19 Kasım 2016 Cumartesi

Varıp bezmine âşıkân bin bir leâl ister

“Et-tahiyyâtu” dediği zaman Üstad Hazretleri kim bilir onu kaç defa tekrar ediyordu. Bütün zihin, his, şuur ve iradesiyle Al ah’a yönelerek ve tam konsantrasyon içinde belki defalarca “et-Tahiyyâtu…” diyordu; onu söylerken adeta başı dönüyor, gözleri doluyordu. Çünkü Al ah’ın huzurunda olduğunun tam şuuru içindeydi. Biz, Üstad’ın zevk enginliği ölçüsünde belki onu duyamayız ama kendi söz ve mülahazalarımızı da Sultan’a arz edilen bir
“kırık testi” gibi düşünürüz ve kendimizi Üstad Hazretleri’nin Yirmi Dördüncü Söz’de misal olarak gösterdiği o insanın yerine koyarız: “Bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Sonra der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini daha sana hediye ederdim.” Yani, “Ey padişahlar Padişahı! Ey Sultanlar Sultanı! Bu insanlar Sana şu kıymetli hediyeleri arz ediyorlar; benim elimde ise ancak bu pek az sermaye var. Eğer elimden gelseydi, gücüm yetseydi, bütün o hediyeler kadar bir hediye Sana takdim ederdim..” deriz.
Bu mülahaza, Rabbimize karşı kul uk vazifelerimize hakim olduğu gibi Efendimize karşı hürmet ve vefa
duygumuza da tesir etmelidir. Yani, dudaklarımızdan dökülen her salât ve her selam bin bir âh u eninle, acz ve zaaf hüznüyle, hakkını veremesek de kapıdan da ayrılmama azmiyle dökülmeli; dilimiz salât okurken gönlümüz de:

“Varıp bezmine âşıkân bin bir leâl ister,

Ben bir garîb-i nâlân u şeydâyım Efendim!

Geçerler candan, girenler nûr hâlene bir kez,

O dertten bin belâya müptelâyım Efendim..!

Olur Mecnûn görenler ruhsârını a cânân!

Kapında mülk-i serâp bir gedâyım Efendim!” demeli.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder