Amelini Al ah rızası için yapacaksın; onu herhangi bir beklentiye bağlamayacaksın. Beklentiye bağladığın zaman, beklentin senin o amelinin karşılığı olur ve o karşılık da beklentinin sığlığına mahkum kalır.
Yani; elindeki çok kıymetli, antik bir eserle, mesela beşbin senelik bir çömlekle çarşıya gitsen, onu satmak istesen ve ona dedenin yaptığı çömleğin değeri kadar bir değer biçsen, ne kadar büyük zarar edersin. Oysa, o çömleğin asıl değerini bilen bir antikacıya itimat edip ondan bir fiyat alsan, o fiyata satsan, o zaman antik eserin kıymetini elde edersin.
İşte, ihlâstaki temel espri de budur; amel, Al ah için olmalı, Al ah rızasına bağlanmalı ve o amel e rıza-yı ilâhîden başka bir şey de aranmamalı. Hatta zevk-i ruhânî peşinde dahi olunmamalı. Mektûbât’ta “îman-ı bil ah,
marifetul ah, muhabbettul ah, zevk-i ruhânî” deniyorsa da orada netice ifade ediliyor. Yani, zevk-i ruhânî, amelin ona bağlandığı bir iş değildir, amele terettüp eden bir şeydir, amelin gayesi değil semeresidir.. insan zevk-i rûhânîye ulaşmak için amel yaparsa, zevk-i ruhânî, o amelin karşılığı ve gayesi olmuş olur, dolayısıyla, o amel kıymetini kaybeder. Oysaki zevk-i ruhânînin ötesinde de pekçok ilahî teveccüh vardır; mesela, Al ah sana “yakîn-i etemm”, “ihlâs-ı etemm” ihsan eder, Al ah seni asfiyanın arasına katar, Enbiya ile beraber haşreder. Fakat sen bunların hiç birini aklına getirmemelisin. Çünkü, Al ah, Al ah olduğu için Mâbud’dur; ibadet edildiği için Al ah değildir. Hakkıdır O’nun Kendisine ibadet edilmesi. Kul uk hesabına ne yapıyorsan o, O’nun hakkıdır. Desen ki, ben günde bin rekat namaz kılıyorum, hakkıdır O’nun. O’nda bir hakkın olduğunu iddia etmek ve onu istemek ise, hakkın değildir senin. Öyleyse, hakkı olanı O’na ver, sonra da telattuf (lütfetme) dalga boyunda yapacağı şeyleri, sana olan ihsanlarını sen tayin etme, belirleme, takdir etme.. evet, beklentisiz olma ve ihlas yörüngeli yaşama da bir kurbet yolu, yani Al ah’a yaklaşma vesilelerinden birisidir.
2/4
Diğer bir kurbet yolu da, Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği mevhibeleri ve varidâtı onun rızası istikametinde kul anmaktır. Mevhibe, bağış, ihsan, hak vergisi ve ekstra ilâhî lütuflar mânâsına gelir. Kalbe gelen, içe doğan ve insanın gönlüne tulû eden vârid ise, yoldakilere Cenâb-ı Hakk’ın özel bir teveccühü, bir iltifatı, bir atiyyesi, bazı ahvâlde hususi bir tenvir ve irşadıdır. Evet, Al ah Teâlâ bize el vermiş, ayak vermiş, göz, kulak, dil, dudak vermiş
-O’na binlerce hamd ve senâ olsun-. Bu azaların alıp değerlendireceği eşyâyı var etmiş. O eşyâyı değerlendirme vasıtası tatma, koklama, dokunma.. gibi hisler yaratmış, dahası bizi ihsas ve ihtisaslarla donatmış. Bu nimetlerin kıymetini ancak bunlardan mahrum insanlar bilebilir. Cenab-ı Al ah, ihsan sahibidir; istediğine istediği kadar verir, istemediğine de vermez. Mal-mülk, nimet O’nundur; onu dilediği kul arına dilediği ölçülerde lütfeder. İşte, bu espriyi kavrayamayanlar, “Neden Velid İbni Mugire, Urve İbni Mesud es-Sekafî’ye peygamberlik gelmedi de o vazife (Hazreti) Muhammed’e verildi?” deyip durmuş ve imandan olmuşlardır. Kaldı ki, Hazreti Üstad’ın o çok güzel, pek şık yaklaşımıyla ifade edecek olursak, Al ah (cel e celalühu) O zatın (Efendimizin) istikbalde iradesinin hakkını vereceğini görmüş, O’na lütuflarda bulunmuştur; ne yapacağını bilmiş, avanslar vermiştir.
19 Kasım 2016 Cumartesi
Amel
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder