Erzurumluların çok güzel bir sözü vardır: “Ziyareti hürmetli eden sahibidir.”
Ben on dört on beş yaşlarımdayken, biraz da babamın alışmamı istemesi sebebiyle
ramazan ayı boyunca köyümüzde vaaz ettim. Enver isminde çok akıllı, mâneviyâta da açık olarak tanıdığım bir amcam vardı. Sokakta
yürürken amcam arkamdan yürüyor, önüme geçmemeye dikkat ediyor, çok saygılı
davranıyordu. Bir gün “Amca, bundan çok müteessir oluyorum, böyle yapmasanız!”
deyince bana “Oğlum” dedi, “Ziyareti hürmetli eden sahibidir. Ben bu saygıyı
duymazsam halk seni kabullenmez ki!”
Amcamın, yaşımın
küçüklüğüne ve onun yeğeni olmama rağmen, vaaz u nasihat etmem hürmetine bana
öyle saygılı davranması hiç hatırımdan çıkmadı. Ben de insanlara faydalı
olacağına inandığım arkadaşlarım için aynı hususa dikkat etmeye çalıştım.
Mesela, Kestanepazarı’ndayken imam hatip lisesi
altıncı sınıfa devam eden bir arkadaşı Kur’ân kursu öğretmeni yaptık. Henüz
kendisi talebeydi; ama madem öğretmenlik vazifesi de verildi, ona göre
davranmaya gayret ediyordum. Bir gün kurs idarecilerinden biri “Bizim Abdullah…
Bizim İsmail…” şeklinde konuşurken ben de “Abdullah Hoca şöyle dedi. Abdullah
Hoca böyle yaptı” diye birkaç defa arkadaşı “hoca” olarak zikrettim. O,
“Abdullah Hoca da kim?” dedi. “Ağabey, biz onun hocalığını kabul etmezsek kimse
kabul etmez. Kur’ân kursu öğretmeni yapıyorsunuz, öyleyse bunu kabullenmek ve
ona uygun davranmak gerekir” dedim.
Ama maalesef, bazı
şeyler var ki yorum hatasına uğruyor. Mesela, “Kardeş kardeşe peder olamaz,
mürşit vaziyetini takınamaz” ifadesi çok doğru bir ölçü, altın gibi bir sözdür.
Fakat bu söz karşısında herkesin alacağı tavır farklı farklı olmalıdır. Hiç kimse kendisini birilerinden daha
faziletli görmemeli, üstünlük mülâhazasına kat’iyen
girmemelidir. Fakat arkadaşlarınız ve sizden küçük olanlar da kendi
sorumluluklarını belirlemeli, gereken saygı ve hürmeti göstermelidir. Size
gösterilen saygının onda birini istemeye hakkınız yoktur, onda birini isterseniz
yüz kat zulüm yapmış olursunuz. Ama bilmem ki, arkadaşlarınız da şimdi
gösterdikleri hürmetin on katını sergileseler vazifelerini edâ etmiş olurlar mı?
Bunlar ayrı ayrı şeylerdir ve birbirine karıştırılmamalıdır. Öteden beri
geleneklerimizde var bizim, büyüklerimize hep saygılı davranırız. Ama pâyeler, makamlar, mansıplar yoktur mesleğimizde. Hepimiz
neferiz, elimizden geldiğince dinimize ve milletimize hizmet ediyoruz ve
durumumuzdan da hiç müştekî
değiliz.
İstanbul’un
fethini arş-ı rahmetten ambalajlayıp bana gönderseler kabul etmem. Bunu, hâşâ, o
büyük fatihleri hafife aldığım mânâsına değil; mü’minlerden bir mü’min, kullardan
bir kul olmanın kıymet ve lezzetini ifade sadedinde söylüyorum. Evet, öyle bir
teklif karşısında ben, kendi durumumu, küçük bir köyde bir hocanın oğlu olmayı,
küflü binaları, pencere içlerini, duvar altlarını, minnacık bir kulübeyi,
mağduriyetleri, işkenceleri, azapları, tehcirleri, evet “O”nun benim hakkımdaki
tercihlerini tercih ederim.
Çünkü bu işte
şahıs yoktur, neferlik vardır... Üstad’ın “Said yok…” dediği gibi; rıza-yı
ilâhîye koştuğumuz bu yolda nefislerin, enâniyetlerin,
hevâ ve heveslerin dili yoktur; yalnızca hakikat
konuşmaktadır. Kimin ne haddi var ki “ben” desin, tevhid davasında şirke girsin!...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder