Bilen insan çok;
fakat bildiğini temsil eden insan çok az. Bilginin irfana dönüşüp onun da
davranışlarımıza aksetmemesi bizim eksikliğimiz.
“Menkıbelerde asla
değil de fasla bakılır” prensibinden yola çıkarak ifade etmek istiyorum: Cenâb-ı
Allah, Hz. Musa’ya “Bana mahlûkatın en hakîrini bul,
getir” diyor. O da çirkince bir kelp bulup tasmayı kafasına geçiriyor ve yola
revân oluyor. Yolda nebî
ferasetiyle birden irkiliyor; tasmayı köpekten çıkarıp kendine takıyor ve öylece
huzura varıyor. Cenâb-ı Allah, “Ya Musa! Önceki halde gelseydin seni helâk
ederdim” buyuruyor.
İmam-ı A’zam’ın
meclisinde bazılarının ifadesine göre elli bin müçtehit vardı. Hadi o kadar
olmasın, biz beş bin diyelim. Düşünün, hepsi müçtehit bu insanların. İşte,
İmam-ı A’zam bunlarla her meseleyi müzakere ederdi. Koca İmam’ın önce “Şöyledir”
deyip sabaha kadar düşündükten sonra ertesi gün “Sizin görüşünüz doğruymuş, ben
görüşümden vazgeçtim” dediği zaman pek çoktu. Diyebilirim ki, konuştukları
meselelerin yüzde altmışında bu durum cereyan etmiştir.
Bir insan dâhi
olabilir, ancak normal zekaya sahip olsa da danışarak
iş yapan ondan daha başarılı olur. Bazıları öyle bencil ve egoisttir ki,
kesinlikle danışmazlar. Kendi sığlıkları belli olmasın diye de çevrelerinde hep
çukur insanları bulundurur; etrafında kabiliyetli insanlara hakkı hayat
tanımazlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder