyle düşünüyor ve
inanıyorlardır. Dolayısıyla, değil masum çocuklara işkence etmek, başkasına ait en ufak bir hakkı yemek ya da en küçük bir haksızlık yapmak bile hakiki Müslümanlardan ve İslam’dan fersah fersah uzaktır. Bununla beraber, kim yaparsa yapsın, zulüm zulümdür; haksızlık haksızlıktır; gadir de gadirdir. Müslümanlar içinde o türlü zulümler işleyenler varsa, onlar da dinin ruhunu anlamamışlar demektir ve irtikap ettikleri o haksızlıkların cezasını ötede mutlaka göreceklerdir.

26 Ekim 2016 Çarşamba

Çocuk yuvası

Şayet Allah bir insana çocuk nasip etmemişse, o zaman, sahipsiz yakınlarından, kimsesizler yurdundan, çocuk yuvasından ya da bakım evinden bir çocuk alarak onu büyütmesi, ona kendi ruhunun ilhamlarını işlemesi ve kendisi gibi bir insan yetiştirmesi de çok büyük hayırlara vesile olacaktır.
Mevzu ile alakalı gördüğüm için Gandi’nin başından geçen bir hadiseyi hatırlatarak sözlerime devam edeceğim: Onu çok derin bir insan olarak tanıdım. Hayatını okuduğum zaman, o derinliğini ömrünün her karesine yansıttığını ve bazı tavırları, bir kısım davranışları itibarıyla tam bir muvahhid gibi yaşadığını gördüm.
Nakledildiğine göre; Müslümanlar ile Hindular arasındaki çatışmaların kızıştığı günlerde, Hindu çocuklardan biri de hayatını kaybeder. Çocuğun babası, Müslümanlardan bir çocuk öldürerek intikam almak için yemin eder.
Bunu haber alan Gandi, adamı çağırır ve ona niçin masum bir çocuğu öldürmek istediğini sorar. Hindu adam, Onlar benim yavrumu öldürdüler, ben de onlardan bir çocuk öldürerek öcümü alacağım” der. Gandi’nin mukabelesi düşündürücüdür; der ki, “Birini öldürmen, senin ölmüş çocuğunu geri getirebilir mi? İl e de
çocuğunun yerini doldurmak istiyorsan, onlardan bir çocuğu evlâtlık edin, onu kendi öz oğlun gibi bağrına bas ve güzelce yetiştir.”

Mağara hadisi

"Mağara hadisi” olarak da bilinen bir hadis-i şerifte de yine böyle bir iffet kahramanından bahsedilmektedir.
Gecelemek için bir mağaraya sığınan üç kişi, dağdan kopan büyük bir kaya parçası yuvarlanıp çıkışı kapayınca bir türlü oradan çıkamazlar. Bunun üzerine, sırayla Hak katında makbul olduğuna inandıkları bir ameli vesile edinerek Cenab-ı Hak’tan kayanın yuvarlanıp gitmesini dilerler. Her birinin duasıyla kaya biraz hareket eder ve nihayet o üç arkadaş kurtulurlar. Onlardan birincisi, anne-babasına karşı ihsanla davranışına tevessül ederek niyazda bulunur; sonuncusu da, çalıştırdığı işçinin ücretini veremeyince onun parasını işletip nemalandırarak sonunda eksiksiz teslim edişi hürmetine rahmet-i ilahiyeden yardım ister. İkinci şahıs ise, “Al ahım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim ama bana hiç yüz vermedi. Fakat, bir kıtlık senesinde elime düştü. Ona kendini teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim, mecburen kabul etti. Ne var ki arzuma nail olacağım sırada, “Al ah’tan kork da iffetime dokunma!” dedi. Ben de, o söz üzerine, insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim parayı da geri almadım. Al ahım eğer bunu Senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar!” diyerek iffetini muhafaza edişini makbul bir amel olarak Al ah’a arz eder.
İşte, bu üç misaldeki afîf insanların ortaya koyduğu kahramanlıklar herkese müyesser olmaz. Bunlar, çok istisnaî olan irade zaferleridir. O türlü durumlarda devrilmeme her insanın ulaşabileceği bir başarı değildir. Pek çokları o kaygan zeminlerde ayakta kalamaz ve yıkılır. Dolayısıyla, daha o noktaya kadar götürmeden meselenin önünü almak gerekir. Öyle tehlikeli sahalara hiç girmemek, uçurumun kenarına hiç yaklaşmamak ve günah sahil erinde asla dolaşmamak icap eder.

Hürriyet

Hürriyetin diğer bir buudunu ise, kuvvetin hakta olduğu prensibine göre hareket etmek, zalim kuvvetlerin dayatmaları karşısında asla “pes” dememek ve başka güçlerin boyunduruğuna razı olmamak teşkil eder.

"Baş eğmeyiz edânîye dünyâ-yı dûn içün;

Al ah’adır tevekkülümüz, itimadımız”

diyen Bâkî böyle bir hürriyet düşüncesini seslendirir. Evet, şayet Al ah’a tevekkül etmişsen ve O’na tam güveniyorsan üç-beş günlük dünya için sen de aşağılık kimselere baş eğmez, boyun bükmezsin. Hazreti İbrahim ve ona tabi olanlar gibi “Ey Yüce Rabbimiz! Yalnız Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız.” (Mumtahine, 60/4) der ve hep dik durur, merdane yürürsün; ne zulmü alkışlar ne de zalime serfürû edersin.

24 Ekim 2016 Pazartesi

Kadrim bilinmedi deyip darılma

Infak sadece mala ve paraya münhasır değildir; ilim, fikir, kuvvet ve amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara infakta bulunulması gerekmektedir.
İşte, mal ya da para, ilim veya amel, sıhhat yahut zeka.. Cenâb-ı Al ah’ın lütuf buyurduğu her türlü rızıktan infakta bulunmak ve bu şekilde dine ve mil ete hizmet etmektir himmet. Zaten, dünden bugüne bu kudsî vazifeye dilbeste olan fedakârlar, mukaddes mefkure adına bir işin ucundan tutmak için el uzatırken karşılarında kendilerine de bir el uzandığını düşünmüş, böylece hem himmet etmiş hem de himmet dilemişlerdir. Kendi
kurtuluşlarını başkalarını kurtarmaya bağlamış ve böyle bir yolda yürürken gerekirse canlarını feda etmeye bile razı oldukları gibi maddî-manevî her türlü füyûzat hislerinden feragatta bulunmayı da daha baştan kabul
etmişlerdir. Bu adanmış ruhlar kelimenin tam manasıyla beklentisizlerdir. Evet, bu himmet kahramanları bütün bütün beklentisiz insanlardır; zira onlar, daha yolun başında

“Kadrim bilinmedi deyip darılma!

Bilinmeden göçüp gitti büyükler.

Darılıp yerinden sakın ayrılma!

Himmet bekler taşınacak bu yükler.”

nasihatını dinlemiş ve bu sözleri bir ahd ü peyman olarak kabul etmişlerdir.

Hâlık’ın nâ-mütenâhî adı var

Bizim zamanımıza doğru gelinirken, yine ortada kaldırılması gerekli olan ağır bir yük vardı. Merhum Akif’in

“Hâlık’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı Hak

Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!”

mısraıyla ifade ettiği gibi, samimi kullar, hakkı tutup kaldırma vazifesiyle karşı karşıyaydı ve herbiri o vazifenin kendi omuzlarına yüklendiğine inanıyordu. Hayır ve hasenât adına yapılacak her şey hakkı tutup kaldırma, dine el uzatıp onu sürüm sürüm olmaktan kurtarma, kendi kıymetine yükseltme ve gerçek konumuna ulaştırma demekti.

Kendi muhtâc-ı himmet bir dede

"Kendi muhtâc-ı himmet bir dede

Bilmez ki gayra nasıl himmet ede."

sözünün mâsadakı olmayan hakiki mürşitler, ilâhî teveccühlerin birer aynasıdırlar; öyleyse, onlara saygıda kusur edilmemeli ve teveccühleri de hafife alınmamalıdır. Unutulmamalıdır ki, ilâhî feyizler ve bereketler o aynalar sayesinde diğer insanların ruhlarına aksettirilmektedir ve onlar, kendilerine teveccüh edenlerin inkişaflarına vesile olmaktadırlar.

Yollardayız Allah’ım, Sen’den ola bir himmet

Allah Teâlâ bütün mahlukâtı merhametle görüp gözetir; ama var ettiklerinin bazılarına hususî teveccühte bulunup onları ekstra mevhibelerle serfiraz kılar. Umumî himâye, rahmet, şefkat ve inâyet… gibi celâlî ve vâhidî tecel ileriyle her şeyi görüp gözetmesinin yanı sıra, bazı kimselere özel bir teveccüh, daha derin bir rahmet ve engin bir inâyetle muamele eder; onlara fevkalâdeden merhamet ve şefkat gibi.. cemâlî ve ehadî teveccühlerde de bulunur. O, bütün varlık ve hâdiselere kuşatan bir nazarla baktığı aynı anda fertlere de tek tek nazar eder; onların ferdî istek ve ihtiyaçlarına, şahsî dua ve niyazlarına da cevap verir; bazılarını ziyade nimetlerle şereflendirir. Dolayısıyla, bu manada bir himmete mazhariyet bütün kul arın ilk hedefi olmalı ve mü’minler sürekli,

“Yollardayız Allah’ım, Sen’den ola bir himmet;

Lütfunla kul arına bir kez daha imdad et!

Olmalı bir mîâdı bu teklemenin elbet;

Kurtar bendelerini, gönül erini şâd et…”

niyazıyla oturup kalkmalı, asıl himmeti Cenâb-ı Hak’tan beklemelidirler.

23 Ekim 2016 Pazar

Hicret

Hazreti Ebu Bekir, hicret müjdesini almak için aylarca beklemiştir. Hatta, yolculuk sırasında kul anmak üzere özel develer satın almış, onlara ihtimamla bakmış, Peygamberimiz “Al ah Teala, hicret izni verdi; ben de seni beraber götürmek için geldim” deyince sevincinden hıçkıra hıçkıra ağlamıştır. Hazreti Aişe der ki, “O güne kadar,  sevincinden ağlayan insan görmemiştim. Fakat, o gün babam sevincinden hüngür hüngür ağladı ve ‘Ey Al ah’ın Rasûlü, şu iki deveyi bunun için hazırlamıştım.’ dedi.”
İşte Hazreti Ebu Bekir’in niyeti gibi bir niyet taşıyan insan nerede olursa olsun muhacir sayılır. O sürekli hicret adına bir fırsat doğmasını bekler; bu bekleyişini de
donanımlı bir mü’min olmak ve bulunduğu yerde de insanlık için vazife yapmak adına hayırlı işlerle değerlendirir. Takdir-i ilahi onun önüne Erzurum’u, Edirne’yi, İzmir’i veya Türkistan’ı, Afrika’yı, Güney Amerika’yı da çıkarsa hakkındaki takdire razı olur ve memnuniyetle gider. Böylece hem hicret sevabı hem de takdire rıza sevabı kazanır. Evet, anlatmaya çalıştığım hususların hepsi bugünün nesil eri için mümkündür. Yapılması gerekli olan iş, bilimkan olan bu şeyleri bilfi l haline getirmek, -günümüzün ifadesiyle- pratiğe dökmektir.

Ücret

Şefkat Peygamberi, hizmette önde olsa da hiç ücret beklememiş; “Sizin için şunu yaptım, bunu ettim” dememiştir. Ashabı için nasıl büyük bir nimet olduğunu ifade ettiği anlar bile sayılabilecek kadar azdır ve Huneyn ganimetlerinin dağıtımından sonraki konuşmasında olduğu gibi o türlü hatırlatmaları da bir problemin önünü 3/5
almak ve Ashabı teyakkuza davet etmek içindir. Bildiğiniz gibi, Huneyn’de elde edilen ganimetleri Al ah Rasûlü, daha ziyade gönül erini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara dağıtmış ve bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa gençleri biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, halbuki en fazla payı da onlar alıyor.” demişlerdi. Bunu söyleyenler birkaç genç de olsa, eğer bu fitne durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilir ve o yangın bazılarını ebedî ateşe sürükleyebilirdi. Çünkü, Al ah Rasûlü’ne karşı yapılacak bir itiraz, insanı dinden, imandan edebilir ve ebedî hasarete uğratabilir. Bunun üzerine, Efendimiz hemen Ensar’ın toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. İşte orada kendisinin nasıl bir nimet olduğunu hatırlattı: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Al ah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Siz, birbirinizle düşman değil miydiniz; Al ah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Bütün bu sorular karşısında da Ensar topluca “Evet, evet, minnet Al ah’a ve Rasûlü’nedir!”
demiş ve hele “Herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlul ah’la dönmek istemez misiniz?”
hitabını duyunca hepsi gözyaşına boğulmuşlardı. Böylece o fitnenin de önü alınmıştı.
Peygamber Efendimiz’in yaptığı iyilik, insanlara doğru yolu göstermek ve Cennet’i kazandırmaktır.. kâinatın çehresine nur saçıp varlığın doğru okunmasını sağlamaktır.. tekvînî emirlerin dilini çözüp te’vile ve yoruma hazır hâle getirmektir.. hayatın gâyesini öğreterek insanları kaostan kurtarmak ve kurtuluş
vesilelerini talim buyurmaktır.. beşerin geçeceği yol arı nurlandırmak ve onları ebedî saadete açılan koridora ulaştırmaktır. Rasûl-
ü Ekrem, insanlığa, hususîyle de kendi muasırlarına bunların hepsini, Allah’ın izniyle, bilvasıta lutfetmiştir ve karşılığında da asla “Ben size şunu yaptım, bunu ettim” dememiştir. Çünkü, Peygamber Rahmânî’dir; “yaptım, ettim, kurdum, eyledim” sözleri ise şeytânîdir. “Benim ilmim, benim tecrübem, benim gayretim ve benim başarım”
lafları şeytanın hırıltılarıdır. Kutlu Nebî, böyle şeyleri hayaline ve rüyasına bile misafir etmez; çünkü O, beklentilerden, hak iddialarından ve bedel arayışlarından uzak insandır.
Nitekim, Yüce Allah, Peygamber Efendimiz’e de, “De ki: Sizden bu hizmetim için hiçbir ücret istemiyorum, ücret sizin olsun! Benim ücretim yalnız Al ah’a aittir ve O, her şeye şahittir.” (Sebe’, 34/47) buyurarak, nübüvvetin ulvî ve ilâhî yönünü nazara vermiştir. Bu beklentisizliğin neticesidir ki, Allah Rasûlü, İslâm’ı tebliğden vazgeçmesi karşılığında kendisine sunulan Mekke’nin emirliği, saltanat, mal-mülk gibi cazip dünyevî teklifleri hiç
düşünmeden reddetmiş; “Ay’ı bir elime, güneşi de diğerine koysalar, val ahi ben bu vazifemden vazgeçmem.”
demiş; fanî şeylere değer vermemiş, üsve-i hasene olan nuranî ve rabbanî bir hayatı tercih etmiştir.

Rıza-yı ilahi

İnsan yapıp ettiği hayırlı işlerde ve ibadetlerinde maddî-manevî hiçbir beklenti içinde olmamalı; her şeyi Cenab-ı Hakk’ın rızasına bağlamalıdır. Başka beklentiler içinde olma rıza-yı ilahi peşinde bulunmaya halel getirir. İmam Şatıbî gibi büyükler, açıklamaya çalıştığımız hadis-i şerifle ilgili şöyle bir kıssa anlatırlar. Birisi gelip halinden şikayet eder ve der ki, “Kırk sabah cemaati hiç aksatmadım ama dilimden hikmet incileri
döküldüğüne de asla şahit olmadım. Hadiste denileni yaptığım halde, benim hikmet pınarım neden coşmadı?”
Hazreti İmam, “Çünkü, sen yaptıklarını Al ah’ın rızasına bağlamadın, va’dedilen hikmeti elde etmek için sabah namazına ve cemaate yapıştın. Şayet, sedece O’nun hoşnutluğunu dileseydin, hem rıza-yı ilahiye ulaşır hem de hikmet ehli olurdun.” cevabını verir. Evet, her türlü işimizde Al ah’ın rızası yegâne hedef ve gaye olmalıdır. Salih amel ere ve ibadetlere terettüp eden semereler, o rızaya tabi olarak meccanen verilirse, işte o zaman
makbuldür; aksi halde, onlar asla asıl maksat yapılmamalıdır.

22 Ekim 2016 Cumartesi

Edep 2

Enbiyâ-ı izamın, Ashab-ı kiramın ve Selef-i salihinin hayatları bizim için birer edep tablosudur. Bizim de saygı duymamız ve karşılarında edep sınırlarını asla aşmamamız gereken mual imlerimiz, mürşidlerimiz ve rehberlerimiz ya da şöyle böyle kendisine çok borçlu olduğumuz insanlar vardır. Onlara karşı edep de, nezdi uluhiyette sevap getirici ve Al ah’ın rızasını kazandırıcı vesilelerdendir. Hele bu edebimiz Al ah’tan ötürü ise, yani, mahlukâtı Al ah’tan ötürü sevdiğimiz gibi insanlara karşı da Al ah’tan ötürü edepli davranıyorsak, o zaman gerçekten kazanma yolunda yürüyoruz
demektir.
Son cümle bana, Übeyy b. Ka’b ile İbn Abbas (Al ah ikisinden de razı olsun) arasında geçen bir hâdiseyi hatırlattı. Bir gün Hazreti Übeyy ata binerken Hazreti İbn Abbas onun atının üzengisini tutar. Übeyy bin Ka’b onun bu davranışı karşısında, “Sen ne yapıyorsun! Sen ki Peygamberin amcasının oğlusun…” deyince; İbn Abbas,
“Biz büyüklerimize hürmet etmekle emr olunduk.” der. Bu defa Hazreti Übeyy, İbn Abbas’ın elini tutup öper; “Biz de, ehl-i beyte karşı böyle davranmakla emredildik.” karşılığını verir. Onlar, bu hal eriyle birer edep abidesi olduklarını ortaya koydukları gibi saygılarının Al ah ve Peygamber sevgisinden kaynaklandığını da göstermişlerdir.
Her meselede olduğu gibi, edebi de tabiatın bir derinliği haline getirmek gerekir. İnsan işleye işleye, düşüne düşüne, üzerinde dura dura edebi tabiat haline getirebilir.

Sâbit ibnu Kays

“Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin.” denmektedir. Bu ayet nazil olduğunda, Sâbit ibnu Kays ibni Şemmas (radiyal ahu anh) evine kapanmış, “Ben Cehennemliklerdenim.” diyerek ağlamaya durmuştu. Peygamber Efendimiz, onun komşusu olan Sa’d b. Muaz’a, “Sabit ne halde, rahatsız mı?” deyince; o da gidip arkadaşının halini sormuştu. Sabit b. Kays, “Bu âyet indirilince çok korktum; ben sizin en gür seslinizim, demek ki ben Cehennemliklerdenim.” cevabını vermişti. Hazreti Sa’d durumu Peygamberimize anlatınca,
Rasûlul ah, “Hayır o, Cennetliklerdendir.” buyurmuş, Sabit hazretlerini yanına çağırarak ona “Sen hayır ile yaşayacak, hayır ile öleceksin.” müjdesini vermişti. Sabit b. Kays hazretlerinin sesi çok tizdi; konuştuğu zaman mikrofon kul anıyormuş gibi olurdu. Peygamber Efendimiz onun bu halinin tabiî ve yaratılıştan olduğunu
anlatarak onu tesel i etmiş; ayette kastedilen kimselerin, Peygamber huzurunda duruşun âdâbına riayet etmeyen, kaba kaba konuşan ve sesini yükseltip bağıran insanlar olduğunu belirtmişti.
Kur’an-ı Kerim tezgahında terbiye gören Sahabe efendilerimiz, zamanla tam bir saygı topluluğu durumunu ihraz etmiş ve hal eriyle örnek olabilecek duruma gelmişlerdi. Artık, Al ah Rasûlü’nün huzurunda hiçkimse sesini yükseltmiyor, herkes pesten konuşuyor ve çok edepli davranıyordu. Onlardan hiçkimse söz kendisine
verilmeden konuşmuyor; birisi konuşacağı zaman da önce sesini akort ediyor, ne diyeceğini önceden belirliyor, az kelimeyle çok mana ifade etmeye çalışıyor ve asla gereksiz konulara girmiyordu.

Edep

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sal al ahu aleyhi ve sel em) Al ah karşısındaki edebi tarife gelmeyecek kadar derindir ama O’nun Hazreti Cebrâil’in edebiyle alakalı söyledikleri, “Cevâhir kadrini ancak cevher-füruşân olan bilir.” hakikatine tam bir misaldir. Efendimiz der ki; “Mi’rac gecesi bel i bir noktada, Cebrâil aleyhisselamı eskimiş bir elbisenin perişaniyetinde gördüm. O noktaya vardığında adeta ayaklarının bağı
çözülmüş; eskimiş bir elbise gibi yığılıp kalmıştı. Al ah korkusu onu bu hale getirmişti. O zaman bir meleğin Cenab-ı Hakk’ı nasıl bildiğini anladım.” İşte, Cibril-i Emin’in o hâli bir melek haşyeti ve Cenab-ı Hakk’a karşı derin bir saygının neticesidir.
Demek ki, Al ah’a karşı edep bile bir manada herkesin kendi idrak ve ihsas ufkuna göre değişmektedir.
Mesnevî’de anlatılan bir menkıbe bu idrak ve ihsas farkına güzel bir misaldir: Musa (aleyhisselam) bir gün bir çobana rastlar. Çoban, “Ey kerem sahibi Al ah’ım, neredesin ki sana kul olayım; çarığını dikeyim, elbiseni yıkayayım.. Yüce Rabbim sana süt ikram edeyim. Bütün keçilerim sana kurban olsun.” deyip durmaktadır.
Hazreti Musa, “Kiminle konuşuyorsun?” deyince, çoban “Yeri göğü yaratan Rabbimle konuşuyorum.” der. Al ah’a bu şekilde hitap etmenin doğru olmadığını öğrenen çoban sözlerinden dolayı çok pişman olur ve mahcubiyet içinde çeker gider. Biraz sonra Hazreti Musa’ya, “Kulumuzu bizden ayırdın. Biz söze ve dile bakmayız, gönüle ve hâle bakarız.” diye vahiy gelir. Evet, onun hali, bir çobanın kendi felsefesine göre Cenâb-ı Hakk’a karşı kul uk sergilemesini, edep ve saygısını ifade etmektedir. Siz onun halini kitaplarda hiçbir yere koyamazsınız. Hiçbir kitap onun Cenab-ı Hakk’a hitaben söylediklerini ve O’nun hakkındaki mülahazalarını bünyesinde kabul etmez.
İhtimal bizim edep telakkimiz de, peygamberlerin edep anlayışıyla kıyaslanınca o çobanınkine benziyordur.
Zaten, biz de onlara kıyasla o çoban gibiyiz; dolayısıyla, o mazur görüldüğü ve kendi idrak seviyesine göre değerlendirildiği gibi, biz de onca hatalarımıza rağmen mazur görülebiliriz.

Ya râb, belayı aşk ile kıl aşina beni

Fuzuli ne güzel söyler:

“Ya râb, belayı aşk ile kıl aşina beni

Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni

Az eyleme inâyetini ehli derdden

Yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beni” der

Evet, bu ölçüde bin belaya maruz kalsa da, adanmış ruh, Allah yolunda başına gelenlerin hepsine katlanacak; fakat katiyen bunları –haşa ve kel a- Allah’tan bir şey koparmak için vesile yapmayacak, bir peyleme mevzuu haline getirmeyecek ve asla bir sermaye gibi görmeyecek. İbadet ü taatini de, belalara sabrını da dünyevî-uhrevî semerelere bağlamayacak. Belki diyecek ki, “Ben hak yolundayım, Al ah da beni imtihan ediyor.” Cenab-ı Al ah demiyor mu: “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz.” (Bakara, 2/155)

Bir cefâkeş âşıkem ey yâr senden dönmezem

"Terk-i ukbâ”ya gelince; adanmış insanda dava uğruna ortaya koyduğu cehd ve gayrete mukabil ahireti kazanma mülahazası da olmamalıdır. Bir insan, Al ah’a kul uğunu, ibadet ü taatini, evrâd u ezkârını, hatta i’la-yı kelimetul ah yolunda mücahedesini, icabında zindanlara girmesini, değişik belalar altında kalıp prenslenmesini, sıkıntılara maruz kalmasını.. doğrudan doğruya Cennet’i kazanmaya bağlıyor ve bütün bunlarla Cennet’e girmeyi esas maksat yapıyorsa, o insan, kazanma kuşağında kaybediyor demektir. Adanmış bir insanın başına, bunların hepsi gelebilir; fakat o bunlarla ahireti peyleme peşine düşmemelidir. Demelidir ki, “Al ahım, eğer ben bütün bunlarla Sana yaklaşıyorsam, kendimi çok talihli bir insan sayacağım. Ben, başka değil, sadece Senin rızanı arıyorum.”
Evet, adanmış bir ruh yapıp ettiği her şeyi ve başına gelen bütün musibetleri sadece O’nun hoşnutluğunu kazanma hedefine bağlamalı ve Nesimi gibi:

“Bir cefâkeş âşıkem ey yâr senden dönmezem

Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem

Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar

Başıma koy erre Neccâr senden dönmezem” demelidir.
Azeri Şair, Al ah hakkında “neccar” tabirini kul anıyor. Cenab-ı Hakk’ın öyle bir ismi yoktur; fakat şair O’na isnad ettiği bir fi le binaen kendince bir de isim uyduruyor. “Neccar” marangoz, testere kul anan demektir. “Erre”, Oğuz dilinde testere manasına gelir. Nesimi şöye devam ediyor:

Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar

Külüm oddan çağırsalar Settâr senden dönmezem.”

İşte dava adamı da başına testereler bile konsa, hançer ile yüreği de yarılsa yine de hâline razı ve Rabbinden hoşnut olmalı, O’nun rızasını tahsile çalışmalıdır.

Terk-i dünya

Bediuzzaman hazretleri, dünya hakkındaki bir başka değerlendirmesinde, bu dünyanın kesben değil kalben
terkedilmesi gerektiğini söyler. Eğer, insan dünyayı bu espri içinde anlayabilirse, tam bir ehl-i dünya gibi çalışıp kazanabilir ve bir Karun gibi zengin olabilir. Çünkü, böyle biri iktiza ettiği an, elinde-avucunda ne varsa, hepsini Rabbisinin rızası istikametinde infak edebilir. Bu konuda Hazreti İbrahim‘le alakalı olarak anlatılan menkıbe çok ibretâmizdir: Melekler Cenab-ı Hakk’ın, İbrahim aleyhisselama “Halilim” demesindeki hikmeti sorarak hul et ve dostluğun servetle bağdaşıp bağdaşmayacağını öğrenmek isterler. Evet, Al ah ona “Halil” demişti. Peygamber Efendimiz kendisine “Al ah’ın dostu” diyenlere karşı; “O, Hazreti İbrahim’di” buyurmuştu. Gerçi, Kendisi de Habibul ah’tı ve Habib, Halil’den üç kadem ilerdeydi –bu mevzuyu Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki “hul et” bahsine havale edip geçelim- Fakat, Efendimiz “Halil, Hazreti İbrahim’dir” diyerek dedesini işaret ediyordu. İşte, Hak dostluğuyla servetin aynı çizgide buluşup buluşamayacağını istifsar eden melekler, Al ah’ın izniyle, Hazreti İbrahim’i ziyaret ederler. Melekler, uzun bir yoldan gelmiş, saçı- sakalı dağınık, üstü-başı perişan bir misafir edasıyla İbrahim Nebi’nin yanına gelip aç olduklarını söylerler. O da bir koyun kesip, pişirir ve ikram eder.
2/5
Melekler, yemeğe başlarken "Bismil ah" yerine, kendilerine has bir zikir sayılan "Subbûhun Kuddûsün (Rabbunâ ve) Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh" derler. Bu tesbih, vahiyle yunup yıkanmış o pak gönle öyle tesir eder ki, “Aman, bu ne güzel bir söz” der ve koyunlarının dörtte biri karşılığında o sözü tekrar etmelerini yalvarırcasına ister. Hani, çok profesyonel birisinden bir makale yazmasını istersiniz de, daha makale bitmeden, yazdığı iyi bir dibaceye, bir mukaddimeye bile hayran kalırsınız; kalırsınız da, o cümleleri ancak o şahsın biraraya getirebileceğine kanaat getirirsiniz. Hele, biraz da yazıdan, üsluptan anlıyorsanız hayranlığınız daha da artar. İşte, o tesbihin manasındaki derinliği de, Al ah’la alakası açısından tesbih u tazime ve vahye aşina olan Halilürrahman çok iyi anlıyor; anlıyor ve “koyunlarımın yarısı sizin olsun, n’olur bu sözü bir kere daha tekrar edin.." diyor. Melekler, kendilerine has bir ses ve eda ile söyleyince, o tesbih Hazreti İbrahim’in letâifinde öyle bir tesir icra ediyor ki, dünyayı kesben değilse de kalben terketmiş olan o büyük Nebi, bir kere daha aynı tesbihi duymak için malının tamamını vermeye de razı oluyor.
Evet, servetin başında böyle iğreti durma, Hâlik-ı kainat adına veya O’nun adını yüceltme ve O’nun rızasına ulaşma uğrunda hemen her şeyi çok rahatlıkla elinin tersiyle itecek kadar dünyayı kalben terk etme çok
önemlidir. “Acaba İbrahim Nebi gerçekten böyle bir fedakarlıkta bulunmuş mudur?” Hazreti İbrahim’in bu kıssası bir menkıbe olsa da ya da üstureye benzese de, Halilurrahman’ın bütün hayatı o tür fedakarlık ve teslimiyet örnekleriyle doludur. Hazreti Hacer’i götürüp otsuz, susuz, ağaçsız, insansız bir yere bırakmasından oğlunun boğazına bıçağı çalmasına, Mısır, Şam ve Mekke arasında hicret mekikleri dokumasından ateşe atılması esnasında “Rabbim hâlimi biliyor ya!..” demesine ve teslimiyetine kadar ömrünün her anı onun bu fedakarlığı yapabileceğini göstermektedir.
Yine aynı konuda bir başka menkıbe anlatılır: Bir adam, "Benim ayağım, bütün velilerin omuzları üzerindedir.."
diyen şu veliyi göreyim düşüncesiyle Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin evine gider. Kapıdan içeri girince, köpeklerin boynunda altın tasmalar görür. Bu durum karşısında iyice şaşıran adam, "Köpeklerinin boynuna altın tasma takacak kadar dünyaya dalmış bir insan nasıl veli olabilir?!." diye içinden geçirir. Hazretin huzuruna vardığında, daha o bir şey söylemeden, Hazret, “Efendi! Efendi! Biz onları gönlümüze sokmadık; pisi pise layık gördük, pisin boynuna taktık." deyiverir. İşte, terk-i dünya budur; dünyevî her türlü imkan mevcuttur; ama kesben terkedilmeyen dünyaya kalben sırt dönülmüştür. Niyet ve amel bu olduktan sonra da dünya malının hiç mi hiç zararı yoktur. Asıl önemli olan, ihtiyaç anında bütün dünyevî imkanları din-diyanet adına, i’la-yı kelimetul ah ve Al ah’ın hoşnutluğunu kazanma hesabına feda edebilmektir.

Der tarîk-i Nakşibendî

Malumunuz olduğu üzere, Üstad hazretleri de, bu “terk” meselesini değişik yerlerde anlatır; acz, fakr, şevk, şükür, şefkat ve tefekkür yolunu izah ederken, Nakşibendî tarikatında bir esas olan “terk” mesleğine de değinir. Evet,
Muhammed Bahauddin Nakşibend hazretlerinin yolunda dört şeyi terketmek lazımdır ki; bu esas Farisî bir beyitle ifade edilmiştir:

"Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk,

Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk"

Rıza-yı ilahîye vasıl olabilmek için terkedilmesi gereken dört şeyden ilki dünyadır. Mesnevi-yi Nuriye’de, dünyayı terketmenin ölçüsü verilirken, “dünya hayatına ait işlerden kazandığına sevinmeme, kaybettiği şeye de
üzülmeme” esası zikredilmektedir. Yani, dünyayı terketmeyi başaran bir insan, bütün yeryüzü onun olsa, dünya kadar mal-mülk edinse de çok sevinmeyecek, nimete şükretmekle beraber, “Bu kazancım önemli değil Al ahım; çünkü benim için Sen ve Senin rızan önemlidir.” diyecek; bütün dünyayı kaybetse de sabırla mukabelede bulunacak ve mahzun, mükedder olmayacaktır.

Mâdem ki alçaklığı bir, ye’s ile şirkin

Mü’min ümitli, gayretli, azimli ve Cenâb-ı Al ah hakkında hüsn-ü zanlı olmalıdır.
Sözlerimizi yine Mehmet Akif’in yanık nağmeleriyle bitirelim:

“Mâdem ki alçaklığı bir, ye’s ile şirkin;

Mâdem ki ondan daha mel’un daha çirkin

Bir seyyie yoktur sana; ey unsur-i îman,

Nevmîd olarak rahmet-i mev’ûd-i Hudâ’dan

Hüsrâna rızâ verme… Çalış… Azmi bırakma;

Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!”

Tembellik

Bir gün, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Ebû Umametü’l-Bâhili hazretlerini, Mescid-i Nebevî’de mahzun, mükedder, kalbi kırık ve boynu bükük oturuyorken görmüş ve hemen o halinin sebebini sormuştu. Ebû Umame, “Ey Al ah’ın Rasûlü, evde yiyecek bir şey yok ve fakr u zaruret had safhaya ulaştı. Peşimi bırakmayan bir sıkıntı ve bazı borçlarım sebebiyle böyle gamlıyım.” cevabını vermişti. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz, ona sabah akşam şunları söylemesini tavsiye buyurmuştu: “Al ah’ım tasadan, kederden, eli kolu bağlı miskin miskin
oturmaktan, tembel ikten, korkaklıktan, malımı ulvî bir gaye için verememe cimriliğinden, borç altında ezilmekten ve düşmana mağlup olmaktan Sana sığınırım.”
Ebu Umame hazretleri bu sözlerin manasını anlamış; hem Cenab-ı Hakk’a teveccüh edip niyazda bulunmuş
hem de fi lî duayı da yerine getirme düşüncesiyle çalışmış, gayret göstermiş; tasa ve kederden kurtulduğu gibi borçlarını da ödemişti. “Acizlikten ve tembellikten Sana sığınırım” dedikten sonra, o, hâlâ bir kenarda oturup el-
âlemin avucuna bakamazdı. Artık bu safhada ona düşen vazife, dua ettiği hususları fi liyâta dökmekten ibaretti.
Evet, teşriî emir ve nehiyleri gözetip dinin “yap” veya “yapma” dediği hususlarda emre imtisal etmenin yanısıra, tekvinî emirlere riayet etmek, yani, Al ah’ın kainatta câri sünnetine (kanunlarına) uygun hareket etmek de takvanın önemli bir buududur. Biz, mil et olarak, takvanın çok önemli bir yanı olan “tekvinî emirleri gözetme”  esasına gereken değeri vermeyince zenginliklerimizi bir bir kaybetmiş ve ezilmişiz. Daha sonra, bu hatamızı telafi etmeye çalışırken daha büyük bir hataya düşmüşüz: Batı’nın muvaffakiyetini dünyayı çok iyi okumalarında ve onun üzerine yoğunlaşmalarında görmüş, “Biz de kevnî kanunları değerlendirerek onlara yetişeceğiz.”  demişiz; ama ne yazık ki, mukaddes değerlerimizi bir kenara atmakla işe başlamışız.

Şehâmet dîni, gayret dîni ancak Müslümanlık’tır

İnanan bir insan, sadece Kadîr-i Zülcelâl, Hakîm-i Zülkemâl, Hâlık-ı Kâinat ve her şeye gücü yeten Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz’a kulluk eder ve o kulluğuna karşı da hiçbir alternatif tanımaz. Öyleyse, miskinliğin, zilletin, başkaları karşısında serfürû etmenin ve küçük bir menfaat için el-etek öpmenin zıddı olarak kul anılan celâdet bir mü’min sıfatıdır. Mü’min cesurdur, yiğittir; korku ve yılma bilmeyen bir kahramandır. Mehmet Akif bu hakikati ifade sadedinde şöyle demiştir:

Şehâmet dîni, gayret dîni ancak Müslümanlık’tır;

Hakîki Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.

Cebânet, meskenet, dünyâda, sığmaz rûh-i İslâm’a…

Kitâbul âh’ı işhâd eyledim -gördün ya- da’vâma.

Görürsün, hissedersin varsa vicdânınla îmânın:

Ne müthiş bir hamâset çarpıyor göğsünde Kur’ân’ın!

Bizim tarihimiz, özellikle de îtilâ (yükselme) dönemlerimiz bu celâdet ve şecâat ruhunun en mümtaz
kahramanlarıyla doludur.

Ey dipdiri meyyit, İki el bir baş içindir

İnsanın kendisini yetersiz, eksik ve nâkıs görmesi onu ümitsizliğe değil, bilakis eksiklerini tamamlamak için daha ciddi bir cehd u gayrete sevketmelidir. M. Akif’in meşhur şi ri bu hususda ne tatlı ve yürekten bir çağrıdır:

Ey dipdiri meyyit, “İki el bir baş içindir.”

Davransana… El er de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?

Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olan rûhunu, vicdânını bağlar

Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…

Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.

Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!

Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!

‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!’ deme, yılma.

Ey mil et-i merhûme, sakın ye’se kapılma

Biliyor musunuz, korkudan yüreğimin ağzıma geldiği anlar çok olmuştur!.. “Acaba ölünce bir çukura mı yuvarlanırım, ne olur benim hâlim?” şeklindeki endişeler zihnimi, hayâlimi sarınca saatlerce kıvrandığım, uyuyamadığım geceler vardır. Ama eksiklerime, daha iyi bir kul olma adına fevt ettiğim fırsatlara rağmen, ben hiç bir zaman ye’se, ümitsizliğe düşmedim.

Ümitsizlik

Hazreti Ömer, Yemâme Savaşında kardeşi Zeyd bin Hattâb’ın şehid olduğu haberi karşısında, çok hayıflanmış;
“Sabâ yeli estikçe Zeyd’in kokusunu alıyorum.” diyerek hüzünlenip ağlarmış. Bir gün şâir Mütemmem bin
Nüveyre onu ziyârete gelmiş. Mütemmem’in kardeşi Mâlik de Yemâme Savaşında yer almış ama mürtedlerin
safındayken ölmüş. Hazreti Ömer’in hüznünü gören Mütemmen, “Ey Ömer, Yemâme’de senin kardeşin şehid
olup Cennet’e giderken benim kardeşim mürted olarak Cehennem’e girdi. Eğer benim kardeşim de senin
kardeşinin gittiği yere gitseydi, ben ona hiç üzülmez ve hiç hiçbir zaman ağlamazdım” demiş. Malumdur ki, Hazreti Ömer’in hüznü bunları bilmediği için değildi, ama kader-i ilahîye razı olmakla beraber sevdiklerden ayrılanın kalbinin hüzünlenmesi, gözünün yaşarması da insanın tabiatının icabıydı.
Evet, olduğumuza da hamd olsun; ya sokaklara korku salan şu serâzât, çakırkeyf insanlar gibi olsaydık; ya talihsizler safında yer alsaydık.. bu hâlimize de hamd olsun, demeli. Mükemmeliyet ve tamamiyetin peşinde olurken diğer taraftan da meseleye böyle bir hamd u senâ mülahazasıyla yaklaşmalı ve katiyen ye’se
düşmemeli. Tamamiyeti arama ve işin ciddiyetini görme insanı ümitsizliğe değil daha fazla gayret göstermeye sevketmeli..
Bildiğiniz gibi, hayatını ibadetle geçiren Esved b. Yezîd en-Nehâî vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor.
Gelip diyorlar ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “İnne’l-emra ciddün – Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” diyor. Vefat ettikten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Val ahi, nübüvvet’le aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.”
cevabını veriyor. Esved b. Yezid, Alkame, İbrahim Nehaî.. gibi insanlar rıza-yı ilahiye muhalif bir davranışta bulunma korkusuyla yaşamış, hayatlarını havf ufkunda sürdürmüş; hayır adına yapıp ettiklerine ve ibadet u taatlerine hiç bel bağlamamış, imanlı olarak ölememe endişesini hep taşımışlardır ama bütün bunlara rağmen ümitsizliğe de katiyen düşmemiş, rahmet-i ilahiyenin onların imdadına da yetişeceği recasını gönül erinde hep canlı tutmuşlardır. Al ah dostlarının hiçbirisi ye’se düşmemiştir; çünkü Hazreti Üstad’ın ifadesiyle; Yeis, mâni-i herkemâldir.. Ümitsizlik hastalığına yakalananların kemale ve tamamiyete yürümeleri mümkün değildir.

19 Ekim 2016 Çarşamba

Tertip ve düzen

Küçük bir evi birkaç arkadaşla paylaştığım dönemlerde talebe arkadaşların kaldığı bazı evlere de gider, misafir kalırdım. Beraber olduğumuz bazı arkadaşlar vardı ki, belki senelerce gidip gelmeme rağmen onlara bir yemek yapmasını bile öğretememiştim. Hatta, aralarında “Hocam, siz yemek yapın, kapları biz yıkayalım” diyenler vardı. Onları kınamıyordum; çünkü, o hallerini, yetiştikleri kültür ortamına, aile muhitine ve eğitim seviyesine veriyor; o zamana kadar onlarda düzen duygusunun inkişaf etmemiş olduğunu düşünüyor ve gücüm yettiğince tertip ve düzene alıştırmaya çalışıyordum. Tertip ve düzene alışmamış talebelerin kaldığı bazı evler derbederdi ve münevver insanların meskûn bulunduğu bir ev olma havasından uzaktı. Fakat, oralarda da kitaplarla içli dışlı olunuyordu ve ilme açık duruluyordu. Her yanları mâmur değilse de, mâmur olan bu yanları vardı ve onun hatırına eksiklerine katlanılıyordu.
Fakat, öyle evler de vardı ki, her bölümü “gelin odası” gibiydi. Onların her köşesinden evrâd ü ezkâr sedası yükselir ve bu evlerin kutlu sakinleri her yeni güne, itmi’nan ve lezzet dolu duygularla başlarlardı. Kalblerinin balansını, imana ve Kur’an’a göre ayarlamış bu talihliler, içlerindeki tertip ve düzenin akislerini evlerinin bütün köşelerine yansıtır ve misafirlerine sundukları ikramlarla beraber onlara göz zevkini de tattırırlardı.
Tertip ve düzen, özel ikle toplu kalınan yerlerde kul hakkı zaviyesinden de çok önemlidir. Dikkatsiz yaşayanlar diğer insanları rahatsız ederler. Dağınıklık, hassas ruhlarda huzursuzluğa sebebiyet verir. Bir gün Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir mezarın kazılması sırasında elinde kazma bulunan şahsa işaret ederek “Şuraya iki kazma vursanız” gibi bir söz söyler. O sahabi efendimiz “Bu şekilde kalmasının bir mahzuru mu var ya Rasulal ah?” deyince Rasûl-ü Ekrem efendimiz “Gözü tırmalıyor” der. İşte bazı körler vardır; gözü mü yok, yoksa tırmalanmayı mı hissetmiyor bilinmez, onlar dağınıklıktan rahatsız olmayabilirler. Fakat, o düzensizlik hali bir başkasını rahatsız ediyor ve onda gerilim yapıyorsa, ona sebebiyet veren insan kul hakkına girmiş olur. Bazen de “Başkası temizlesin, başkası düzenlesin” türünden duygu ve düşüncelerin neticesi olarak hareketsiz kalmak ve işin ucundan tutmamak diğer insanları –affedersiniz- akılsız ve aptal yerine koymak gibi olur ki, bu da çok büyük bir saygısızlıktır ve aynı zamanda kul hakkını çiğnemek sayılır.

Süfran-ı Sevri hazretleri

Bir gün, Süfran-ı Sevri hazretlerinin elinde bir sürü dinar gören bir adam, “Seni Hak dostu olarak biliriz, elindeki bu paralar da neyin nesi?” deyince, Hazreti Süfyan, “Öyle deme; eğer bu kadarcık bir mala sahip olmasaydık, idareciler bizi kapılarında dilenci yapar, eşiklerine mendil serdirirlerdi” der. İşte, başkalarına el açmamak ve onun bunun kapısında mendil sermemek için her mü’min çalışıp çabalamalı, alın
teriyle kendi geçimini sağlamalı ve aynı zamanda, kazancında ihtiyaç sahiplerinin de hakkı olduğunu düşünerek malının şükrünü de kendi cinsinden eda etmelidir.

Hz. Aişe-i Sıddîka

Hazreti Sıddîk’ın sıddîka kerimesi Aişe validemiz de babası gibi îsar ufkunda cömertlik ortaya koyan bir insandı.
Kendisine, Hayber ve Fedek arazilerinin gelirlerinden verilen bir miktar para vardı. Ayrıca, Hazreti Ömer, Ezvâc-ı tâhirât’ı ilk saftakiler arasında mütalaa etmiş ve onlara ayrılan miktarı yükseltmişti. O sevgili annemiz eline binlerce dinar geçmesine rağmen vefat ederken arkada dünya adına hiçbir şey bırakmamıştı; çünkü, eline geçen her şeyi Allah yolunda infak etmişti. Diğer yönleriyle ne kadar derinse, cömertlikte de o kadar derindi. İlim alanında o denli ileriydi ki, Hazreti Urve onun hakkında “Hem fıkıh hem tıp ve hem de şi r sahasında Hazreti Aişe’den daha bilgilisini görmedim.” demişti. Ebu Musa El-Eşarî hazretleri de, “Ne zaman bir meseleyi ya da hadisi anlamakta zorlanıp Hazreti Aişe’ye sorsak mutlaka onda bir cevap bulur ve müşkilimizi hal ederdik”
itirafında bulunmuştu. O mual a annemiz söz söylemesini öyle güzel becerirdi ki; Ahnef bin Kays “Ben Hazreti Ebu Bekir’in, Hazreti Ömer’in, Hazreti Osman’ın ve Hazreti Ali’nin (Allah hepsinden razı olsun) hutbelerini dinledim. Fakat, Hazreti Aişe’nin dudaklarından dökülen sözler kadar güzel ve anlaşılır olanlarını ondan başkasından duymadım.” şeklinde takdirlerini dile getirmişti. Adını her anışımda “Anam!..” deyip “Öz anama bu kadar tatlı “anam” demedim o da darılmasın” düşüncesiyle yad ettiğim mual a validemiz, ibadet ü tâatinde o kadar engindi ki; Kasım b. Muhammed “Hazreti Aişe, Ramazan ve Kurban bayramları hariç senenin bütün günlerini oruçlu geçirirdi” haberini vermişti. Bir gün yanaklarından süzülen yaşları görünce “Aişe, neyin var, niçin ağlıyorsun?” diye soran Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e “Cehennem ateşini hatırladım; ötede ailenizi tanır, beni de hatırlar mısınız ya Rasûlal ah?” şeklinde cevap veren gözü yaşlı anamızın kalbi de o kadar ince idi ki; Urve hazretleri “Sabahları evden çıkınca Hazreti Aişe’nin evine uğrar ve ona selam verirdim. Yine bir gün erkenden ona uğradım. Baktım ki, namaz kılıyor, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u tazimde bulunuyor; sürekli “Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Al ah bize lütfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu.” (Tur, 52/26-27) mealindeki ayetleri okuyor; bu ayetleri durmadan tekrar ediyor, Rabbine dua dua yalvarıyor ve ağlıyor. Onu o halde görünce, ben de kalkıp namaza durdum. Fakat, o okumasını bir türlü
bitirmeyince ben biraz sıkıldım ve daha fazla dayanamayıp bir ihtiyacımı görmek için çarşıya gittim. Geri döndüğümde ne göreyim; Hazreti Aişe yine namazda ve kıyamdaydı; aynı ayetleri tekrar ediyor, ağlıyor
ağlıyordu. İşte, bütün yönleriyle bir derinlik ve enginlik abidesi olan Aişe-i Sıddîka annemiz cömertlikte de benzersizdi. Rivayet edildiğine göre; bir gün yetmiş bin dinarı halka paylaştırmış, sonra da oturup elbiselerini yamamış ve o yamalı elbiseleri giymişti. Bir başka gün, payına düşen bir malı yüz bin dinara satmış, eline geçen parayı muhtaçlara dağıtmış ve o günün akşamında da, kendisine ayırdığı arpa ekmeğiyle ancak iftar edebilmişti.
Allah’la münasebetlerinde o kadar derin olan anamız, insanları düşünme ve cömertlikte de o denli engindi. Dini anlama arzu ve iştiyakı zaviyesinden eşsiz olduğu gibi, Allah’a, Rasûlü Ekrem’e, salih kimselere ve Cennete yakın olma, Cehennem’den de fersah fersah uzak bulunma vesilelerini kavramadaki basireti açısından da benzersizdi. Bunları yaptığı dönemde o henüz yirmili yıl arını yaşıyordu. O genç yaşına rağmen bilinmesi gereken mevzuları çok iyi kavramıştı. Kendisine bir husus sorulduğunda dinin objektifliği içerisinde cevaplar veriyor; hiç kimseye gücünün üstünde bir yük yüklemiyordu. Fakat, şahsî hayatı adına sadakat ve vefasına yakışır bir duruş ortaya koyuyor; hep sika ufkunda ve îsar burcunda seyahat ediyordu.

Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader

Tevekkül”, Allah’a güven ve itimat ile başlasa da onun ötesine çıkmak mümkündür. Kalben beşerî güç ve kuvvetlerden tamamen sıyrılıp neticede her şeyi Kudreti Sonsuz’a havale ederek tam bir itimada ulaşma ufkunda noktalanan rûhanî seyrin “teslim”, “tefviz” ve “sika” mertebeleri de vardır. İşte, bir insan “çocuklarımın geleceği” deyip onlar için yatırım yaparken bir diğerinin

Enderûnî Vâsıf gibi:

“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader

Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.”

demesi de yadırganmamalıdır. Bir insanın, beş-on yıl sonrasını düşünüp başkalarına muhtaç olmamak için tasarrufta bulunması beşer fıtratına verilirken, bazı insanların da İbrahim Hakkı hazretlerinin,

“Sen Hakk’a tevekkül ol,

Tefviz et ve rahat bul,

Sabreyle ve râzı ol

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler."

sözleriyle ifade ettiği tevfiz zirvesinde seyretmeleri de o derecenin insanlarına has bir hal olarak değerlendirilmelidir.

Din kolaylıktır

Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insanın mutlaka bir kısım eksik ve kusurları olur ve) galibiyet dinde kalır” buyurmuş ve ümmetine bir tavsiyede bulunurken iki şeyden birini tercih edecekse daima kolay olanı tercih etmiştir. Kendisi dinin emirlerini kılı kırk yararcasına yaşasa da ümmetini irşad ederken mutlaka insan fıtratını gözetmiş ve dinin objektifliğine göre hükümler vermiştir.
Mesela; Hazreti Ali ve Osman bin Maz’un gibi bazı sahabe efendilerimiz, dünyevî duygulardan bütünüyle
sıyrılmak, mâsivâyı zihinlerinden tamamen atmak, kalblerini sadece Sultan’a ait bir saray haline getirmek, kendilerini iyice ibadete vermek ve vakitlerinin hepsini Al ah’a kul ukta geçirebilme gayesiyle hadımlaşmak isteyince, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz “Allah’ı en iyi bileniniz ve O’ndan en çok korkanınız benim. Bununla beraber, ben ibadet ediyorum ama hanımlarımın hakkını da gözetiyorum. Gece ibadetimi yapıyorum fakat istirahat de ediyorum. Bazı günler oruç tutuyor, diğer günleri ise oruçsuz geçiriyorum. Bu, benim yolumdur. Kim benim yolumdan yüz çevirirse, o benden değildir.” demiş ve getirdiği dinde ruhbanlık olmadığını beyan buyurmuştur.
Mevzuyla alakalı bir rivayet de şöyledir: Bir gün, Selman-ı Farisî efendimiz Ebu’d-Derdâ hazretlerini ziyaret eder.
Ebu’d-Derdâ’nın hanımını eski ve yırtık bir kıyafet içinde görünce, “Bu halin ne?” diye sorar. Kadıncağız,
“Kardeşiniz Ebu’d-Derdâ’nın dünya ile alakası kalmadı” der ve o halinin sebebini ima eder. Ebu’d-Derda hazretleri eve gelince Hazreti Selman’a yemek getirerek, “Sen buyur, ben oruçluyum!” der. Selman-ı Farisî,
“Hayır, sen yemezsen ben de yemem” deyince beraberce yerler. Yatsının üzerinden çok az bir zaman geçmiştir ki, Ebu’d-Derdâ, Hazreti Selman’dan gece namazı için müsaade ister ama o “Biraz uyu” der. Bir müddet sonra Ebu’d-Derda namaza kalkmak için tekrar yeltenince Selman-ı Farisî yine, “Biraz uyu!” der. Gecenin sonuna doğru Selman efendimiz “Şimdi kalk!” deyip arkadaşını çağırır ve beraberce namaz kılarlar. Namaz bitince, Hazreti Selman şu nasihatı hatırlatır: “Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin de hakkı var.
Her hak sahibine hakkını ver.” Ertesi gün Hazreti Ebu’d-Derdâ durumu anlatınca, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), “Selman doğru söylemiş, doğruyu göstermiş” buyurur.

Latife

Kasdî ve iradi olarak lâubâlîliğe, birilerini güldürmek için şakalar yapmaya, ölçüsüzce gülmeye ve güldürmeye, dolayısıyla zamanı israf etmeye müsaade yoktur. Allah Rasûlü, bazı insanların güldüğünü görünce “Cennetten müjde mi aldınız?”  deyip onları ikaz buyurmuştur. Ne var ki, bazı hak dostlarının, sürekli marifet ufkunda bulunmaları itibariyle hep mehabet ve mehafet yaşayan müritlerine biraz nefes aldırmak ve tam canları gırtlaklarına geldiği sırada onlara oksijen yudumlatmak için espri ve nüktelere başvurmaları türünden, bazen hikmet edalı olan ve belli bir gayeye matuf dile getirilen mizah diyebileceğimiz türden latife, nükte, kıssa ve menkıbelerin anlatılmasında da bir beis olmasa gerektir.
Mesela; IV. Murad devrinde, Erzurum’da bir Habib Baba varmış. Evliyaul ah’tan olduğu söylenen bu zat, hacca gitmeye karar vermiş. O dönemde hacılar dört bir taraftan gelip İstanbul’da toplanır, oradan da kervanlar halinde yola çıkarlarmış. Habib Baba da, İstanbul’a kadar gelmiş ve “Yola çıkmadan evvel bir temizlik yapayım” deyip bir hamama gidivermiş. Olacak ya, o gün Padişahın vezirleri hamamı kiralamış ve kendilerine tahsis etmişler; dolayısıyla da onlardan başka kimse içeri alınmamış. Habib Baba da bu yasağa takılacakmış ki, “Ben şu
kurnacıkta yıkanıveririm” diye yalvarıp yakarınca, oranın sahibi bu ihtiyarın haline acımış ve ona bir köşede yıkanması için izin vermiş. Çok geçmeden vezirler bütün ihtişam ve debdebeleriyle gelmişler. Bu arada, tebdil-i kıyafet ederek halkın içinde dolaşmayı itiyad edinen IV. Murad da, bu hamama gelmiş ve o da yalvarıp yakarınca bizim Habib Baba’nın yanında yıkanmak şartıyla içeri girmiş. Bir aralık, Habib Baba ona sırtını keselemeyi teklif etmiş ve keselemiş. Sonra sırt keseleme sırası padişaha gelmiş. IV. Murad elindeki keseyi Habib Baba’nın sırtında gezdirirken, “Bir bize bak, bir de şu vezirlere. Bu dünyada padişaha vezir olmak varmış” deyince, Habib Baba “A dostum, öyle bir Padişaha vezir ol ki, bütün bu vezirlerin padişahına, senin uyuzlu sırtını keseletsin”
deyivermiş.
İşte, bu da bir latife ve bir menkıbedir. Belki de aslı bile olmayan bir menkıbede herhangi bir fasıldır. Fakat, bunun ifade ettiği çok derin bir mana vardır; Zât-ı uluhiyete ubudiyet ve hizmetin, dünyalara bedel olduğunu hikmetâmiz bir üslupla vurgulamaktadır. Dolayısıyla, bu çerçevede mizah sayılabilecek latife ve nükteleri anlatmanın bir zararı olmayacağı, hatta bazı hakikatleri açıklamada fayda sağlayacağı da söylenebilir.