24 Kasım 2016 Perşembe

Saygı

Erzurumluların çok güzel bir sözü vardır: “Ziyareti hürmetli eden sahibidir.” Ben on dört on beş yaşlarımdayken, biraz da babamın alışmamı istemesi sebebiyle ramazan ayı boyunca köyümüzde vaaz ettim. Enver isminde çok akıllı, mâneviyâta da açık olarak tanıdığım bir amcam vardı. Sokakta yürürken amcam arkamdan yürüyor, önüme geçmemeye dikkat ediyor, çok saygılı davranıyordu. Bir gün “Amca, bundan çok müteessir oluyorum, böyle yapmasanız!” deyince bana “Oğlum” dedi, “Ziyareti hürmetli eden sahibidir. Ben bu saygıyı duymazsam halk seni kabullenmez ki!”
Amcamın, yaşımın küçüklüğüne ve onun yeğeni olmama rağmen, vaaz u nasihat etmem hürmetine bana öyle saygılı davranması hiç hatırımdan çıkmadı. Ben de insanlara faydalı olacağına inandığım arkadaşlarım için aynı hususa dikkat etmeye çalıştım. Mesela, Kestanepazarı’ndayken imam hatip lisesi altıncı sınıfa devam eden bir arkadaşı Kur’ân kursu öğretmeni yaptık. Henüz kendisi talebeydi; ama madem öğretmenlik vazifesi de verildi, ona göre davranmaya gayret ediyordum. Bir gün kurs idarecilerinden biri “Bizim Abdullah… Bizim İsmail…” şeklinde konuşurken ben de “Abdullah Hoca şöyle dedi. Abdullah Hoca böyle yaptı” diye birkaç defa arkadaşı “hoca” olarak zikrettim. O, “Abdullah Hoca da kim?” dedi. “Ağabey, biz onun hocalığını kabul etmezsek kimse kabul etmez. Kur’ân kursu öğretmeni yapıyorsunuz, öyleyse bunu kabullenmek ve ona uygun davranmak gerekir” dedim.
Ama maalesef, bazı şeyler var ki yorum hatasına uğruyor. Mesela, “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşit vaziyetini takınamaz” ifadesi çok doğru bir ölçü, altın gibi bir sözdür. Fakat bu söz karşısında herkesin alacağı tavır farklı farklı olmalıdır. Hiç kimse kendisini birilerinden daha faziletli görmemeli, üstünlük mülâhazasına kat’iyen girmemelidir. Fakat arkadaşlarınız ve sizden küçük olanlar da kendi sorumluluklarını belirlemeli, gereken saygı ve hürmeti göstermelidir. Size gösterilen saygının onda birini istemeye hakkınız yoktur, onda birini isterseniz yüz kat zulüm yapmış olursunuz. Ama bilmem ki, arkadaşlarınız da şimdi gösterdikleri hürmetin on katını sergileseler vazifelerini edâ etmiş olurlar mı?
Bunlar ayrı ayrı şeylerdir ve birbirine karıştırılmamalıdır. Öteden beri geleneklerimizde var bizim, büyüklerimize hep saygılı davranırız. Ama pâyeler, makamlar, mansıplar yoktur mesleğimizde. Hepimiz neferiz, elimizden geldiğince dinimize ve milletimize hizmet ediyoruz ve durumumuzdan da hiç müştekî değiliz.
İstanbul’un fethini arş-ı rahmetten ambalajlayıp bana gönderseler kabul etmem. Bunu, hâşâ, o büyük fatihleri hafife aldığım mânâsına değil; mü’minlerden bir mü’min, kullardan bir kul olmanın kıymet ve lezzetini ifade sadedinde söylüyorum. Evet, öyle bir teklif karşısında ben, kendi durumumu, küçük bir köyde bir hocanın oğlu olmayı, küflü binaları, pencere içlerini, duvar altlarını, minnacık bir kulübeyi, mağduriyetleri, işkenceleri, azapları, tehcirleri, evet “O”nun benim hakkımdaki tercihlerini tercih ederim.
Çünkü bu işte şahıs yoktur, neferlik vardır... Üstad’ınSaid yok…” dediği gibi; rıza- ilâhîye koştuğumuz bu yolda nefislerin, enâniyetlerin, hevâ ve heveslerin dili yoktur; yalnızca hakikat konuşmaktadır. Kimin ne haddi var ki “ben” desin, tevhid davasında şirke girsin!...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder