24 Kasım 2016 Perşembe

Herşey Senden, Sen ganîsin

Her şeyi silmeli, “O” demeli. “Ene”den vazgeçip “Hüve”ye bağlanmalı. Bütün meseleleri “Hû”ya irca etmeli.
Gerçi, Üstad Hazretleri, “ene”yi yırt, “nahnü”yü göster diyor. Bu mülâhazanın mânâsı şudur: İlle de bazı işler, başarılar, muvaffakiyetler için bir sebep gösterilecekse heyet gösterilmeli; tek tek fertler değil de onların vifak ve ittifakıyla hâsıl olan şahs-ı mânevî nazara verilmeli. Cenâb-ı Hakk’ın tevfîkinin tahakkuku için vifak ve ittifak bir şart-ı adîdir, mülâhazasına bağlanmalı. Fakat esas tevhîde ulaşma, ene’yi yırtıp nahnü’den geçip Hüve’yi göstermekle olur. Temelde ene (ben), ente (sen), entüm (siz) ve nahnü (biz) kısacası bunların hepsi Hüve’ye bağlanmalıdır. Acz, fakr yolunun esası da budur.

Herşey Senden, Sen ganîsin

Rabbim Sana döndüm yüzüm.

Saygı

Erzurumluların çok güzel bir sözü vardır: “Ziyareti hürmetli eden sahibidir.” Ben on dört on beş yaşlarımdayken, biraz da babamın alışmamı istemesi sebebiyle ramazan ayı boyunca köyümüzde vaaz ettim. Enver isminde çok akıllı, mâneviyâta da açık olarak tanıdığım bir amcam vardı. Sokakta yürürken amcam arkamdan yürüyor, önüme geçmemeye dikkat ediyor, çok saygılı davranıyordu. Bir gün “Amca, bundan çok müteessir oluyorum, böyle yapmasanız!” deyince bana “Oğlum” dedi, “Ziyareti hürmetli eden sahibidir. Ben bu saygıyı duymazsam halk seni kabullenmez ki!”
Amcamın, yaşımın küçüklüğüne ve onun yeğeni olmama rağmen, vaaz u nasihat etmem hürmetine bana öyle saygılı davranması hiç hatırımdan çıkmadı. Ben de insanlara faydalı olacağına inandığım arkadaşlarım için aynı hususa dikkat etmeye çalıştım. Mesela, Kestanepazarı’ndayken imam hatip lisesi altıncı sınıfa devam eden bir arkadaşı Kur’ân kursu öğretmeni yaptık. Henüz kendisi talebeydi; ama madem öğretmenlik vazifesi de verildi, ona göre davranmaya gayret ediyordum. Bir gün kurs idarecilerinden biri “Bizim Abdullah… Bizim İsmail…” şeklinde konuşurken ben de “Abdullah Hoca şöyle dedi. Abdullah Hoca böyle yaptı” diye birkaç defa arkadaşı “hoca” olarak zikrettim. O, “Abdullah Hoca da kim?” dedi. “Ağabey, biz onun hocalığını kabul etmezsek kimse kabul etmez. Kur’ân kursu öğretmeni yapıyorsunuz, öyleyse bunu kabullenmek ve ona uygun davranmak gerekir” dedim.
Ama maalesef, bazı şeyler var ki yorum hatasına uğruyor. Mesela, “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşit vaziyetini takınamaz” ifadesi çok doğru bir ölçü, altın gibi bir sözdür. Fakat bu söz karşısında herkesin alacağı tavır farklı farklı olmalıdır. Hiç kimse kendisini birilerinden daha faziletli görmemeli, üstünlük mülâhazasına kat’iyen girmemelidir. Fakat arkadaşlarınız ve sizden küçük olanlar da kendi sorumluluklarını belirlemeli, gereken saygı ve hürmeti göstermelidir. Size gösterilen saygının onda birini istemeye hakkınız yoktur, onda birini isterseniz yüz kat zulüm yapmış olursunuz. Ama bilmem ki, arkadaşlarınız da şimdi gösterdikleri hürmetin on katını sergileseler vazifelerini edâ etmiş olurlar mı?
Bunlar ayrı ayrı şeylerdir ve birbirine karıştırılmamalıdır. Öteden beri geleneklerimizde var bizim, büyüklerimize hep saygılı davranırız. Ama pâyeler, makamlar, mansıplar yoktur mesleğimizde. Hepimiz neferiz, elimizden geldiğince dinimize ve milletimize hizmet ediyoruz ve durumumuzdan da hiç müştekî değiliz.
İstanbul’un fethini arş-ı rahmetten ambalajlayıp bana gönderseler kabul etmem. Bunu, hâşâ, o büyük fatihleri hafife aldığım mânâsına değil; mü’minlerden bir mü’min, kullardan bir kul olmanın kıymet ve lezzetini ifade sadedinde söylüyorum. Evet, öyle bir teklif karşısında ben, kendi durumumu, küçük bir köyde bir hocanın oğlu olmayı, küflü binaları, pencere içlerini, duvar altlarını, minnacık bir kulübeyi, mağduriyetleri, işkenceleri, azapları, tehcirleri, evet “O”nun benim hakkımdaki tercihlerini tercih ederim.
Çünkü bu işte şahıs yoktur, neferlik vardır... Üstad’ınSaid yok…” dediği gibi; rıza- ilâhîye koştuğumuz bu yolda nefislerin, enâniyetlerin, hevâ ve heveslerin dili yoktur; yalnızca hakikat konuşmaktadır. Kimin ne haddi var ki “ben” desin, tevhid davasında şirke girsin!...

Ezelden hudbînim elif-i bâya

Erzurumlu Sümmânî’nin bir sözünü çok tekrar etmişimdir; Azerî ağzıyla şöyle der:
Ezelden hudbînim elifi bâya
Hak kulun emeğin vermesin zâya
Bir can borçluydum Bâr-Hüdâ’ya
Vermek için can kurbana geliftim.
İşte insan, “Cenâb-ı Hakk’a bir can borcum var” demeli, ondan gelen her şeyi memnuniyetle karşılamalı ve o borcu ödeyeceği âna kadar sadık bir kul ve köle olarak yaşamalıdır. Adanmış ruh, daima emre âmâde ve elleri göğsünde durarak ondan çıkacak fermanı beklemeli; nereye yürü dendiyse, arkaya bakmadan oraya gitmelidir.
Üstad Hazretleri bu konuda da çok basiretlidir. Her şeyde vech-i rahmet görüyor. Kastamonu’ya sürüyorlar vech-i rahmet, Barla’ya sürüyorlar vech-i rahmet... Emirdağ, Denizli, Isparta... Hepsini neticesi itibarıyla hayırlı görüyor ve gerçekten de öyle oluyor. Nereye düşüyorsa kor gibi düşüyor. O koru sağa sola fırlatmak suretiyle hakkından geleceklerini zannediyorlar. Oysa, zaten asıl vazifesi o... Misyonu, düştüğü yerde şûlefeşân olmak; bir kandil yakıp etrafını aydınlatmak; orada nurlar, lem’alar, şuâlar meydana getirmek...  

Bir bîçare aşığım ey Yâr senden dönmezem

Ferdî günahlar da bir ahit bozma ve Rabb’e karşı vefasızlıktır. Fakat fert günah işler, sonra tevbe ederse, Allah (celle celâluhû) onu affedebilir. Ama asıl sözünde durmama, dinin ruhuna vefasızlıktır. Hiçbir beklentiye girmeden Allah’ı başkalarına anlatma gayesine vefasızlıktır. Nesimî edasıyla,
Bir bîçare âşığım, ey yâr, senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriyya tek beni baştan ayağa yarsalar,
Başıma erre koy neccâr senden dönmezem.
Ger beni yandırsalar,
Külüm oddan kavursalar,
Toprağımı savursalar,
Settâr, senden dönmezem... duygusuna ihanettir. 

21 Kasım 2016 Pazartesi

İşe ilk gönül vermiş olanlar

Hadis kitaplarında nakledildiği üzere; Hz. Ömer (radiyallahu anh) bir Cuma günü minberde hutbe verirken ilk hicret eden sahabîlerden biri camiye giriyor. O içeri girince Hz. Ömer sözünü kesip “Saat kaç?!...” diyerek onun geç kaldığını îmâ ediyor. O sahabînin, mazeretini söylerken, “Çarşıdan eve dönerken geciktim ve abdest alır almaz da geldim” demesi üzerine “Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Cuma günü gusletmeyi de emrettiğini bilmiyor musun?” diyor.
İmam Şatıbî bu hâdiseyi anlatırken, herhalde Hz. Osman hakkında -i zanna sebep olmasın diye, isim tasrih etmiyor; fakat bazı hadis kitaplarında Cumaya geç kalan sahabinin Hz. Osman olduğu belirtiliyor.
Hz. Ömer Efendimizin bazı tavırlarında bu hâdisede olduğu gibi çok yüksek mânâlar bulunduğuna, konuşurken, tavır koyarken, söz, hal ve tavırlarına yüksek mânâlar yüklediğine inanıyorum. Hz. Ömer gibi bir nezaket ve firâset insanının, bizzat kendisinin üçüncü halife adayları arasında ismini saydığı önemli bir dostunu, Hz. Osman gibi seçkin bir sahabiyi mahcup edecek bir sözü o kadar insan içinde rastgele söylemesi düşünülemez. Öyleyse bu meselede Hz. Ömer’in tavrındaki inceliğe dikkat etmek gerekir.
Her şeyden önce Hz. Ömer Efendimiz, Cuma namazı ve camiye erken gelme hususundaki hassasiyetini ortaya koyuyor. Ayrıca, çok önemli olan şu hakikate işaret ediyor: Eğer hayırlı bir şey yapılıyorsa ve yapılan o şey de önemliyse, Allah’ın rızasını kazanma gayesiyle eda ediliyorsa, bu işe ilk gönül vermiş olanlar, daha sonra da daima önde olmalılar; o işte sürekli önde koşmalı, arkadan gelenlere bir hüsn-ü misal teşkil etmeliler. Anne babanın, çocuklarına bazı meselelerde örnek olmaları gibi onlar da kendilerinden sonra gelenlere iyi örnek olmalılar. O toplum içinde Hz. Osman herkesin hürmet edip önde kabul ettiği, örnek alınacak, delil sayılacak, hüccet kabul edilebilecek bir insandır. O, hutbeye geç kalırsa başkalarının “Cumaya sonra gidilse de, hutbe okunurken camiye varılsa da oluyormuş...” deme ihtimali vardır. Öyleyse, Hz. Osman seviyesinde bir kimsenin herkesten önce camiye gelmesi, ön safı tutması ve bu haliyle halka örnek olması lâzımdır.  

Kırık Testi

Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî Hazretleri bir menkıbe anlatır: Bir zamanlar bir sultan yaşar. Dönemin insanları, sadece toprağa değil kalblere de hükmetmesini bilen sultanlarını çok severler. Kendileri de bu hayırlı insan tarafından tanınmak ve sevilmek arzu ederler. Bu sebeple bazı günlerde Bağdat’a gider, sultanın huzuruna çıkar, ona hediyeler verirler. Zenginlerin ve imkânı olanların kıymetli hediyeler takdim ettiği bir gün, bir fakir de, sultana yaraşır bir hediye arar. Değerli hiçbir şey bulamayınca evindeki bir tarafı kırık testi aklına gelir. Köyün buz gibi suyundan testiyi doldurur ve yola revan olur.
Az sonra karşılaştığı birisi, ne yaptığını, nereye gittiğini sorup öğrenince alaylı bir şekilde, “Bilmiyor musun, sultan suyun kaynağında oturuyor? Hem sizin çeşmenin suyu da onun” der. Fakir adam kızarır, yutkunur, kelimeler boğazında düğümlenir ve “Olsun!” der, “Sultana sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır. Sultana has hediyem yoksa da onun suyunu ona takdim etmeye müştak ve onun sevgisiyle dolu bir gönlüm var.” Kırık testisiyle sultanın huzuruna çıkar. Sultan, sultanlığına uygun muamele eder; ona da ikramda bulunur ve geriye dönerken de, “Bize ne ile gelirse gelsin onu boş çevirmeyin, testisini altınla doldurun” der.
Mevlânâ bu türlü meseleleri çok güzel değerlendirir. Bu menkıbeyi anlatır ve “Değersiz bir sermayeyle gelsek de teveccüh ettiğimiz kapı Allah’ın kapısıdır” der. Bizim arkadaşlar da bu mülâhazayla internetteki sayfalarına Kırık Testi ismini vermişler.

Karınca

Bir menkıbede şöyle anlatılır: Hz. Süleyman, bir karıncanın bir sene boyunca ne yiyeceğini sormuş. “Bir buğday” demişler. O da denemek için bir karıncayı bir kutuya koymuş ve içine de bir tane buğday atmış. Bir sene sonra kutuyu açıp baktığında, karıncanın, buğdayın sadece yarısını yediğini görmüş. Ona “Sen senede bir buğday yemez miydin?” diye sorunca karınca, “Ya Süleyman! O, rızkımı Rezzâk u Kerîm verirken öyle idi; ama rızık senin vasıtanla gelince, senin ileride ne yapacağını bilemedim. ‘Ya beni unutursa…’ diye düşündüm; ki sen unutabilirsin; ama Rabb’im, mahlûkatından hiç kimseyi asla unutmaz. İşte onun için ihtiyatlı davrandım” demiş.

Bekir Berk

Merhum Bekir Berk’den bir hatıra: Hür Adam gazetesinde bir yazı çıkıyor. Bu yazıda herkesin yeis içinde olduğu, hatta Üstad’ın bile ümitsizliğe kapıldığı anlatılıyor. Bekir Berk hemen bir yazı yazıyor ve gazeteye gönderiyor. Yayınlanan yazıda Üstad’ın hiçbir zaman ye’se düşmediğini ifade ediyor. O gece bir rüya görüyor. Rüyada, kendisi bir yolun kenarında bekliyor. Uzaktan bir fayton geliyor ve yanında duruyor. Faytondan Üstad uzanıyor, onun omuzlarını kavrıyor ve alnından öpüyor. Tam bu sırada telefon çalıyor ve uyanıyor. Rüyası kesildiği için kızgın kızgın telefonu kaldırıyor. Telefonun öbür ucunda Sungur Abi diyor ki; “Bekir Bey, Üstadımız yanımda. Seni alnından öpüyor!”

İlim-bencillik ve irfan

Bilen insan çok; fakat bildiğini temsil eden insan çok az. Bilginin irfana dönüşüp onun da davranışlarımıza aksetmemesi bizim eksikliğimiz.
“Menkıbelerde asla değil de fasla bakılır” prensibinden yola çıkarak ifade etmek istiyorum: Cenâb-ı Allah, Hz. Musa’ya “Bana mahlûkatın en hakîrini bul, getir” diyor. O da çirkince bir kelp bulup tasmayı kafasına geçiriyor ve yola revân oluyor. Yolda nebî ferasetiyle birden irkiliyor; tasmayı köpekten çıkarıp kendine takıyor ve öylece huzura varıyor. Cenâb-ı Allah, “Ya Musa! Önceki halde gelseydin seni helâk ederdim” buyuruyor.
İmam-ı A’zam’ın meclisinde bazılarının ifadesine göre elli bin müçtehit vardı. Hadi o kadar olmasın, biz beş bin diyelim. Düşünün, hepsi müçtehit bu insanların. İşte, İmam-ı A’zam bunlarla her meseleyi müzakere ederdi. Koca İmam’ın önce “Şöyledir” deyip sabaha kadar düşündükten sonra ertesi gün “Sizin görüşünüz doğruymuş, ben görüşümden vazgeçtim” dediği zaman pek çoktu. Diyebilirim ki, konuştukları meselelerin yüzde altmışında bu durum cereyan etmiştir.
Bir insan dâhi olabilir, ancak normal zekaya sahip olsa da danışarak iş yapan ondan daha başarılı olur. Bazıları öyle bencil ve egoisttir ki, kesinlikle danışmazlar. Kendi sığlıkları belli olmasın diye de çevrelerinde hep çukur insanları bulundurur; etrafında kabiliyetli insanlara hakkı hayat tanımazlar.

Esved bin Yezid en Nehâî

Hayatını ibadetle geçiren Esved b. Yezîd en-Nehâî vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Gelip diyorlar ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “İnne’l-emra ciddün - Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum” diyor. Vefat ettikten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, nübüvvet’le aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor.

Kayyım

Aslında ferdin başında bir kayyım olmalı ve başını döndürecek-bakışını bulandıracak dünyalık bir şeye nail
olduğunda o onu yıkmalı. Aynı küçük çocukların özene bezene yaptıkları şeyleri büyükçe bir çocuğun gelip
bozması, dağıtması gibi. Evet, bir kayyım bizim nazarlarımızı dünyaya celbeden şeyleri yerle bir etmeli, ta ki her
şey halisane Al ah için olsun. Zaten Al ah sevdiği kimselere dünyayı nasip etmez. El erini her uzattıklarında
dünya onlardan kaçar. Al ah çeşitli vesileler ile onları dünyaya küstürür. Erzurumlu bir alim vardı. Oğlu öldüğü gün yemyeşil bayramlıklarını giydi ve herkese sürurla mukabele etti.
Diyordu ki: "Al ah benimle muamelede bulundu."
Yaşar Hoca çok anlatırdı: Fatih Cami nde ders veren bir Hüsrev Hoca varmış. Yaşar Hoca da onun derslerine
katılırmış. Çok derin birisi… Bir kızı varmış ve üniversitede okurmuş. Bir gün Yaşar Hoca ders okumak için
hocanın kulübesine geliyor. Bakıyor ki bahçede bir kazanla su kaynıyor. Hoca her günkü gibi dersini takrir ediyor. Tavırlarında, neşesinde hiçbir farklılık yok. Ders bitince diyor ki: "Şimdi sıra cenazemizi defnetmekte. Bizim kız dün gece vefat etti." İşte böylesine Al ah’a iman… O verdi, O aldı. Biz de ölünce O’nun yanına gideceğiz. Yüreği
yanmaz mı, elbetteki yanar. Ama iman her şeyi hal ediyor.
Kalbe dünya sevgisini koymamak.. kalb iki sevgiye dardır, hakikatine göre yaşamak.

Kaybetmek- Kazanmak

Bir transatlantikle yolculuk yapanlar için güvenlik seviyesi ne kadar yüksek olursa olsun bir kaza ihtimaline
binaen gemiye flikalar koyuyorlar.. can yelekleri koyuyorlar.. işaret fişekleri koyuyorlar.. acil kurtarma plânları
hazırlıyorlar vs. Rica ederim, şu dünya yolculuğunda öbür hayatımızı garanti altına almamız için bir hazırlık
yapmıyorsak buna ne denebilir? Muhtemel bir kaza için bu kadar hazırlık yapan bir insan, gelmesi yarın kadar
kesin ebedî ahiret hayatı adına hazırlık yapmıyorsa o divanedir.
Sahih midir, ama oldukça ibretli bir hikayedir Hazreti Ali’nin bir dehrî (materyalist) ile diyaloğu. Dehri Hz. Ali’ye;
“Bu dünyada boş yere yorulup duruyorsunuz. Ya cennet-cehennem yoksa?” der. Hazreti Ali’nin cevabı şu şekilde olur: “Sizin dediğiniz doğruysa ben bir şey kaybedecek değilim. Ama benim dediğim doğruysa ve cennet var ise
siz ne kaybedeceğinizin farkında mısınız?”

Gayretullaha

Bir deve kervanı yola çıkmış giderken yolda fakir bir dervişle karşılaşırlar. Derviş kervancıbaşına kendisini de
almalarını rica eder. Kervancıbaşı bu isteği kabul eder, yola revan olurlar. Bir zaman sonra yolda haramiler
kervanı basar ve neleri var neleri yok hepsini alırlar. Dervişe de malı olup olmadığını sorunca o “Benim hiç
param yok, ama kervancıbaşının değerli bir yeleği vardı, onu almayı unutmuşsunuz.” der. Haramiler
kervancıbaşının yeleğini alırken o hiçbir şey söylemez ama dervişe çok gönül koymuştur. Öyle ya; ona o kadar iyilik yapmasına karşılık böyle bir tavırla karşılaşmıştır. Sonra kervan ahalisi bütün varlığını kaybetmiş bir halde
bekleşirlerken devletin askerleri çıkagelir. Haramiler derdest edilmiştir. Bütün gasbedilen mal ar sahiplerine iade
edilir. İşte o anda kervancıbaşı dervişe yanaşır ve der ki: “Baba aşkolsun! Ben sana o kadar iyilik yaptım, sen de
tuttun eşkıyalara benim yeleği haber verdin.” Derviş der ki: “Oğlum, bu haramiler o kadar zulmettiler ki; baktım
gayretul aha dokunmasına dört parmak kalmış. Senin yelek işte o dört parmak yerine geçti.” Evet, Al ah zalimleri iflah etmez. Ancak mazlumun Al ah’ın gayretine dokunduracak liyakati kesbetmesi gerekir.
Eğer o, bu seviyenin eri değilse ve yöneleceği kapıya tam yönelememişse ceza tecil edilebilir. Bugün
müslümanlara revâ görülen zulmü ve bu zulmün gayretul aha dokunmasını da bu zaviyeden ele almak gerekir.

Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun

Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun,

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Akif böyle söylemiş, ben de aynı şeyleri  söylesem rencide olur musunuz:

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar.
……….
Ey dipdiri meyyit! "İki el bir baş içindir"

Davransana… El er de senin, baş da senindir!
……….
Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?

Hasılı; "Benim yüzümden oldu" diyecek yürekli insanlar istiyor. Kaf dağının arkasında Ankâ kuşuna bir şey
olmuş; "benim yüzümden oldu" diyecek. Oysa ki ne Kaf dağı var, ne de Ankâ. Bu, müslümanların yitirdiği yürektir.

20 Kasım 2016 Pazar

Yakinim var ki; istikbal semavât u zemîn-i Asya-bâ

Bundan 80 yıl öncesini düşünün. İslam yeni bir ses ve solukla, yeni bir felsefe ve mantıkla anlatılmaya başlanmış. İnsanlar birilerinin etrafında
hâlelenmis. Sahabe misal ak alınlı, aydınlık yüzlü, gönül insanları hayatlarını koymuş bu işe. İleriye matuf
şahısları adına değil ama din adına bir kısım beklentileri olmuş.
“Yakinim var ki; istikbal semavât u zemîn-i Asya-bâ,Â
Hem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâm’a.”
“Ümit var olunuz, şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır.
gibi sözler onların beklentilerini körüklemiş. Bir beklenti, bir ümit cemaatı olmuşlar. Müjdesini, bişaretini aldıkları
“Al ah’ın adının her tarafa duyurulması” hakikatı adına her gün güneşin doğuşuyla farklı şeyler hissetmişler. Bir
katrede, bir reşhada beklentilerini görmeye, hissetmeye, küçükte büyüğü okumaya çalışmış, basit sözlerde
büyük manâlar aramışlar.

Insibağ

Ümmü Eymen Validemiz; Hazreti Üsame’nin annesi, Rasul ul ah’ın hizmetini gören mübarek bir kadın.
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ahirete irtihalinden sonra Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer onu ziyarete
gidiyorlar. Görüyorlar ki Ümmü Eymen ağlıyor. Al ah Rasülü’nün (sal al ahü aleyhi vesel em) vefatından dolayı
ağladığını zannedip tesel i etmeye başlıyorlar. Ümmü Eymen onların sözünü keserek diyor ki; “O’nun vefatıyla
vahiy kesildi, vahyin bereketinden mahrum kaldık, ben ona ağlıyorum.” Basiretli kadın… Şimdi her gün, her
zaman önünüze inen böyle bir sofranın kesilmesine nasıl ağlamayacaksınız ki?
İnsibağa gelince; peygamberlik daire-i kudsiyesine mahsus bir şey o. Bu yüzden onun kendi ulviyet ve enginliği
içinde kabul enilmesi; müteal (aşkın) olduğunun, dolayısıyla ulaşılmazlığının idrakinde olunması gerektiğine
inanıyorum. Bununla beraber şunu ilave edelim; peygamber olmayan insanların da insibağları vardır. Meselâ,
Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin, Zeynelabidin Hazretleri.. hemen hepsinin huzurunun kendine göre bir insibağı vardır. Ebu Hanife Hazretlerinin ya da
Bediüzzaman’ın huzurunda oturma imkanı olsaydı, huzurun insana ifaza ettiği insibağın, sizin çehrenize uhrevîlik
adına çaldığı boyanın ne demek olduğunu, sizi uhrevîlik adına nasıl plâstize ettiğini görecektiniz, duyacaktınız. İç
aleminizde meydana gelen değişikler itibarıyla belki de kendi kendinize hayranlık duyacaktınız.

Kur’an okuma

Malesef biz doğru düzgün Kur’an-ı Kerim okumayı unutmuşuz. Hatta İmam Hatip’lerde ve İlahiyatlarda bile bu
eğitim insanımıza tam tekmil verilemiyor. Kur’an Kursları ölçüsünde verilemiyor desem kimse bana alınmasın.
Bu faslı Hafız Münâvi’den nakledilen bir vak’a ile kapatalım : “Bir genç hafızlığını ikmal ederken hemen her gün sabahlara kadar uyumayıp Kur’ân-ı Kerim’i hatmediyor. Ertesi gün de tabi  olarak hocasının karşısına rengi
solmuş, benzi sararmış olarak çıkıyor. Hem maddî hem de mânevî açıdan kendisine mürşid olabilecek
kapasitede olan hocası bu durumun sebebini onun ders arkadaşlarına soruyor. Onlar cevaben: ‘Üstadımız, bu
talebeniz hemen her gün sabahlara kadar uyumayıp, Kur’an-ı Kerim’i hatmedip duruyor.’ diyorlar. Üstad,
talebesinin Kur’ân-ı Kerim’i böyle okumasını arzu etmediği için bir gün onu karşısına alıyor ve: ‘Evlâdım! Kur’ân indiği gibi okunmalıdır. Bugünden itibaren sen Kur’ân’ı, şu ana kadar okuduğun gibi değil de beni karşında
farzederek, dersini bana takrir ediyormuşsun gibi oku.’ tavsiyesinde bulunur. Genç gider, hocasının tavsiyeleri
çerçevesinde o gece Kur’ân-ı Kerim’i okur ve sabah hocasının huzuruna geldiğinde, ‘Efendim bu gece ancak
Kurân-ı Kerim’i yarısına kadar okuyabildim’ der. Üstad, ‘Pekâlâ, bu gece de Kur’ân- Kerim’i doğrudan doğruya Rasûl-ü Ekrem’in (sal al ahu aleyhi vesel em) huzurunda okuyor gibi oku!’ emrini verir. Talebe "Kendisine Kur’ân
nazil olan Zât’ın huzurundayım, doğru okumalıyım" düşüncesiyle o gece Kur’an’ı daha dikkatli tilavet eder. Ertesi
gün üstadına Kur’ân-ı Kerim’in ancak dörtte birini okuyabildiğini belirtir. Üstadı talebesindeki terakkiyi görünce,
bir mürşidin müridinin dersinin arttırması gibi, ‘Bugün o emin melek, Cibril’in Resûl-ü Ekrem (sal al ahu aleyhi vesel em)’e tebliğ ettiği anda dinliyor gibi oku!’ der. Talebe ertesi gün: ‘Val âhi üstadım, bugün ancak bir sûre
okuyabildim.’ der. Üstad son adımı atar: ‘Evlâdım! Şimdi de onu, binlerce hicabın verasında bulunan Mevlâ-yı
Müteal’in huzurunda okuyor gibi oku! Düşün ki, okuduğunu Al ah (c.c.) dinliyor, senin için indirdiği kelamını senin
ile mukâbele ediyor.’ Talebesi ertesi gün ağlayarak üstadının karşısına gelir: ‘Üstadım, “Elhamdü lil âhi Rabbi’l âlemîn. Errahmanirrahim. Mâliki yevmi’d-dîn” dedim. Ama “İyyake na’büdü” demeye bir türlü dilim varmadı.
Çünkü “Sadece Sana kul uk yaparım” diyeceğim; diyeceğim ama ben o kadar çok şeye kul uk yapıyorum ve o
kadar çok şey karşısında serfürû ediyorum ki, O’nun karşımda hazır ve nazır olduğunu mülahazaya alınca
‘iyyake na’büdü’yü aşamadım.’ der."
Hafız Münâvi, bu gencin fazla yaşamadığını bir-iki gün sonra vefat ettiğini kaydeder. Onu bu seviyeye getiren
o bilge ve mânâ eri üstad, gencin mezarının başında onun ahvalini müşahade ederken, delikanlı hocasının
duyabileceği bir sesle, “Üstadım, ben hayyim (hayattayım). Hayy u Kayyum olan Sultanlar Sultanı’nın huzuruna
vardım ve hiç hesap görmedim.” diye konuşur.
Bu menkıbeyi nakletmekle "Bu ölçüler içinde Kur’an’ı okumuyor veya okuyamıyorsanız onu okumayın!" demek
istemiyorum. Fakat şu da unutulmaması gereken bir hakikat ki ruhumuzda inkılâplar meydana getirmeye Kur’an’ın ferdî ve içtimaî hayatımızda müessir olacağı düşünülemez. Biz Kur’anla değişebilmeli, O’nun ufkuna
yönelebilmeli, O’nu kendi derinlikleriyle duymalıyız ki O da esrarını sinelerimize boşaltsın.
Keşke çeşitli vesilelerle bir araya gelindiğinde çok değil bir on dakika bu işe ayrılsa; ağzı düzgün bir kişi talimde
bulunsa; bilenler bilmeyenlere talim etse; birebir mukabele şeklinde Kur’an okunsa.

19 Kasım 2016 Cumartesi

Okuma

1980 öncesinde vazifem gereği İzmir bölgesinde gezici vaiz olarak dolaşırken Turgutlu’da bir doktor, bir Batılı’nın
sözünü  aktarmıştı;  “Duran saat  yanlış  işleyen  saatten  daha  iyidir,  çünkü  günde iki  defa  doğruyu  gösterir.”  İşte
aynen bunun gibi, insan yanlış okuyacaksa hiç okumaması daha iyidir. Zira yanlış okuyan insan yanlış yorumlar.
Yanlış okumuş, yanlış yorumlamış,  yanlış  kanaatlar  edinmiş  insana  istikamet kazandırmak çok zordur. Nitekim bu  bizim  Türkiye’de canımıza  okudu.  Siz  hiç  köy  halkından  devlete  baş  kaldıran, anarşiye  karışan  insanlar
gördünüz mü? Maalesef, neler olduysa yanlış okumadan oldu. Bu, cehalete değil, doğru okumaya teşviktir.

Yaptırtmak

Takım halindeki çalışmalarda insanın bazen normal ve meşru haklarını kul anmaması gerekebilir. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Bir  başkasına  yaptırtmak  hoşunuza  gitsin.”  sözleri ile  verdiği  ölçü  içinde  mesela  siz  kendinizin
daha başarılı  olacağını  zannettiğiniz  durumlarda  dahi  başkalarını o  iş  için  tercih  edebilmelisiniz.  Bu  hem  ekip
ruhunun vazgeçilmez  esaslarından  biri,  hem  de  ihlas  ve  samimiyeti koruyacak  önemli  bir  iksirdir.  Bırakın,  son
adımı hep başkaları atsın. Ancak şu da var ki insan fıtratında işi kendisinin bitirme isteği hakimdir. Onun için bu
mesele o kadar basit ve kolaylıkla hayata geçirilebilecek bir düstur değildir.
Meselenin  tekniğini çok  anlamam  ama  futbolda  koskocaman  bir  ekip  oyun oynar,  en  son  bir  oyuncu  ayağının
ucuyla  dokunur  ve golü  atar.  Herkes  o  golü  atan  oyuncuyu  nazara  verir, kahraman  yapar.  Omuzlara  o  alınır,
manşetlere o çıkartılır. Oysa ki orada bir ekip çalışması vardır. Diğer oyuncular pozisyonu hazırlamasaydı, o kişi
golü atabilir miydi?
Bence  meseleye böyle bakmak lazım. Geleceğin iftirak ve ihtilafının çözülmesinde bu ruh, bu düstur büyük rol
oynacaktır. Aksine, “Herkes Cennet’e girmeli ama anahtarı bende olmalı”, veya “Golü mutlaka ben  atmalıyım.”
misal eri ile açıklanabilecek ruh bizim adımıza çok tehlikeli.  Bırakın  anahtar  başkasında  olsun,  bırakın golü  bir
başkası atsın. Ruhu öldüren bu tip tehlikeli hastalıklardan geri duralım.
Herkesin bir izzet duygusu, bir onur duygusu var diyorsanız, bu duyguları gelin alem-i İslam’ın içinde bulunduğu
ş u mezel etten  kurtarmak  için  kul analım.  Zira  müşterek haysiyetimiz,  müşterek  şerefimiz  ayaklar  altında.

İsraf

İsraf… Bütün insanlığın iktisadi anlamda belini büken bir kanser o. Geçenlerde sordum arkadaşlara banyolarda
kul andığımız kağıt havluların fiyatlarını. Bir rakam söylediler, ucuz veya pahalı önemli değil, önemli olan onun
tam-tekmil kul anılması, israf edilmemesi. Bilmem medâr-ı fahr olur mu ama örnek olması açısından söylemekte
mahzur  görmüyorum; burada mecburiyetten dolayı kul andığımız kağıt havluların her bir parçasını üç-dört kere
kul anıyorum ben. Önce elimi-yüzümü siliyorum, sonra  ayaklarımı kuruluyorum, sonra da banyo tabanını siliyor,
sonra atıyorum. İsraf olur diye lüzumsuz yanan ışıkları hemen söndürüyorum. Ama aynı hassasiyeti her yerde
göremiyorum. Yemeden içmeden tutun, giyinmeye kadar herşeyde israf hakim hayatımıza.
Bediüzzaman  Hazretleri’nin  İktisat Risalesinde  ortaya  koyduğu  düsturlara  bakın.  Hapishanelerde işkenceler,
sıkıntılar, açlıklar, susuzluklar ve bunların karşısında sarsılmaz bir iman, ahirete bakış, kadere rıza… Ve sonra bakıyorsunuz,  o  sıkıntılara  maruz kalan insan sürekli şükürle, Al ah’a hamd u senayla dimdik ayakta. Bizim de
aklı  başında,  iyi  yetişmiş, maksadını  güzel  ve  takılmadan  ifade  eden  insanlara ihtiyacımız  var.  Ta  ki  çıksınlar
televizyon  programlarına bu örnekleri dile getirsinler, girsinler halkın içine mazhar olduğumuz Al ah’ın lütuflarını
nazara versinler, insanları nankörlükten kurtarsınlar, O’nun bize olan lütuf ve ihsanları karşısında tam bir kul uk
sergilememiz gerektiğini anlatsınlar.

Yoldakiler

ferdî enaniyet, cemaat enaniyetine inzimam edince kırılmaz bir hâl alıyor. Aslında herkesin malumu olduğu üzere eserlerde ‘ene(ben)’yi kırmak için ‘nahnu(biz)’ye müracaat etmek tavsiye ediliyor. Ama burada ‘nahnu’ de
işe yaramıyor. Onun için ‘nahnu’yü de aşıp ‘Hüve(O)’ye sarılmak gerektiğine inanıyorum. Zira, hepimizin sürekli
rehabilitasyona,  nasihata; bu ölçüleri zihnimizde canlı tutmaya ihtiyacımız var. Harun Reşid’in defalarca Fuzayl
ibni  Iyâz’ın  dizlerinin dibinde  hıçkıra  hıçkıra  ağladığını  biliyoruz  biz. Selâhaddîn-i  Eyyubi’nin  Izz  ibni Abdüsselâm’ın  dizlerinin dibine  kapanıp  ağlaması  da  az  değildir.  Ya  Zembil i’nin yanında  hıçkırıklara  boğulan
koca sultan Yavuz Selim’e ne demeli.
Evet,  ‘ve’l-muhlisûne  alâ  hatarin azîm’  deniliyor  hadiste.  Yani  “..İhlasa  erenlere  gelince, onlar  da  büyük  tehlike
içindedir.”  Menkıbe  kitaplarında anlatılır,  Hazreti  Musa  Cenab-ı  Hakka  diyor  ki:  “Ya Rabbi!  Hayret  ediyorum,
Sana gelmiş, ulaşmış insanlar nasıl oluyor da başka mülahazalara kapılıyorlar.” “Ya Musa” diyor Cenab-ı Hak; Onlar bana gelip ulaşanlar değil, yoldakiler.” Al ah hepimizi muhlisin basamağını da aşıp muhlas olan yani ihlasa
erdirilmişler zümresine ilhak eylesin.
Al âhümmec’alnâ  min  ibâdike’l-muhlisîne’l-muhlasîn el-veriîne’z-zâhidîn  el-mukarrabîne’r-râdîne’l-merdiyyîn es-
sâfîne’l-muhibbîne’l-mahbûbîn.
Amin Ya Rabbi!

Hüve’l-Habibul ezi turcâ  şefaatuhu

Kaside-i  Bürde’den  olan 

“Hüve’l-Habibul ezi turcâ  şefaatuhu  

Likül i  hevlin  mine’l-ehvâli  muktehimi

Mevlâye sal i ve sel im dâimen ebedâ

Alâ Habibike Hayri’l-halki kül ihimi”

parçasını Selef-i Salihin bela ve  musibetleri yoğunlaştığı anlarda bin defa okurmuş.

Lev kâne hubbuke sâdikan

Sevgi  ile  alakalı  bir  örnek  daha  arzedelim  isterseniz;  Kur’an-ı  Kerim’de  “İn  küntüm  tuhibbûnal âhe  fettebiûnî
yuhbibkumul âh – Eğer Al ah’ı seviyorsanız bana ittiba edin ki Al ah da sizi sevsin.” buyuruluyor. Buradaki Al ah
sevgisini nasıl anlayacağız? Selef bu mevzuda; “Detaya inmeyelim, çünkü mezel e-i akdamdır (ayakların kayma
noktasıdır),  inhiraflar,  sapmalar  yaşayabiliriz.”  demiş. Ama  bazıları  da  tam  aksine  farklı  bir  zaviyeden  bu Al a
sevgisini,  kısmen  aşık-maşuk  münasebetini  andıracak  şekilde  ele  almış  yazı  ve  şi rlerinde.  Mesela,  Rabiatü’l
Adeviye;

“Lev kâne hubbuke sâdikan le eta’teh

İnne’l muhibbe limen yuhibbu mutîu –

Senin Cenab-ı Hakk’a
olan  sevgin  iddia  ettiğin  gibi  doğru  olsaydı  O’na  itaat  ederdin.  Zira  seven  kimse  Sevdiği’ne  itaat  eder.”  diyor.
Efendimiz sal al âhu aleyhi ve sel em’e “Habibul ah” denmesini de bu zaviyeden değerlendirebilirsiniz.Zira eğer sadece Efendimiz’in Al ah’a olan sevgisinden bahsedilseydi -ki bazıları insan Al ah’ı sevemez, itaat eder derler,
bu Al ah’ı bilmeyenlerin kabaca laflarından ibarettir- O’na “Habibul ah” denmezdi de “Muhibbul ah” denirdi. Oysa
ki “Habibul ah” siga açısından hem fail hem de mef’ul manası verir. Bu durumda “Habibul ah” Al ah’ı seven ve
Al ah tarafından sevilen manasına gelir

Gel Habibim ben sana aşık olmuşam

Cenab-ı  Hakk’ın  yarattığı  varlığa  karşı  muhabbeti  Zatına  olan  sevgisinin  bir  ifadesidir.  Bu  hakikati  izaha
geçmeden önce sevgi kavramı açısından bir hususun farkına varılması gerekir; sevgi aslında bir zaaftır, birine karşı belki de elde olmadan gösterilen bir temayüldür. Onun için sevgiyi Zat-ı Uluhiyete isnad ettiğimizde ve buna
benzer  durumlarda,  O’nu  münezzeh  ve  müberra  gösterme  ihtiyacını  hissediyoruz,  “La  teşbih”  diyoruz;  diyoruz
çünkü başka türlü ifade etme imkanımız yok.
Bir örnek arz edelim isterseniz; Süleyman Çelebi mevlidinde;

Gel Habibim ben sana aşık olmuşam,

Cümle halkı sana bende kılmışam

  diyor. “Aşık olmuşam” sözünü nasıl izah edersiniz? Aşk, insanın çok defa elinde olmadan özel ikle karşı cinse
gösterdiği temayülün adıdır, bir zaaf göstergesidir ve bunlar bizim telakkimize göre Zat-ı Uluhiyet açısından ters
şeylerdir. Fakat şu da bir gerçek ki başka türlü ifade imkanımız yok.
Meselenin  bir  başka  yönü  ise  Zat-ı  Uluhiyet’in  mevcudiyeti  mülahazasına  bağlı  olarak  yapılan  temsil  ve
teşbihlerdir.  İşte  bu  noktada  ben  temsil  desem  de  teşbih  demeden  kaçınıyorum.  Çünkü  el,  ayak,  kudret konuşma, idrak, dileme gibi kavramlar ister istemez insan zihnine bütün bunlarla muttasıf varlıkları akla getiriyor.
Onun için bu türlü misal verilmesinin gerekli olduğu yerlerde “Velehü’l meselü’l a’lâ” veya “Bir misal e meseleyi
ortaya koyma, vaz’etme” demeyi tercih ederim

Mübahele

Âl-i İmran Suresi’nin 61. ayetine “mübahele” âyeti denir. Ayette, “Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle ÃŽsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: “Haydi gelin oğul arımızı ve oğul arınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Al ah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Al ah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.” denmektedir.
Mübahele: “Hangi taraf yalancı ise Al ah’ın ona lânet etmesini gönülden istemek” demektir. Hicri 9. yılda Necran Hristiyanlarını temsil eden 70 kişilik heyet, başlarında liderleri olarak Medine’ye gelip Peygamber Efendimiz’le kıyasıya tartışmış, hakikati kabule bir türlü yanaşmamışlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil olunca, Hazreti Peygamber (sal al ahu aleyhi ve sel em) ilahi emir gereği mübaheleyi teklif etmişti. Necranlılar düşünmek için mühlet istemişlerdi. Bunu kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Efendimizin yanına geldiklerinde bakmışlardı ki; O, Hazreti Hüseyin’i kucağına almış, Hazreti Hasan’ın elinden tutmuş, Fatıma annemiz ile Hazreti Ali’yi arkasına katarak “Ben dua edince siz de “âmin” dersiniz” diyor. Heyecana kapılan hey’et başkanı hemen mübaheleyi kabul etmediklerini bildirmiş, vatandaşlık vergisi vererek İslâm hâkimiyeti altında yaşamayı benimsediklerini söylemişti. Peygamber Efendimiz de onlara, kendilerine tanınan hakları ve yükümlülükleri bildiren bir emanname vermişti.
2/5
İşte, Efendimiz aleyhissalatu vesselam ile Necranlı Hristiyanlar arasında cereyan eden hâdise münasebetiyle orada teklif edildiği gibi ben de asılsız iddia ve isnatlarla sürekli bize saldıranları o türden bir ibtihale çağırabilirim.
Nasıl?.. Lisanımı bedduaya alıştırmadığım için ifade etmekte zorlanacağım ama mesela ben “Eğer teşvikçisi olduğum şu
hizmetlerde dünyevî bir hedefim varsa; mesela, Türkiye’yi bütün zenginliğiyle ve imkanlarıyla getirip bana teslim etseler, onu, küçük tahta kulübemdeki hayatıma tercih edecek ve makama-mansıba, mala-mülke temayülde bulunacaksam Al ah beni yerin dibine geçirsin” diyeyim ve 70 milyon Türk insanı da buna “âmin”
desin. Yok onlar iddialarında yanılıyorlar ve o isnatları kasıtlı olarak dile getiriyorlarsa -şimdi kimseye beddua etmek istemiyorum ama eğer çocukluk hâlim olsaydı belki şöyle diyebilirdim- “Al ah onların yuvalarını başlarına yıksın, evlerine ateş salsın, düzenlerini başlarına geçirsin, yer parça parça olsun da yerin dibine batsınlar” diyeyim. Ben demesem de, bu bedduaları üslubuma ve kul uk anlayışıma ters bulsam da, Anadolu’da bunu diyen bir sürü masum ve muztar insan vardır şu anda. Evet ben demesem de, O Al âmu’l-guyûb olan Al ah’ın yapılan zulümleri karşılıksız bırakmayacağına da inancım tamdır. O Haziran fırtınasından sonra da diş gösteren, çelme takan, iftira eden ve dine saldıran nice müfsid vardı.. ben beddua etmedim onlara, “Al ah’tan bulsunlar” bile demedim. Ama biliyordum ki, benim şahsımda dine saldıran ve o ölçüde müslümanlara düşmanlık yapan
kimseler Al ah’tan bulacaklardır. O Rabb-i Kerîm’ime, “Hasbunal ahu ve ni’mel vekîl” diyerek öyle itimad ediyorum ki, biz O’nun yolunda isek ve ben şu ahd-ü peymânımda samimi isem, bundan sonra da o diş
gösterenleri ve pençesiyle tehdit edenleri Al ah Teala iflah etmeyecektir.

Manâ kökümüz

Bazıları diyor ki: "Bu büyük bir proje. Bir cami hocasının –alaya almak, tahkir etmek için böyle diyorlar-kafasından çıkmış olamaz bu işler." Doğru. Ben hayatımın hiçbir döneminde bu faaliyetlerin benim projem olduğunu, benim kafamdan çıktığını iddia etmedim ki. Al ah’a sığınırım bu türlü iddialardan. Bu her şeyden önce Al ah’a karşı bir küstahlık ve saygısızlıktır. Bunların hepsi Cenab-ı Hakk’ın lütfudur, ihsanıdır. O muhit ilmin, muhteşem kudretin, baş döndüren iradenin sahibi bizleri istihdam ediyor. Bizim manâ köklerimiz ve manevî beslenme kaynaklarımız da bu tip düşünceler içine girmemize manidir.
Bu söz bana bir şeyi hatırlattı: Hazreti Ömer, Yermük gibi çok ciddi bir savaşta ordu kumandanı Hazreti Halid’i vazifeden alıyor. Çok muazzam bir savaş, düşman
kuvvetler müslümanların en az on katı. İslam ordusunda şehit sayısı oldukça fazla. Önemli simalar da var bunlar arasında. Meselâ Ebu Cehl’in müslüman olmuş oğlu İkrime ve Amr b. As’ın bababir kardeşi Hişam da şehid. Ve işte böyle bir savaşta Hazreti Ömer Halid b. Velid’i azlediyor.
Koca Halid sarığı boynunda halifenin karşısına çıkıyor. Halid gibi bir insan: İki devletin başına balyoz gibi inmiş, yerle bir etmiş, tarihte eşini göstermenin zor olduğu müthiş bir erkan-ı harp. Ama sarığı boynunda,
kumandanlıktan azl edilmiş, sıradan bir nefer, Halife-yi rû-yi zeminin önünde. Diyor ki Hazreti Ömer -ruhum ona feda olsun-: "Halid! Biliyorsun seni çok severim. Fakat halk elde edilen zaferleri senin şahsından biliyor. Halbuki ben biliyorum ki bunları bize ihsan eden Al ah’tır. Senin bir mit haline gelmenden, putlaştırılmandan endişe duyuyorum. Azlediş nedenim bu…" Ve Koca Halid o güne kadar emrinde çalıştırdığı bir adamın, Ebu Ubeyde b.
Cerrâh’ın emrine giriyor; giriyor ve hayatının sonuna kadar savaşıyor. Evet Halid, gerçek bir mefkûre insanıydı ve "Âşe hamîden, mâte fakîden – Hep övgüye değer bir insan olarak yaşadı, İslam’ın yitiği olarak da yürüdü öbür âleme." Vefat etti; bir atı kaldı, bir kalkanı, bir de kılıcı. İki devleti yerle bir etmiş adamın arkada bıraktığı mirası işte buydu.Şimdi biz bu tarihi hâdisenin arkasında yatan düşünce, inanç, bakış açısı -ne derseniz deyin- işte ona bağlıyız.
Manâ kökümüz bizim bu. Bundan farklı ne düşünürüz ne de hareket edebiliriz. Onun için bazılarının kendi persektiflerinden, kendi değer ölçülerine bağlı olarak söyledikleri şeyler benim için bir manâ ifade etmiyor.
Evet, günümüzün mefkûre insanları konumlarının farkındalar. Nerede, nasıl davranacaklarını bilirler. O
davranışların sebeplerine de vakıftırlar. Şuurluca yaparlar yaptıkları şeyleri.

Gönüllere sultan

Bir başka hatıra Balkanlar’da yaşayan bir Gagavuz profösöre ait: Şarkiyat eğitimi yapmış, Türkçe de bilen birisi bu. O Osmanlılar’la günümüzdeki eğitim faaliyetlerini mukayese etmiş ve demiş ki: "Osmanlılar devşirme usulüyle bizim çocuklarımızı aldı, kendi kültürleriyle onları yetiştirdi ve nihayet onlarla bizi vurdular. Bizim ülkemizi bizim çocuklarımızla fethettiler. Size gelince, sizler bizim çocuklarımıza yine bizim adımıza günümüzün yükselen değerlerini talim ediyor ve onlara seviye kazandırıyorsunuz." Bu zatın Osmanlı’nın devşirme sistemi hakkında yaptığı yorumlar belki uzmanlarınca tartışılabilir bir konudur ama günümüz adına söylediği şeyler aklı başında her insanın bir gün mutlaka kavrayacağı bir farklılıktır.
Evet, artık maddî kılıç kınına girmiştir. Medenilere galebe ikna iledir. Güç ve kuvvet ile insanları bir yere 1/2
yönlendiremezsiniz. Süper gücünüzle gider bir yeri işgal eder, yakar-yıkar, öldürürsünüz ama bütün dünyanın tepkisini alırsınız. Öte yandan akıl, mantık, muhakeme ile, evrensel insanî değerlerle girerseniz, gönüllere sultan olursunuz Al ah’ın inayetiyle.

Yapı taşları

Dünyanın dört bir yanında, ancak nice fedakârlıklarla yapılabilen eğitim faaliyetleri ortada. Hiç unutamadığım bir hatıram var: Moskova’da yapılan mezuniyet töreninde bir Rus öğrenciye sordular: "İlerisi için idealin nedir, gelecekte ne yapmak istersin?" Öğrencinin verdiği cevap şu oldu: "Başta Türkler’le iyi bir münasebete geçmek isterim." Ağladım bu tablo karşısında ben. Hafife almayın bu manzarayı. Bugün dünyanın dört bir yanında pek çok kardeş ve dostumuz var. Bunun yanında mütereddit ama karar aşamasında tercihini bu ülke ile, bu ülke insanı ile dostluk ve işbirliği istikametinde kul anacak bir çok insan var. Bunlar geleceğin dünyasında geleceğin Türkiyesi için çok önemli kaideler yani yapı taşlarıdır.

İki günü müsavi olan

Efendimiz sal al âhu aleyhi ve sel emin: “İki günü müsavi olan aldanmıştır.” beyanı bu açıdan çok önemlidir. Buna göre iki günü eşit olan inanç mevzuunda da, İslam
mevzuunda da, ihsan mevzuunda da aldanmıştır. Bir misal e açalım: insan hayatı boyunca bir minareye tırmanıyor gibidir ve öyle olmalıdır. Minarenin şerefesine ulaştığı an ise onun ölüm anıdır. Onun için insan şerefeye ulaşıncaya kadar sürekli hep bir basamak merdiven atlamaya bakmalıdır. Hep daha yukarı, daha yukarı, daha yukarı demelidir. Bir başka tabirle o bir “hel min mezid”
kahramanı, devamlı araştıran, ilerleyen, tahkikatta bulunan, ilimde, fikirde, marifette derinleşen, ama bir türlü doyma bilmeyen bir yolcu gibi olmalıdır. Tıpkı Ayetü’l-Kübra’daki seyyah gibi. Çünkü bizim bu tür yenilenmeye ihtiyacımız var. Herkesin, ilim erbabının da, erbab-ı tarikatın da ihtiyacı var.

Ömer b. Abdulaziz

Hulefa-yi raşidin arasında il â birine müceddit denecekse bence o Seyyidinâ Hazreti Ömer olmalıdır. Fakat genel kabul ilk müceddidin Ömer bin Abdülaziz olduğudur. O, iki buçuk sene süren iktidarında, kendinden önceki, Haşimilere ve Efendimiz’in ehl-i beytine karşı olan Emevi hıncını, kinini, nefretini durdurmaya calışmış, dinin haysiyet ve onuru için mücadele etmiş bir insandır. Minberlerde Hazreti Ali dahil Raşid Halifelerin adlarının okunmaz hale geldiği o dönemde her Cuma minberden “İnnal âhe ye’müru bi’l-adli ve’l-ihsani…” ayetini okuyup adalet, istikamet ve ihsanla hareket etmiş ve devlete bütün sui stimal erin önünü tıkayan bir yapı kazandırmıştır. Öyle ki Velid döneminde onbin dinar alan halasının tahsisatını bile kesmişti Ömer b. Abdulaziz. “Yeğenim, onbin dinar alıyordum, sen kestin bunu!” diyen halasına, “Halacığım!” diyor, “Nereden bulup vereyim? Hazinenin –ki mil etin malı- durumu ortada. Bu durumda iken ben sana on bin dinar veremem ki!”
Sonra da her zaman yaptığı gibi kalkıp biraz zeytin yağı getiriyor biraz da ekmek ve “Halacığım biraz yemek istemez misin?” diyor ve ekmeği yağa banıp yiyor. Tefessüh etmiş bir devlete zühd, yeniden Muhammedî bir ruh kazanma düşüncesini getiriyor.

İki kardeşten biri şehirde diğeri dağda

Sakın ha ben boğulmam demeyin. Zira nefs-i emmare bir devvar-ı gaddardır (zalim bir çark). Nice şahları, nice Heraklitleri dize getirmiştir. Hazreti Yusuf gibi bir peygamber bile "İnnennefse leemmâratün bis’sûi – Şüphe yok ki nefis kötülükleri emredicidir" diyerek ona itimat edilmeyecegini bildirmiyor mu?
Evliya menkıbelerinde anlatılır: İki kardeşten biri şehirde diğeri dağda yaşıyor. Şehirde yaşayan ismetini iffetini, kulağını, gözünü, ağzını, dilini… hani camilerde denilir ya "cemî-i cümle azalarını" koruyor günahtan. İhtimal o, şehirde yaşarken kendini kudsi bir hizmete adadığından dolayı Al ah siyanet ediyor. Ya da dine hizmet
mülahazası tüm benliğini sardığından "bana yakışmaz bu türlü şeyler" diyor ve kendini koruyor. Bunun kapısının önünde bir su tulumu asılıdır. İçi su dolu ama gariptir tulum hiç su damlatmıyor. Dağda halvette yaşayan ve sürekli Al ah’ la münasebet içinde bulunan diğer kardeş bir gün şehre ziyarete geliyor. Onun da su tulumu var dağda iken hiç damlatmayan.
Gelince o da asıyor tulumunu kardeşinin tulumunun yanına. Bir kaç dakika
geçince başlıyor tulum su damlatmaya. İşte hüner burada. Şehirde yani en tehlikeli yerlerde, kendini salmadan, Al ah’la münasebetini bütün samimiyetiyle devam ettirmede.
Evet, alabildigine müsait ortamlarda, günahlardan uzak, münzevi bir hayat yaşarken, orada sadece ibadet u taatle meşgulken bile şeytan gem vuruyorsa insanın ağzına.. kulak deliğinden, göz deşiğinden yol bulup giriyorsa günahlar.. nefis her gün ayrı bir gayyaya sürüklüyorsa onu.. o insan tehlikeli noktalarda hiç ayakta duramaz ki! Devrilir gider.
Demiri sıcak yanından tutan demirci babalar, hamur eline yapışmayan somuncu babalar gibi, bir şeyin babası olmak lazım. Gelin siz de bu kudsi mesleğin babası olun ve zirvelere tırmanın mesleğinizde. Muhyiddin b. Arabi Hazretleri Şam’ da caddede yürürken dar ağacında berdar edilen (asılmış) birini görür. Etrafındakilere suçunun ne olduğunu sorar. "İçki, zina, adam öldürme… hepsini işledi ve gün geldi, derdest edilip asıldı" derler. Hazret koşar ve ayaklarını öper şakinin, kendi mesleğinde zirveye çıktığı için. Bize de böyle olmak düşmez mi? Yani mesleğin babası olmak ve zirveye çıkmak.

İsyan deryasına

İnsan kendini müzekkâ (tertemiz, yanılmaz-aldanmaz) zannetmemeli ve her türlü fevkalâdeliği sahiplenmeyerek O’na vermeli; vermeli ve Al ah’a karşı samimiyet soluklamalı. Zira insan yüreği samimiyet hisleri ile dolu değilse, kul uğunun içine başka şeyler karıştırıyorsa, ihsan edilen o güzel ikler aslında bu riyakar ve münafığı batırmak içindir. Yarım yamalak, sûrî (görünüşte) bir imanı vardır, liyakatı yoktur, üzerine giydiği üniformanın hakkını veremiyordur, dolayısıyla da Al ah elinden alır o imanı. Güzel şeyler gibi fenalıklara karşı da böyle hissettiğimiz ama isim koyamadığımız şeyler vardır. Aniden, hiçbir sebep yokken insanın içini fena şeyler kaplayıverir. Gördüğünüz bir nesne sizi birden bire öyle bir noktaya, öyle bir mülahazaya iter ki batabilirsiniz orada. İnsanı alıp başka rıhtımlara, geriye dönemeyeceği sahil ere götürür bunlar. Onun için Efendimiz (sal al ahu aleyhi vesel em) mealen "sizi fenaya çağıran bir tedai ile karşı karşıya kaldığınızda kendinize gelin, hemen tövbe edin" buyuruyor. Psikolojide de yeri vardır bunun: psikologlar bu durumlarda hal ve tavır değişikliği yapmayı öneriyor.
Evet;

“İsyan deryasına yelken açmışım

Kenara çıkmaya koymuyor beni.”

İsyan deryasına yelken açmalar hep böyle başlar. Başlangıçta açı çok dardır, farkına varamaz insan. Ayağında parmak ucu kadar bir yer tutar, fakat zamanla ayak izine ulaşır. Sonra adım genişliği, derken gözünün kestiremeyeceği kadar bir açı meydana gelir.
Durması gerektiği yerden o kadar uzaklaşır ki geriye dönmek istese de dönemez.

Onun sevgisi, hoşnutluğu ve şefaat

Siz Onun sevgisi, hoşnutluğu ve şefaati arkasında bu kadar koşarsanız, o Rahmet Peygamberi de mutlaka geri dönüp size teveccüh buyuracak ve elinizden tutacaktır. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle sorayım:

“Sen Mevlayı seven de Mevla seni sevmez mi?

Rızasına iven de Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında canlar feda eylesen,

Emrince hizmet etsen Al ah ecrin vermez mi?”

Evet, “Sen gönülden bir kerecik ‘ya Rasulal ah’ deyiversen, O “ümmetim!..” deyip imdadına koşmaz mı?” Kaldı ki, yine Üstadımızın dediği, bazı sâdık kâşiflerin ifade ettiği ve bir kısım kitaplarda da geçtiği gibi, mahşerde
“ümmetî, ümmetî” diyecek olan Şefkatli Nebî, doğduğu zaman da “ümmetî, ümmetî” demişti. Al ah, Onu çok özel bir mahiyette yaratmış ve gönlünü insanlığın kurtuluşuna bağlamıştı. Diğer peygamberlerin şefkati onun şefkatinin yanında deryada katre kalırdı. Öyleyse, siz bir kerecik “habibî” deseniz, o da mutlaka “ümmetî” diye çağrınıza icabet edecektir.

Varıp bezmine âşıkân bin bir leâl ister

“Et-tahiyyâtu” dediği zaman Üstad Hazretleri kim bilir onu kaç defa tekrar ediyordu. Bütün zihin, his, şuur ve iradesiyle Al ah’a yönelerek ve tam konsantrasyon içinde belki defalarca “et-Tahiyyâtu…” diyordu; onu söylerken adeta başı dönüyor, gözleri doluyordu. Çünkü Al ah’ın huzurunda olduğunun tam şuuru içindeydi. Biz, Üstad’ın zevk enginliği ölçüsünde belki onu duyamayız ama kendi söz ve mülahazalarımızı da Sultan’a arz edilen bir
“kırık testi” gibi düşünürüz ve kendimizi Üstad Hazretleri’nin Yirmi Dördüncü Söz’de misal olarak gösterdiği o insanın yerine koyarız: “Bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Sonra der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini daha sana hediye ederdim.” Yani, “Ey padişahlar Padişahı! Ey Sultanlar Sultanı! Bu insanlar Sana şu kıymetli hediyeleri arz ediyorlar; benim elimde ise ancak bu pek az sermaye var. Eğer elimden gelseydi, gücüm yetseydi, bütün o hediyeler kadar bir hediye Sana takdim ederdim..” deriz.
Bu mülahaza, Rabbimize karşı kul uk vazifelerimize hakim olduğu gibi Efendimize karşı hürmet ve vefa
duygumuza da tesir etmelidir. Yani, dudaklarımızdan dökülen her salât ve her selam bin bir âh u eninle, acz ve zaaf hüznüyle, hakkını veremesek de kapıdan da ayrılmama azmiyle dökülmeli; dilimiz salât okurken gönlümüz de:

“Varıp bezmine âşıkân bin bir leâl ister,

Ben bir garîb-i nâlân u şeydâyım Efendim!

Geçerler candan, girenler nûr hâlene bir kez,

O dertten bin belâya müptelâyım Efendim..!

Olur Mecnûn görenler ruhsârını a cânân!

Kapında mülk-i serâp bir gedâyım Efendim!” demeli.

Sallallahu aleyke ya Rasûlallah

Cenabı Hakk’ın isminin yanında Efendimizin de adının bulunmasıyla alakalı Endülüslü büyük alim Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif’inde şunu nakleder: Hazreti Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâbı Al ah’a Efendimizi şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir. Al ah Teâlâ’nın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Ben, Cennet’in kapısında ‘Lâ ilâhe il al ah, Muhammedun rasûlul ah’ yazısını gördüm. İsmi, Senin İsm-i Şerifi’nin yanında anılan biri, Sen’in yanında en kıymetli olsa gerek!” şeklinde cevap vermiştir.
Bazı kitaplarda rivayet edildiğine göre, ezanı işiten kimse, birinci “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlul ah”
denilince: “Sal al ahu aleyke ya Rasûlal ah = Al ah sana salât etsin, ey Al ah’ın Peygamberi!” der. İkinci defa,
“Eşhedü enne Muhammeden Resûlul ah” denilirken de “Karret aynî bike, ya Rasûlal ah = Gözüm seninle aydın oldu/olsun, ey Al ah’ın peygamberi!” der. Bunları söylerken de, baş parmaklarının uçlarını öperek gözlerine sürer ki, bunun müstahab olduğu ifade edilir. Gözüm seninle aydın oldu… ne güzel bir söz. Hani, Türkçemizde “göz aydınlığı” tabirini kul anırız.. çocuğu doğana, oğlu askerden gelene, evladını evlendirene… hep “gözünüz aydın olsun” deriz ya!. İşte “Karret aynî bike ya Rasûlal ah” sözünün karşılığıda aynı manadır. Yani, onun nam-ı celilinin her ilan edilişinde âdetâ yeni bir viladete, yeni bir vuslata ve bambaşka bir şeb-i arûsa şahit oluyor gibi “Ya Rasûlul ah, Seninle gözümüz aydın oldu” deriz: Sen geldin her şey karanlıktan kurtuldu, her varlık ışığa gark oldu.

Salât u selam

Salât u selam meselesine bir vefa borcu nazarıyla bakmak lazım. Biz Efendimiz’e karşı borçluyuz. Al ah, bazılarımız için ağır gelebilecek şekilde her an o borcu ödüyor olma şuuru içinde bulunmakla bizi mükel ef kılmamış. Hayatımızın her saniyesinde Onu hatırlıyor olma, Ona hiç durmadan salât u selam getirme teklifinde bulunmamış. Fakat, biz zaten Onun getirdiği dinin hükümlerine riayet ettiğimizde bir yönüyle Ona karşı medyuniyetimizi de sürekli ve fasılasız dile getirmiş oluyoruz.
Günde beş defa minarelerimizden olduğu gibi gönül erimizden de yükselen ezanımızı düşünün.. her namaza yürüyüşümüzde,

“Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,

Şehbâl açınca rûh-u revân-ı Muhammedî;

Ervah cümleten görür “Al ahu Ekber”i,

Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî.”

(Yahya Kemâl)

sözlerinin hakikatini seslendiriyor ve önce ezanla vefamızı ilan ediyoruz. Zât-ı Uluhiyet’in yanında Efendimizin nâm-ı celîlini de anıyoruz. “Lâ ilahe il al ah”ın, “Muhammedün rasûlul ah ”tan ayrılamayacağını, şehadetin ancak ikisini beraber söylemekle gerçekleşmiş olacağını gösteriyoruz.

Kadavralaşmamak

Bakın tarihe, kocaman Devlet-i Aliye’yi
tenperverlik yıkmıştır, rahat tutkusu, çalım-çaka yıkmıştır. Beli bir devreden sonra orduların önünde kimse
yoktur, büyük komutanlar cephede yoktur. Sanki onlar ölse gitse dünya yıkılacak. Kadavralaşma dönemimize ait utandıran fotoğraflar bunlar. Halbuki Alparslan’dan Selahattin’e, Murad Hüdâvendigâr’dan Yavuz’a kadar herkes cephededir, askerlerinin önünde, ölüm kuşağında düşmanla karşı karşıyadır.
Bence kadavralaşmamak için işi sıkı tutmak, beslenme kaynaklarını şuurluca okumak, beyin fırtınası yapmak, müzakere etmek şart. Meşru olsa da gereksiz alışkanlıkları azletmek, kapıdan kovmak ayrı bir şart. Bir ölçüde kendi hayatını daraltmak demektir bu, ama yaşatmak için başka çare yok. Öncekiler de hep böyle davranmış.
Kitaplarımızda da böyle okuyoruz: Mesela, Sav köyünde bin kalem eserleri yazıyor, teksir ediyordu. El eri saban, pul uk, yaba, orak tutan bu insanlar boş zamanlarında el erine kağıt-kalem alıyor, önlerine koydukları şablona bakıp bakıp yazıyorlar. Ne acayip bir azim, bir kararlılık, bir heyecan, bir aşk bu. Katışıksız, dupduru bir saffet bu.
Sahabe ile karşılaştırılınca belki yarı saffet dönemi. Yarı saffet ama anilmerkez hareketin hızının kesilmediği, Bediüzzüman’ın suya attığı taşın halkalarının dalga dalga yayıldığı dönem. Zor şartların yaşandığı bir dönem..
evlerin kapılarının önünde sürekli polislerin gezdiği, bu yetmiyormuş gibi karşı caddelerden evlerin kiralanıp ajanların yerleştirildiği, haftada bir baskınlarla herkesin derdest edilip götürüldüğü bir dönem.
Hâsılı; Al ah bize liyakat ihsan eylesin. İç kargaşalardan korusun. Alışkanlıklarına esir olanlar gibi değil de saffet dönemi insanları gibi bir hayat yaşamayı nasip eylesin.

Sus ey dîvâne!

Fevkaladeden bir Heraklit bekleyişi mazlum ve mağdur mil etlerin kaderî mülahazaları olmuştur. Hani M.
Akif,

“Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mû’tâdı,

Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?

Bugün, sen kendi kendinden ümid et ancak imdâdı;

Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı

Cihan kanûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!

Ne yaptın? "Leyse li’l-insâni il â mâ se’â" vardı.”

der ya; işte, kendi cehd ve gayretleriyle o bîdâdı kaldırma hakikatine kapalı bir kısım tembel ruhlar, miskin ve âciz fıtratlar gökten gelecek böyle bir Heraklit beklemektedirler. Sünnî dünyaya göre de bunun bir hakikati ve Mehdî bekleme temayülü vardır; fakat ehl-i sünnet anlayışına göre ona insan üstü özel ikler atfedilmez; toplumu İslâm’a yöneltecek bir yönetici, bir ilim, kalb ve ruh adamı olabileceği ifade edilir.

Bermekîlerden Câfer

Saniyelerinizin seneler hükmüne geçmesini istiyorsanız, Al ah’dan istediğiniz şeyleri kendi dar ölçülerinizle daraltmayın. Böyle bir semere dururken siz deseniz ki, “Bana Cennet’te bin tane köşk ver”, yine kaybetmiş
olursunuz. Al ah’a kul uk yapsanız, her gün Kur’an-ı Kerim’i iki rekatta bir kere hatmetseniz ve bunun karşılığında deseniz ki, “Al ah’ım, şöyle bir idarecilik, böyle bir dünya nimeti istiyorum.” Hatta, daha da masumane bir istekle “Rabbim, Cennet bahçeleri ver.” deseniz, himmetinizi yine daraltmış sayılırsınız, Al ah’ın lütfuna tahdit koymuş, isteğinizi kendi dar fotoğrafınızla Al ah’a sunmuş
olursunuz. “Al ah’ım, ben Senin rızâna tâlibim, Sana tâlibim.” deyip O’nu dilemek varken niye öyle yapasınız ki?
Hani anlatılır ya: Abbâsîler döneminde Harun Reşid’in vezirleri arasında, Bermekîlerden Câfer de vardır. Harun Reşid, halkına hediyeler dağıttığı bir gün Câfer’e de teklif eder, der ki: “Ey vefalı, sadık vezirim, sana da şunları vereyim.” Vezir, “İstemem Efendim” diye cevap verir. Hükümdar “Herkese şu kadar verdim ama sana servetimin çeyreğini vereyim” der, fakat yine aynı sözle karşılaşır, “İstemem Sultanım.” Birkaç değişik teklifin kabul edilmediğini görünce Harun Reşid sorar, “Peki sen ne istersin?” “Ben sadece seni isterim Sultanım, senin rızanı dilerim. Çünkü sen benim olunca servetin zaten benim olur. Senin hoşnutluğun olmazsa servetinden ne olur?”
İşte rıza-ı İlâhî’yi talepte bu espri vardır ve insan O’na tâlib olmalıdır.

Amel

Amelini Al ah rızası için yapacaksın; onu herhangi bir beklentiye bağlamayacaksın. Beklentiye bağladığın zaman, beklentin senin o amelinin karşılığı olur ve o karşılık da beklentinin sığlığına mahkum kalır.
Yani; elindeki çok kıymetli, antik bir eserle, mesela beşbin senelik bir çömlekle çarşıya gitsen, onu satmak istesen ve ona dedenin yaptığı çömleğin değeri kadar bir değer biçsen, ne kadar büyük zarar edersin. Oysa, o çömleğin asıl değerini bilen bir antikacıya itimat edip ondan bir fiyat alsan, o fiyata satsan, o zaman antik eserin kıymetini elde edersin.
İşte, ihlâstaki temel espri de budur; amel, Al ah için olmalı, Al ah rızasına bağlanmalı ve o amel e rıza-yı ilâhîden başka bir şey de aranmamalı. Hatta zevk-i ruhânî peşinde dahi olunmamalı. Mektûbât’ta “îman-ı bil ah,
marifetul ah, muhabbettul ah, zevk-i ruhânî” deniyorsa da orada netice ifade ediliyor. Yani, zevk-i ruhânî, amelin ona bağlandığı bir iş değildir, amele terettüp eden bir şeydir, amelin gayesi değil semeresidir.. insan zevk-i rûhânîye ulaşmak için amel yaparsa, zevk-i ruhânî, o amelin karşılığı ve gayesi olmuş olur, dolayısıyla, o amel kıymetini kaybeder. Oysaki zevk-i ruhânînin ötesinde de pekçok ilahî teveccüh vardır; mesela, Al ah sana “yakîn-i etemm”, “ihlâs-ı etemm” ihsan eder, Al ah seni asfiyanın arasına katar, Enbiya ile beraber haşreder. Fakat sen bunların hiç birini aklına getirmemelisin. Çünkü, Al ah, Al ah olduğu için Mâbud’dur; ibadet edildiği için Al ah değildir. Hakkıdır O’nun Kendisine ibadet edilmesi. Kul uk hesabına ne yapıyorsan o, O’nun hakkıdır. Desen ki, ben günde bin rekat namaz kılıyorum, hakkıdır O’nun. O’nda bir hakkın olduğunu iddia etmek ve onu istemek ise, hakkın değildir senin. Öyleyse, hakkı olanı O’na ver, sonra da telattuf (lütfetme) dalga boyunda yapacağı şeyleri, sana olan ihsanlarını sen tayin etme, belirleme, takdir etme.. evet, beklentisiz olma ve ihlas yörüngeli yaşama da bir kurbet yolu, yani Al ah’a yaklaşma vesilelerinden birisidir.
2/4
Diğer bir kurbet yolu da, Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği mevhibeleri ve varidâtı onun rızası istikametinde kul anmaktır. Mevhibe, bağış, ihsan, hak vergisi ve ekstra ilâhî lütuflar mânâsına gelir. Kalbe gelen, içe doğan ve insanın gönlüne tulû eden vârid ise, yoldakilere Cenâb-ı Hakk’ın özel bir teveccühü, bir iltifatı, bir atiyyesi, bazı ahvâlde hususi bir tenvir ve irşadıdır. Evet, Al ah Teâlâ bize el vermiş, ayak vermiş, göz, kulak, dil, dudak vermiş
-O’na binlerce hamd ve senâ olsun-. Bu azaların alıp değerlendireceği eşyâyı var etmiş. O eşyâyı değerlendirme vasıtası tatma, koklama, dokunma.. gibi hisler yaratmış, dahası bizi ihsas ve ihtisaslarla donatmış. Bu nimetlerin kıymetini ancak bunlardan mahrum insanlar bilebilir. Cenab-ı Al ah, ihsan sahibidir; istediğine istediği kadar verir, istemediğine de vermez. Mal-mülk, nimet O’nundur; onu dilediği kul arına dilediği ölçülerde lütfeder. İşte, bu espriyi kavrayamayanlar, “Neden Velid İbni Mugire, Urve İbni Mesud es-Sekafî’ye peygamberlik gelmedi de o vazife (Hazreti) Muhammed’e verildi?” deyip durmuş ve imandan olmuşlardır. Kaldı ki, Hazreti Üstad’ın o çok güzel, pek şık yaklaşımıyla ifade edecek olursak, Al ah (cel e celalühu) O zatın (Efendimizin) istikbalde iradesinin hakkını vereceğini görmüş, O’na lütuflarda bulunmuştur; ne yapacağını bilmiş, avanslar vermiştir.

Bünyan-ı mersus

Al ah mü’minlerin birbirleri ile bünyan-ı mersus (sarsılmaz bir duvar) olmasını emrediyor. Ben bu emrin bizler tarafından tam anlamıyla gerçekleştirildiğini zannetmiyorum. Devr-i saadette Hazreti Ebu Bekir ve Hz. Ömer aralarındaki bir meseleden dolayı hafifçe birbirlerini kırmışlar ve hemen ardından her ikisi de Al ah Rasulü’ne (sal al ahü aleyhi vesel em) ayrı ayrı gelerek “Hata bende” demiş ve özür dilemişlerdir.
Evet, hata yapma insan olmanın şe’ni, ama hatayı müdafaa etme değil. Ben hatada ısrar etmemenin, candan, gönülden özür dilemenin birbirimizi bünyan-ı mersus haline getireceğine, bir kardeşin diğerinin meddahı olmasının geleceğimiz adına ümitbahş bir hadise olduğuna inanıyorum. Aksi halde...

Dua

Benim Kur’an’a aşina olmam, öğrenmem, okumam, ezberlemem çocukluk yıl arında anne babamın vesilesiyle
olmuştur. Bununla beraber onu hakiki manada bana duyuran, benim nazarımda yücelten ve tek kelime ile sevdiren Bediüzzaman’ın eserleri olmuştur.
Efendimize de aşıktım ben küçüklüğümde. Bir keresinde babam bana “Gece yatmadan önce 1000 defa Kureyş
suresini okursan, rüyanda Efendimizi görürsün.” demişti ve ben hiç tereddüt etmeden o gece 1000 defa Kureyş
suresini okudum. Ama ne zaman ki eserlerde Efendimiz’i anlatan yerleri okudum, Al ah Rasülü (sal al ahu aleyhi vesel em) gözümde bir başka göründü ve onu daha bir başka sevdim.
Kanaat-i acizanemce herkes, her gün hem Kur’an’la hem onu çağımız insanının ihtiyacını karşılayacak şekilde yorumlayan Risaleler’le ciddi meşgul olmalı. Ayrıca herkesin her gün hiç aksatmadan okuyacağı bir hizbi bulunmalı. Sadece bunlarla da yetinmemeli. Üstad 15 günde bir üç ciltlik Mecmuatu’l-Ahzab’ı bitiriyormuş.
Evradda monotonluktan, ülfet ve ünsiyetten kurtulmak için çeşitlilik önemlidir. Yakınlarda bu üç ciltlik dua mecmuasından alınan bazı cami (kapsamlı) dualar bir cilt halinde tekrar basılacak. Keşke herkes aksatmadan okusa. Hazreti Ali’nin ömrü boyunca günlük evradını hiç aksatmadığı söylenir. Ona sormuşlar: “Nehrivan’da da mı?” “Evet, Nehrivan gecesinde bile!” demiş. Benim rahmetli validem de sabahtan akşama kadar Büyük Cevşen’i bitirirdi de bana “Başka okuyacağım bir şey var mı?” diye sorardı.
Evrad u ezkarda bu ciddiyet olursa kim bilir gün gelir büyük zatların duyduğu şeyleri duyarsınız? İmam Şâzelî, Ahmed Bedevî gibi zatlar namazda “Sübhane rabbiye’l-azim” dedikleri zaman bütün zerrat-ı kainatı mülahazaya alarak söyleme seviyesine çıkmışlardı. Adeta bütün kainat onların dil eri ile tesbihat yapıyor gibi bir his bu.
Nitekim Üstad’ın yakın talebelerinden bazılarına yıl ar ve yıl ar sonra “Kardeşim! Ben de Hasan Şâzelî gibi kainatın her bir zerresinin tesbihatını duyabiliyorum artık.” dediği nakledilir. Fakat bu gayret ve mücahedeye bağlıdır. Al ah’a tam teveccühe bağlıdır.
Al ah Rasulü (sal al ahu aleyhi vesel em) bir sahabiye bir gün “İmanın hakikati nedir?” diye soruyor. Sahabi hiç tereddüt etmeden “Ben kendimi her gün Cennet ve Cehennemi müşahede ediyor gibi, mele-i âlânın sakinleriyle beraber olur gibi hissediyorum.” diye cevap veriyor. Efendimiz’in (sal al ahu aleyhi vesel em) bu sahabiye verdiği karşılık şudur: “Sen gerçekten inanmışsın.”
Evet, herkes ama özel ikle turnikeye önce girenler Cenab-ı Hakk’ın geçmişte kendilerine ihsan ettiği nimet-i sabıka adına evrad u ezkar hayatlarına çeki düzen vermeliler, bir disiplin getirmeliler. Kaldı ki bu, kulun Al ah’la, Al ah’ın kuluyla olan münasebeti adına bir ölçüdür.

Vefa umarken candan

Bugün, Müslümanlar olarak, bir taraftan çok ciddi bir husumet çemberi içindesiniz; diğer taraftan da, dostlardan beklenen vefayı göremiyorsunuz. Mürüvvetli olması gereken insanlardan içten vefa ve tam bir sadakat bekliyorsunuz ama bu beklentinizde hep inkisarlar yaşıyorsunuz. Sürekli,

"Vefa umarken candan

Doldu gözüm hicrandan

Kaldım yaya dermandan…"

diyor, hicranınızı içinize gömüyorsunuz. İşte, candan vefa umarken, dermandan yaya kalıyorsanız ve gözünüz de hicranla doluyorsa o zaman işiniz vahimdir. İçin
vefasızlığı dışın husumetine inzimam edince başınıza gelecek şeyler var demektir.

Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî

Abdulkadir Udeh’in “Müntesiblerinin vefasızlığı ve düşmanlarının gadri arasında İslâm” isimli bir kitabı vardır ve zannediyorum bu tesbit Malik bin Nebi’den ziyade Udeh’e aittir.
İster Malik, isterse de Udeh söylemiş olsun, bu söz çok yerindedir ve ona katılmamak da mümkün değildir. Bir şey ifade ediyorsa, ben de senelerdir aynı kanaati taşıyorum; evet, asırlar var ki, İslâm dünyası dediğimiz coğrafyada Müslümanların en büyük problemi düşmanlık ve vefasızlık olmuştur. İslâmı gadre uğratan iki cephe vardır: Birisi, sürekli taarruzlar peşinde olan haset, kin, inat ve küfür cephesi; diğeri de, dini yolda bulmuş gibi davranan, kültür müslümanlığı tavrı sergileyen vefasızlar cephesi.
Bu hakikati dile getirmek ve vakayı rapor etmek gereksiz görülebilir. Fakat, bazı problemleri bilme ve onları teşhis etme tedavi adına çok önemlidir. Ziya Paşa’nın

“Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,

Her merhem her yâreye derman mı sanırsın?

En ummadığın keşfeder esrar-ı derunun,

Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın?

dediği gibi her şeyden önce il etin bilinmesi, hastalığın teşhis edilmesi, doktorların ifadesiyle “tanı”nın ortaya konması lazımdır. Bu yapılmadan tedaviye başlanması mümkün değildir.

İlim ilim bilmektir

İnsanların keyfiyette derinleşmesi adına elden gelen her türlü gayret gösterilmeli. Gönül, his, ruh, kalb ve tabi  ki düşünce dünyamızı zenginleştirecek, bilgimize bilgi katacak, kalbimize zümrüt tepelerde otağ kurduracak eserler okunmalı, müzakere edilmeli. Evrad u ezkar adına gece-gündüz demeden her dakika, her saniye ve her an Al ah’a teveccüh eden insanlar olmalı. “Al ah’a teveccüh olmazsa gök kubbe başımıza yıkılır, yer yarılır yerin dibine gireriz.” mülahazası hakim olmalı.
Evet, insanların meslekleri adına elde ettikleri başarılar alkışlanmalı. Fakat bence bir insanın esas alkışlanacak yanı Al ah ile irtibatıdır. Bir insan Al ah karşısında ne kadar iki büklüm ise o kadar alkışa layıktır. Ama bu dünyevi alanda başarılı olmasına, ilerlemesine mani değildir. Ne güzel der Yunus:

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmesen

Ya nice okumaktır.

Şehvet

Şehvet şeytanın en çok başvurduğu, en çok kul andığı bir tezgahtır. Mevlana’nın semaha kalktığı zaman irticalen söylediği, Zerkûb veya Hüsamettin Çelebi tarafından kaydedilmiş Rubailerinde anlattığı bir şey var: Mevlana orada şeytanla Cenab-ı Hakk’ı karşı karşıya getirip konuşturuyor. Diyor ki şeytan Al ah’a; “İzzetine kasem ederim ki insanların hepsini şirazeden çıkaracağım. Ama onların bir dayanakları var, benim de olması lazım.”
Al ah “İstediğin kadar para, al kul an onu.” diyor. Memnun olmuyor, ekşitiyor yüzünü. “İstediğin kadar ömür.”
diyor, yine yüzünü ekşitiyor. “İstediğin kadar güç, kuvvet.” yine ekşitiyor. “Şehvet” deyince, -Hazreti Mevlana diyor ki-, “Şeytan zil taktı oynadı o zaman.”
Şehvet şeytanın en büyük kozu denilebilir. Bana tarih boyunca şehvet mevzuunda dayanmış, sabretmiş, devrilmemiş kaç tane babayiğit gösterebilirsiniz? Kalbi hiç inhiraf etmemiş, gözünün içine yabancı bir hülya girmemiş, kulağı o işin mahremini duymamış, o istikamette adım atmamış, el uzatmamış kaç babayiğit? Zira o şeytanın zil takıp oynadığı bir mesele. Al ah Rasulu (sal al ahü aleyhi vesel em) “Ümmetime bundan daha büyük bir imtihan, bir fitne vesilesi bırakmadım.” buyuruyor. Bizim sabah akşam yaptığımız dualar kişinin şehvetle imtihanı karşısında yaptığı duadır. “Böyle bir imtihanla karşı karşıya gelmeden Sana sığınırım!” demektir. Tek taraflı da değildir bu iş. Erkekler kadınlarla imtihan olurken, kadınlar da erkeklerle imtihan olur.Şeytan hesabına olacak örgüler ve nakışlardan kaçmak gerek. Başka bir deyişle, örümcek ağına düşmemeli.
Ağa düşmüş sinekleri görmüşsünüzdür: Çırpındıkça batarlar, daha perişan hale gelirler. Şeytanın ağı da öyle.
O, ağına düşmüşlerin başında bekler; bekler ki kurtulamasın, çırpınsın ve çırpındıkça batsın. Bu sebeple insan potansiyel genişliğini kendi el eriyle daraltmamalı. Kevn ü mekanlara sığmayan, lâ mekanî (bir mekanla sınırlanmayan), lâ zamanî (zamana bağlı olmayan) mahiyetini daracık bir şeye, bir âna, bir lahzaya, bir bakmaya, bir öpmeye, bir daneye, bir lokmaya mahkum etmemeli. Unutmayın, bir kuşu kafese kıstıran şey bir dane hırsıdır. Nizami, Hazreti Adem’in yediği “yasak meyve”nin de buğday olduğunu söyler. “Hazreti Adem yeyince onu, benzi de buğday danesi gibi sapsarı kesildi.” der Mahzen-i Esrar’ında.
Demek asıl mesele şeytanın ağına düşmemek. Kur’an-ı Kerim diyor ki: “Yaidühüm ve yümennîhim… – Onlara
vaadde bulunur ve onları boş kuruntulara sevkeder…” (Nisa 4/120) Hiçbir vaadini yerine getirmez o. Onun sözünün hikaye edildiği başka bir ayette açıkça diyor zaten: “…Ben de size bir şeyler vaad ettim, ama sözümde durmadım.” (İbrahim 14/22) Öyleyse insanı boş vaadlerle kandıran ve vaadini asla gerçekleştiremeyecek olan
şeytanın ağına düşmemeye bakmalı.
Vicdan Genişliğini Yakalayan ve Koruyanlara Al ah’ın Lütufları

Nesimi ne hoş ifade ediyor:
Bana Haktan nida geldi
Gel ey aşık ki, mahremsin
Bura mahrem makamıdır
Seni ehl-i vefa gördük
Mekanım lâ mekân oldu
Bu cismim cümle cân oldu
Nazar-ı Hak ayân oldu
Özüm mest-i likâ gördüm.
Sonunda da der ki;
Beni mesteyleyen daim
O meyden Mustafâ gördüm.
Yani öyle bir mey sunmuşlar ki içinde Muhammed Mustafa var. Bunlar vicdan genişliğine Al ahın bir lütfudur.
Al ah hakedenlere bütün bunları hem de zırhı ile beraber lütfeder. O zırh ise “ubûdiyet-i kâmile-i tâmme-i dâimedir” (kamil manada, eksiksiz, sürekli ubudiyet).