19 Kasım 2016 Cumartesi

Şehvet

Şehvet şeytanın en çok başvurduğu, en çok kul andığı bir tezgahtır. Mevlana’nın semaha kalktığı zaman irticalen söylediği, Zerkûb veya Hüsamettin Çelebi tarafından kaydedilmiş Rubailerinde anlattığı bir şey var: Mevlana orada şeytanla Cenab-ı Hakk’ı karşı karşıya getirip konuşturuyor. Diyor ki şeytan Al ah’a; “İzzetine kasem ederim ki insanların hepsini şirazeden çıkaracağım. Ama onların bir dayanakları var, benim de olması lazım.”
Al ah “İstediğin kadar para, al kul an onu.” diyor. Memnun olmuyor, ekşitiyor yüzünü. “İstediğin kadar ömür.”
diyor, yine yüzünü ekşitiyor. “İstediğin kadar güç, kuvvet.” yine ekşitiyor. “Şehvet” deyince, -Hazreti Mevlana diyor ki-, “Şeytan zil taktı oynadı o zaman.”
Şehvet şeytanın en büyük kozu denilebilir. Bana tarih boyunca şehvet mevzuunda dayanmış, sabretmiş, devrilmemiş kaç tane babayiğit gösterebilirsiniz? Kalbi hiç inhiraf etmemiş, gözünün içine yabancı bir hülya girmemiş, kulağı o işin mahremini duymamış, o istikamette adım atmamış, el uzatmamış kaç babayiğit? Zira o şeytanın zil takıp oynadığı bir mesele. Al ah Rasulu (sal al ahü aleyhi vesel em) “Ümmetime bundan daha büyük bir imtihan, bir fitne vesilesi bırakmadım.” buyuruyor. Bizim sabah akşam yaptığımız dualar kişinin şehvetle imtihanı karşısında yaptığı duadır. “Böyle bir imtihanla karşı karşıya gelmeden Sana sığınırım!” demektir. Tek taraflı da değildir bu iş. Erkekler kadınlarla imtihan olurken, kadınlar da erkeklerle imtihan olur.Şeytan hesabına olacak örgüler ve nakışlardan kaçmak gerek. Başka bir deyişle, örümcek ağına düşmemeli.
Ağa düşmüş sinekleri görmüşsünüzdür: Çırpındıkça batarlar, daha perişan hale gelirler. Şeytanın ağı da öyle.
O, ağına düşmüşlerin başında bekler; bekler ki kurtulamasın, çırpınsın ve çırpındıkça batsın. Bu sebeple insan potansiyel genişliğini kendi el eriyle daraltmamalı. Kevn ü mekanlara sığmayan, lâ mekanî (bir mekanla sınırlanmayan), lâ zamanî (zamana bağlı olmayan) mahiyetini daracık bir şeye, bir âna, bir lahzaya, bir bakmaya, bir öpmeye, bir daneye, bir lokmaya mahkum etmemeli. Unutmayın, bir kuşu kafese kıstıran şey bir dane hırsıdır. Nizami, Hazreti Adem’in yediği “yasak meyve”nin de buğday olduğunu söyler. “Hazreti Adem yeyince onu, benzi de buğday danesi gibi sapsarı kesildi.” der Mahzen-i Esrar’ında.
Demek asıl mesele şeytanın ağına düşmemek. Kur’an-ı Kerim diyor ki: “Yaidühüm ve yümennîhim… – Onlara
vaadde bulunur ve onları boş kuruntulara sevkeder…” (Nisa 4/120) Hiçbir vaadini yerine getirmez o. Onun sözünün hikaye edildiği başka bir ayette açıkça diyor zaten: “…Ben de size bir şeyler vaad ettim, ama sözümde durmadım.” (İbrahim 14/22) Öyleyse insanı boş vaadlerle kandıran ve vaadini asla gerçekleştiremeyecek olan
şeytanın ağına düşmemeye bakmalı.
Vicdan Genişliğini Yakalayan ve Koruyanlara Al ah’ın Lütufları

Nesimi ne hoş ifade ediyor:
Bana Haktan nida geldi
Gel ey aşık ki, mahremsin
Bura mahrem makamıdır
Seni ehl-i vefa gördük
Mekanım lâ mekân oldu
Bu cismim cümle cân oldu
Nazar-ı Hak ayân oldu
Özüm mest-i likâ gördüm.
Sonunda da der ki;
Beni mesteyleyen daim
O meyden Mustafâ gördüm.
Yani öyle bir mey sunmuşlar ki içinde Muhammed Mustafa var. Bunlar vicdan genişliğine Al ahın bir lütfudur.
Al ah hakedenlere bütün bunları hem de zırhı ile beraber lütfeder. O zırh ise “ubûdiyet-i kâmile-i tâmme-i dâimedir” (kamil manada, eksiksiz, sürekli ubudiyet).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder